Balyoz davasını gören 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 3ncü Balyoz iddianamesinin 59 numaralı sanığı olan sivil memure Güllü Salkaya’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi ve cezasını 16 seneye indirdi. Salkaya tutuklanarak Hasdal cezaevine hapsedildi.
Bununla da yetinmeyen “Mahkeme,” Güllü Salkaya’nın “babalık ve kocalık sıfatından men” edilmesine de karar verdi.
Salkaya’nın “hükümeti cebren devirmek ve engellemek” suçunu işledigine dair kanıt, kimin hazırladığı belli olmayan bir kaç Word belgesinin üstverisinde (metadatasında) “gsalkaya” kullanıcı adının görünmesi.
Salkaya’nın bir sayfalık savunmasına 82nci celse duruşma tutanağından ulaşabilirsiniz. Salkaya’nın basında bir çok yerde yayımlanan mektubunu buraya taşıyoruz.
Ben, Güllü Salkaya. Hani şu 2003 yılında yapıldığı iddia edilen Balyoz Darbe Planının, Silivri’de süren duruşmaları sonunda müebbet hapis cezasına çarptırılan tek sivil memuru var ya, işte o benim. Sadece 27 senesini devletine hizmetle geçirmiş bir insan değil, aynı zamanda bir eş ve de anneyim. Biri 22 diğeri 24 yaşında iki evladım var. Canım kızımı ve oğlumu evde babalarıyla baş başa bıraktım. Onurumu ise asla kimseye bırakmadım ve de bırakmayacağım. Tek tesellim ailemin ve evlatlarımın başımıza gelenleri anlayacak yetişkinlikte olmaları.
Ben, 27 yıl ekmeğini yediğim bir kuruma ihanet edecek kadar hainleşmedim. Ama Sayın Mahkeme, Sayın Heyet dedi ki; Güllü Salkaya, sen darbecisin. İlk gün sorduğum soruyu bugün yine soruyorum: Neymiş benim darbeciliğim? Koca koca generallerin, amirallerin, albayların, komutanlarımın suçu neyse benimki de o: Güllü Salkaya adına tahsisli bir bilgisayarda son kaydedileni benim gözüktüğüm birkaç sözde dijital belgenin varlığı. Peki, 2003 yılında benim bu isimde bir bilgisayarım mı vardı? Mehmet Baransu bavuluyla sözde belgeleri Beşiktaş’a taşıyana kadar bu planı duymuşluğum görmüşlüğüm mü var? Bir yerde imzama mı rastladılar? Hiçbiri değil? Peki, ben ne demeye 16 yıl ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm oldum o zaman? Bunun cevabını verecek bir makam mı var? O da yok.
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi hakkımda öyle kötü bir karar verdi ki, diğer 300 küsur erkek sanıkla birlikte beni de babalık ve kocalıktan men etti. Yoksa onlar benim kadın olduğumun farkında mı değiller ya da bizleri tek tek yargıladıklarını unutup basmakalıp bir karara mı imza attılar? Söyleyecek sözüm kalmadı artık. Aklım ve beynim durdu. İşin kötüsü ne hissedeceğimi de bilmiyorum. 27 sene devlet hizmetinin sonunda bir kaç sözde dijital belgede adım yazdığı için Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevinin hali hazırdaki tek kadın tutuklusu olarak yalnız başıma bir koğuşta kalıyorum. Bu yalanın kurbanı olmaya daha ne kadar devam edeceğimi ise bilmiyorum.
Ben, Güllü Salkaya. Doğum yerim Erzincan. İşçi emeklisi bir babanın, dişinden tırnağından artırdığıyla okuttuğu beş evladından biriyim. O beş çocuktan biri, ben Güllü Salkaya, şimdi bir eş ve bir anneyim. Ailemden gördüğüm terbiyeyle, vatana, millete faydalı birer insan olsunlar diye yetiştirdiğim iki evladımın üniversite mezuniyetleriyle öğünürken kendimi birden bire demir parmaklıklar ardında buldum. Artık mutlu değilim. Üzgünüm, şaşkınım, kırgınım ama umutsuz ve onursuz asla değilim. Bu yalan bir gün apaçık ortaya çıkana kadar, yüreğimde ve sevdiklerimin gözünde tek bir günahım dahi olmadığını biliyor olmanın rahatlığıyla bu haksız cezayı çekmeye devam edeceğim.
Bu zorlu süreçte desteğini benden esirgemeyen herkese minnet duyuyorum. Saygılar ve sevgiler sunuyorum.
Güllü Salkaya
Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevi
12 Ekim 2012 18:34
AKP-Cemaat yargısının bütün mağdurlarının yanlışını, Güllü Salkaya da, devlete, ulusa, vatana hizmet ettiğini söyleyerek, tekrarlıyor ve hainlik suçlanmasına isyan ediyor. Oysa, onların ihanetle filan suçlanmadıkları artık iyice anlaşılmış olması gerekir. Tam tersine, İşbirlikçi ve ihanet içinde olma kıvraklığını gösterme ihtimalleri olmadığı için tasfiye edildiklerini anlamaları hem kendileri hem Türkiye için uyanış ve kurtuluş arayışının yolunu açar.
15 Ekim 2012 18:39
“…Bu dünyada tetikçilerinizi kullanarak, medyadaki etkinliğiniz kullanarak, kapalı kapılar arkasında planlar ve kumpaslar yaparak operasyonlar yapar hesaptan da yırtabilirsiniz. Ama adil olan Allah öbür dünyada Başbakanları ve tetikçilerini ayrı bir mahkemede onların zulmüne maruz kalmış insanları ayrı mahkemede yargılamıyor nasılsa. Hesap kapalı kapılar ardındaysa arşın mahşerde.
İktidar sahipleri tetikçi gazete(ci)leri kullanarak doğruyu yanlış yanlışı doğru göstermede mahir olabilirler. Bu anlamda bu yazacaklarım da onların hay-huyları arasında kaybolup gidebilir de….”
…
“…peşine MİT veya başka bir istihbarat teşkilatını taktınız mı? Telefonlarını ve tüm irtibatlarını çıkarmak için talimatlar verdiniz mi ve istihbarat kurumları bununla yoğun bir şekilde ilgileniyor mu? Bundan muradınız nedir?…”
…
“…Özünde bu yapılanlar sizin bizzat başınıza gelen 28 Şubat sürecindeki baskı ve yıldırma sistemlerinden farksız mı? Yoksa sayın Başbakan ”Düşmanınızın silahıyla silahlandığınız” için mu bunları yapıyorsunuz. Ya da bir tür düşmanına aşk sendromu mu bu? Bu nedenle mi düşmanlarınız 28 şubat generallerinin yaptığının benzerlerini siz de başkalarına uygulamaya kalkıyorsunuz?…”
Okudunuz mu bilmiyorum….
Yukarıdaki satırları Emre Uslu yazmış.
Önder Aytaç’ın (ve yakın gelecekte muhtemelen yakın çalışma arkadaşlarının) tasfiyesinin hız kazanması üzerine…
“Keser döner sap döner gün gelir hesap döner derken” bunu mu kastediyordum emin değilim.
Aytaç ve çevresinin operasyonel olarak hukuksuz yıllardaki işlevlerini tartışmaya gerek bile görmüyorum. Çoook uzun süredir her gün düzenli olarak onu ve yakın arkadaşlarını okuduğum için, artık yazdıklarının ne anlama geldiğini bilecek kadar tanıyorum. Kendisiyle yakın çevresinin ikbal uğruna neler yapabileceğinin de okumalarım üzerinden tanığıyım.
Ama Emre Uslu haklı.
O günün sabahından sosyal medyadaki yazışmalardan belliydi Önder Aytaç’ın başına gelecekler. Yüzlerce karakter suikastı yapılırken, gerçekler çarpıtılır ve zorlama iddialarla insanlar daha henüz hapiste çürütülüyorken Önder Aytaç işten atılmış çok mu diye sorulabilir. Ama bu durum “yüzlerce aç insan varken kedilerden köpeklerden sana ne” denilmesine benziyor.
Adaletsizlik adaletsizliktir.
Dün Balyoz sürecinde yapılanlara elimden geldiğince karşı çıkmış olmanın, gecelerimi o insanlara yapılan hukuksuzlukların daha fazla insan tarafından bilinmesine çabalamış olmanın verdiği iç rahatlıkla ve üstelik ortada dönen dolabın sanıldığından da büyük olduğuna dair hislerimle diyebilirim ki bu Önder Aytaç’a bu yapılanlar doğru değil.
Bir kere bütün bu operasyonu perde gerisinde yönetenler varken ve perde gerisinde yapanlar varken perdenin önünde tetikçilik yapanların tasfiyesi geri kalanların saklanmasının bir aracı olarak kullanılıyor endişesindeyim.
Asıl yapılması gereken bütün bu operasyonun şeffaf ve adil bir şekilde soruşturulması ve bütün sorumluların adaletin önüne çıkarılması gerekmekte. Bundan bir adım bile geri atmak hukuksuzlukların üzerinin örtülmesini sineye çekmek demektir. Ama bu hükümet bu işlerin o kadar içine batış durumda ki temizlemeleri imkansız. Önce kendi elleri kirli…
Biraz durum belirlemesi yapmak ve fikirlerimi toparlamak biraz da gelecekte bir gün bu dönemi araştıracak olanlara sanal dünyada bir de benim açımdan nasıl görüldüğünün kaydını düşmek için uzunca bir siyasal tahlil yapacağım. Sıkılacak olan arkadaşların okumasına gerek yok. Dediğim gibi daha çok kendime not ediyorum bunlarıı…
Benim görebildiğim kadarıyla, bir dönem siyaset, sivil ve askeri bürokrasi, çeşitli anayasal kuruluşlar ve yargıda hegemonya kuran Türk-İslam sentezcileri 28 Şubat sürecinde ağır bir darbe almışlar, o süreçte aslında cemaat DSP-MHP-ANAP koalisyonunun koruması altında görece bu süreci hafif hasarlı olarak atlatmıştır. Elbette hükümetteki koalisyon, 28 Şubat’ın sentezcilerin tamamının tasfiyesini de engellemiş ama bayağı ağır darbe aldıkları ve yarıldıkları ortada. Üstelik sentezcileri tasfiye etmeye çalışan güce biat etmiş olan cemaatin bu tavrı sentezcilerle arasında daha o günden bir çatlak yaratıyor. 2003 sonrasında ise masada güç dağılımı tamamen değişiyor. Necip Hablemitoğlu’nun suikast sonucu öldürülmesi belki de o dönem de sentezcilerin yaşadıklarına bir yanıtı. Ardından Danıştay cinayeti, Hrant Dink ve Malataya Zirve v.s. derken Ergenekon soruşturması geliyor. Operasyon da ilk başlarda sentezciler ve zaman ilerledikçe onlarla 28 Şubat’ta bilek güreşi yapanlar aynı torbaya dolduruluyor. Operasyon sentezcilerin çevresinde dolaşıyor ama ülke bürokrasisindeki ağırlıkları bu işin kendilerine doğru çok daha fazla ulaşmasını engelliyor. Yoksa Susurluğun devamı diye başlayan operasyonun zaman içerisinde Susurluğu ortaya çıkaranlara yönelmesini başka nasıl anlamak mümkün…
13 Nisan 2009 son dönemlerin bir dönüm noktasıydı sanırım. 31 Mart vakasının 100. yıl dönümü. İlker Başbuğ’un “Teröristler de insan” konuşmasını yapmasından ve Kürt açılımının yani devletin sivil ve askeri kanadıyla siyasi iktidarın mutabakatının işaret fişeğini yakmasından bir gün önce -ki aynı konuşmada cemaat de hedefe konulmuştu (üstelik bugün Diyarbakır Valisini kalaylayan Başbakan o gün benzeri sözlere ses çıkarmamıştı. Komik olurdu vesselam. Genelkurmay Başkanı Teröristler insan diyor İleri Demokrat Başbakan siyaset yapma diye yanıt veriyor. Taraf ambale olurdu herhalde. 🙂 ). Neyse aynı gün ilk dalga KCK’lar henüz soruşturmanın adı konulmadan 13 Nisan 2009’da yapılmaya başlamıştı. Aynı gün Türkan Saylan ve profösörlere (Haberal, Hilmioğlu, Bernay, v.s.) baskın yapılmıştı. 2009 yerel seçimlerinin hemen ardından gelen 13 Nisan 2009 muhtemelen Balyoz davasının ve çok muhtemelen irticayla mücadele ıslak imzası operasyonun da birileri tarafından yol verildiği gün olsa gerek…Çünkü çok geçmeden, (iki ay sonra) Islak İmza tartışmaları gündeme gelmiş, ardıdan İlhan Cihaner’e ve bu bağlamda MİT’e operasyon yapılmış, beş emniyet genel müdür yardımcılarından dördü peşi sıra biri tayinle üçü de operasyonla işten el çektirilmiş, Habur görüntülerini takiben KCK operasyonlarında ara verildiği yerden devam edilmiş ve şükür 2009 yılı bitti demişken 2010 Ocağında da “Fatih Camii Bombalanacaktı” diye manşet atılmıştı…
13 Nisan 2009 sonrasındaki sürecin perde gerisini tam anlayamıyorum. Aklımda bir senaryo var elbette. Aşağıda bunu özetleyeceğim.
Bir yandan Kürt açılımının yapılması için sahayı yani sesi çok çıkacak ulusalcıları ve KCKlıları derdest etme olabilir yapılanlar diye yorumluyorum. Ama bütün bu yukarıda yapılmış olanlar bu resme oturmuyor. Öte yandan geçen hafta Hocaefendinin “Bizim önerilerimiz dikkate almadıkları için sorun büyüdü” demesi üzerine bu önerilerin neler olduğunu o dönem cemaatin operasyonel kanadının yazdıklarından çıkartmak mümkün diye düşünüp biraz arşiv taraması yaptım. Görünen o ki bir kere Güvenlik Müşteşarlığının kurulup sivil kontrola verilmesi, 2004 sonrası MGK’dan ayrılıp İçişlerine bağlı olan Toplumla İlişkiler Başkanlığının akademisyen-bürokrat desteğiyle işlevli hale getirilmesi ve Güneydoğuda din adamları, okuma odaları ve dersaneler üzerinden laiklik kaygılarıyla devletin yapamayacağı propaganda çalışmasıyla entegrasyon sürecinin hızlandırılması en temel öneriler olarak beliriyor. Aslında bunların hepsi yapılıyor. Buna rağmen Önder Aytaç başta olmak üzere operasyonel kanadın eleştirileri giderek artan şiddette devam ediyor.
Anlaşılan o ki, aslında Hocaefendi’nin şikayetinin nedeni bu birimlerin ve operasyonun sevk ve idaresinin tamamının altın nesil üzerinden yapılması talebinin karşılıksız kalması. O dönem yazılanlardan operayonel kanadın öfkesinin nedeninin bu olduğu görülüyor. Hem Güvenlik Müşteşarlığının, hem Emniyet’in hem MİT’in hem de Toplumla İlişkiler Başkanlığının yönetimine talip olan bu çevrenin Beşir Atalay tarafından önü açık bir şekilde kesiliyor. İşte Önder Aytaç’ın Beşir Atalay ve yakın çevresi o sıralar Ergenekoncu (bu aralarda Acem diye niteliyor!), başladığı dönem 2009 sonları 2010 başlarına denk geliyor. Bir başka veri de her ne kadar dersaneler ve okuma odaları bağlamında devlet izin vermiş olsa da sahada başka ekiplere özellikle Beşir Atalay’ın daha yakın olduğu bir çevreye kuran kursları ve yurtlar açmasının da önünün açılması hocaefendinin geçen hafta “önerilerimiz kabul edilmedi” diye dertlenmesinin nedeni olarak görülüyor. Yani sahada başka başka rakipler bulunuyor…
Aslında altın neslin operasyonel kanadı, aynen “Ben bu işin kitabını yazdım” diyen Davutoğlu’nun inadı (dış politikada yaşadığımız sıkışmaya ne diyeceğiz, sayın Prof.?) ve bugün “Kibir insanı mahveder, güç zehirlenmesi geçiriyor” diye eleştirdikleri RTE gibi, “Biz çözeriz. Bunlardan bir nane olmaz” diyerek sanırım 2009’un 2. yarısında devlet katındaki mutabakatı sekteleyecek, “Bak bunlar biz olmasak seni ham yapar” diyerek TSK – MİT ve iktidar arasını açacak, buna kısa zamanda iktidarı ikna etmeyi başaramasa bile özellikle TSK’da ortaya çıkacak olası tepkiler sayesinde (kaldıraç etkisi denen psikolojik savaş fenomeninin kullanarak yani) İktidar’ı bu koalisyonu dağıtmaya mecbur edecek çalışmalara giriyor. Bu son yazdıklarımdan emin değilim. Ama senaryoya cuk oturuyor. Hem Emniyet Genel Müdür Yardımcılarına ve doğal olarak özellikle Mustafa Gülcü ve Celal Uzunkaya’nın yakını olan dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a, hem İlhan Cihaner üzerinden yargıya, hem MİT’e hem de önce Islak İmza sonra da Balyoz’la TSK’ya operasyon üstüne operasyon çekilirken cemaatin operasyonel kanadı tetikçilik yapmaya devam etti. Önder Aytaç’ın ıslak imza üzerine yazdığı bir yazı var ki evlere şenlik. “Bak bunlar seni ham yapacak, aman bunlarla işbirliği yapma. Biz yaparız onların yapacaz dediklerini. Zaten yapamaz onlar. Tek amaçları seni zora sokmak” dese bir torba yazı yazmasına gerek kalmayacak, bir mektubu vardı RTE’ye o dönemde.
Üstelik Habur görüntüleri ve kısa sürede bu işin sorumlusunun Beşir Atalay olduğunun iddiası, KCK’nın asıl dalgaları v.s. ile hükümetin üzerindeki baskının şiddetinin artması sonucunda gerçekten de ortada ne açılım ne demokratikleşme hiç bir şey kalmamış ve o günden sonra ellerine aldıkları davulla Ahmet Şık’ın Ergenekoncu, Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargahçı, Büşra Ersanlı’nın KCK’lı, İlker Başbuğ’un da terörist örgüt yöneticisi olma iddialarıyla akla zarar operasyonları yapmış ve dilediği gibi at koşturmuştu.
Ta ki 2011 seçimlerine kadar. Yani ustalık dönemine kadar.
Bugün artık bir zamanlar güçten uzaklaştırılan sentezciler artık tam kadro Ak Parti’nin arkasındalar (BBP’nin kapanıp Ak Parti’yle birleşmesi için daha ne bekleniyor? Ne olur ne olmaz diye yedek mi tutuluyor?) ve cemaati daha doğrusu operasyonel kanadı tasfiyeye kararlılar. Muhtemelen yurtdışındaki okullarından, iş adamları örgütlerine hepsini devşirecekler. Elbette devlete değil ama kendilerinin kontrol edeceği başka yapılara. Zaten bürokrasi de üç imzayla her şeyi yapabiliyorlar ve altın nesilin önünü her bağlamda tıkıyorlar. Ülkede durum o kadar ilginç ki sentezciler bir cephe karşılarında operasyonel cemaatçiler var. Ölümlerden ölüm mü beğensek? Bu çatışmadan ne çıkar sorusuna demokrasi çıkmaz demek işten bile değil…
Neyse, bütün bunlara rağmen haksız ve hukuksuz bir süreçle, devletin bütün kudreti ve yandaş basın organları kullanılarak Önder Aytaç’a bu işlerin yapılmasını reva görmüyorum.
Yukarıda yazdığımı burada düzelteyim. Aslında eminim. “Keser döner sap döner. Gün gelir hesap döner” derken kastım bu durum değildi.
Sevgiler.
15 Ekim 2012 19:08
Yazıya üç noktada ekleme yapmak istiyorum.
13 Nisan’ın bir diğer önemi bir hafta kadar önce Hoceefendi’nin “Bunlar cemaat silahlı diyecek şekilde kumpas hazırlıkları yapıyor” diye verdiği demeç. Islak imza belgesinde de “Bu cemaat silahlı diye kumpas yapalım” mealinde satırlar vardı nitekim. Belli ki Hocaefendi’nin istihbaratı sağlam. 🙂 Laf aramızda o belgeye bir bakın isterim. Aslında belgede Ak Parti sadece bir yerde anılıyor ve oraya da zorla iliştirilmiş gibi duruyor. Sanki son dakika da eklenmiş. Belgenin tamamı cemaatle kavga eden kişilerin isim isim anılması, cemaate yöneltilen eleştirilerin satır satır “Bu şekilde propaganda yapalım” diye tekrarlanmasından ibaret.
Yani “How convenient” deniyor ya…Nitekim o günden sonra o eleştirileri yapanlara “Zaten belgede de yazıyor böyle propaganda yapacanız. Sizi gidi ıslak imzacılar sizi” demek dışında hiç bir eleştiriyi yanıtlama ihtiyacı güdmemiş ve tepe tepe ıslak imzalı belgeyi kullanmışlardı. Şöyle diyeyim cemaatten birileri “Yeter bu suçlamalar. Ben bir belge yazayım. Yapılan tüm suçlamaların aslı astarı olmayan bir propagandadan ibaret olduğunu göstersin bu belge. Sonra bunu TSK hazırlamış gibi sunayım” dese bu metinden iyisini (daha doğrusu kör gözün parmağına bağlamında kötüsünü) hazırlayamazdı. Bayağı amatör işi olmuş. Ne o isim isim rakipleri sıralamak?
İkinci olarak TSK’nın asimetrik savaşı sineye çekerken gösterdiği tavırın nedeni konusunda şüphelerim var. TSK eski silah arkadaşlarına yeterince sahip çıkmadı bu hukuksuz süreçte. Peki bu bilinçli bir tercih miydi yani bilerek isteyerek mi yaptılar bunu yoksa güçlü rakibiyle deplasmana çıkan takımın taktiği miydi bu? Bunu bilemiyorum. Bazen TSK’da her zaman var olan milliyetçi muhafazakar damar arada bütün rakiplerini temizleyecek şekilde müdahale edip kendi iktidarlarına giden yolu mu açtı diye düşünmüyor değilim. Yoksa askeri okulda dizi izletti diye birilerinin biletinin kesilmesi sağlıklı bir gidişatın alameti mi? Yani durum mecburi savunma değilmiş gibi geliyor bana…
Üçüncü olarak da Hocaefendi’nin geçen haftaki açıklaması yani bizim önerilerimizi kabul etmediler demesi bana halen operasyonel kanadın yani sarı öküz olarak teslim edilmesinin kararının verilmemiş olduğunu gösteriyor. Halen onların konumlarını en azından cemaat katlarında savunmakta olduğunu gösteriyor. Bu durum da savaşın devam ettiğini işaret ediyor. Tasfiye edilseler de çatışma devam etse de onların da elinin armut toplamayacağını tahmin ediyorum. Bize de bu fillerin kavgasını aşağıdan izlemeye devam etmek düşüyor…
Sevgiler
18 Ekim 2012 21:58
TSK’nın asimetrik savaşı sineye çekmesinin nedeni TSK’nın içinde artık kimsenin kimseye güvenmiyor olmasından, zira kimin cemaatin yetiştirmesi olduğu bilinmiyor.
Bir de düşünürsek zamanlar artık Kenan Evren’in darbe yaptığı zamanlar değil. Subay dediğinizin de kredi kartı var, çocuğunun okul taksidi var, ayfonu var… Vatan millet nidalarıyla bu işlere kalkışmak eskisi gibi kolay değil sanki.
19 Ekim 2012 11:50
Doğru, cemaatçiler kendilerini çok iyi kamufle ediyor, bu konuda uzman oldukları kesin.
Yıllardır cemaatte etkin görevde olan bir arkadaşım şunu demişti. Mesela savcıların, operasyon yapan emniyet personelinin yerlerini değiştiriyorlar ya, yerine gelenler de zaten bizim adamlarımız olduğu için birşey farketmiyor demişti. Bunu da Zekeriya Öz örneğiyle vermişti. Onun yerine gelen de bizim adamımız deyip ondan bile daha iyi kök söktürüyor demişti.
15 Ekim 2012 19:12
…son bir ekleme yapayım.
Yazıda “cemaatin operayonel kanadı” diye ifade etmem gayet bilinçli bir tercih. Bu çevrenin kim ve neyin temsilcisi olduklarından emin değilim. An itibariyle ve yakın geçmişte cemaatte karar mekanizmalarında etkili olduklarını görüyorum. Hocaefendi kendisinden beklenecek yüksek algıyla eğer başka birilerinin temsilcisi olsalardı herhalde bu kadar güçlenmelerine izin vermez onların kulağına üfledikleri demeçleri vermezdi diye düşünmekteyken belki de metafizik bir saldırı sonucu gözüne bu bağlamda perde inmiştir günahını almayım diye de eklemek istiyorum. :p 🙂
15 Ekim 2012 19:15
Son bir ekleme daha yapayım…
Neden bu başlık altında yazdım? En yukarıda bu vardı ondan dışında bir cevabım yok.
Blog sahiplerinin ve okuyucu yorumcuların hoş görüsüne sığınıyorum. Tabii en başta da Güllü Salkaya’nın. Ben buradayım. O sevdiklerinden uzakta. Bütün sevdiklerine ve Güllü Salkaya’nın şahsında özgürlükleri ellerinden haksız ve hukuksuz bir şekilde alınan binlerce insana sabır diliyorum. 😦
16 Ekim 2012 17:06
Geçenlerde yazmıştım,bilmemne harekat planında yazılanları bir asker yazmış olamaz diye,şimdi taraf yazarı N.Çınar’ın son yazısında bahsettiği beni şaşırtan bir ‘yazı-sonu’nu paylaşacağım.Sonra da Kemal’e bir soru soracağım.
”…Ayrıca belirtmeliyim ki, bana gelen mektuptaki CD’de görünen “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”mahiyetindeki “Harekât Emri” eğer suçlanan belgeyi ifade ediyorsa, savcı ve yargıçlara derim ki, ıslak mıydı kurumuydu diye altındaki imza ile boşuna vakit öldürmeyiniz. Çünkü böyle bir harekât emri olmaz, olamaz.
Askerler, talimname kavramı olan “koordineli” sözcüğü varken, “senkronize” diyerek su balesi diliyle konuşmazlar. “İrticai unsurlar” dururken asla ve kat’a “irticacılar” lâfını etmezler.
“Ast birliklere görevler”ini tevdi etmeyen bir “İcra” maddesi olmaz. Aksi hâlde icrai bir faaliyet yürütülemeyecek demektir. Harekât emrini müteharrik kılan işte bu icra maddesi ve ast birliklere verilen görevlerdir. Başka türlüsü, işin tabiatına aykırıdır.
Ana başlıklarından olan “İdari ve lojistik hususlar” ile “komuta ve muhabere”si bulunmayan bir harekât emri, beş duyusu eksik bir insana ya da gazetecilik mesleğinde “5” yerine “3N1K”denmesine benzer.
Böyle bir metinle Harp Okulu yahut Harp Akademisi’nden değil subay veya kurmay, adamı onbaşı olarak bile mezun etmezler.
Bu kafayla giden yargı, korkarım ki asıl suçluları göremeyecek ve askerî vesayetin de aklanmasına yol açacaktır.”
Kemalciğim yukarda uzun uzun bahsettiğin mecrada sayın Çınar’ daki bu küçük değişim emaresini yorumlamak mümkün müdür?Açıkca belgenin sahte olduğunu söylüyor.Yakında Ahmet Altan’dan da benzeri bir çıkış görecek miyiz?Ya da Alper Görmüş ve Ahmet Altan tartışmasını bu meyanda yorumlayabilir miyiz?
*Aslında üç vakit öncesine kadar bu iktidar-cemaat kapışmasına ihtimal vermeyen bir anlayışa sahiptim ama artık daha net görebiliyoruz netekim.
17 Ekim 2012 12:40
Sevgili Demokrat,
Namık Çınar’ın yargısı zaten yukarıda yazdıklarımla paralel. Ahmet Altan benzeri bir yazıyı yazar mı bilemiyorum ama sanırım bir sene kadar önce öbür cepheden Yıldıray Oğur rezervleri olduğunu dile getiren bir yazı yazmıştı. Dursun Çiçek’in oğlu aslında Genç Sivillerin kurucularından. O bağlamda hem Yıldıray hem de Turgay Oğur’la tanışıklıkları eski. Davanın başında anladığım kadarıyla bu tanışıklık üzerinden edindikleri bilgiyle yukarıda dile getirdiğim yazıyı yazmıştı…
Öte yandan Taraf’ın iç kavgasına gelecek olursak benim gördüğüm kadarıyla kavga temelde tuzu kurularla ikbal peşinde olanlar şeklinde saflardan oluşuyor. Ahmet Altan tuzu kuru tarafta. Her ne kadar ideolojik olarak sol geçmişten gelen Ahmet Altan’ın karşısında milliyetçi-muhafazakar bir çevreden gelen “liberal” Oğur kardeşler gibi bir tahlil yapmak mümkünse de Orhan Miroğlu’nu nereye koyacağız diye düşünüyorum.
Her ne kadar insanlar zamanla gerçekten tam bir dönüşüm geçirerek eski reflekslerinden kurtulabiliyorlarsa da özellikle sağ kanattan gelen “liberallerin” önemli bir kısmı zaman içerisinde asıllarına rücu ediyorlar gibi bir gözlemim var. Dediğim gibi bu anektodal seviyede gözlemlere dayanan bir yargı ve bütünü açıklamayacaktır.
Ama ilk başta yazdığım tuzu kurular ve ikbalciler saflaşması (Alper Görmüş hariç, onu anlamam mümkün değil ikbal beklediğini hiç sanmıyorum ve aldığı tavrı açıklayamıyorum.) bölünmeyi daha iyi açıklıor gibi. İkbalcilerin adları hep Ak Parti’de koltuk bölüşümünde aday adayı olarak ya da Ak Parti kontrollü medyada programlar yapmak olarak bir dönem anılıyor. Karşı cephedeki Ahmet Altan’ın ve yazı işlerinin adını bilmediğimiz kişilerinin böyle bir durumu söz konusu değil…
Cemaat – Ak Parti çekişmesinde ise Cemaat’in başat gövdesinin Ak Parti’ye biat etmesi hem aklın yolu hem de tarihsel olarak sadece ülkemizde değil başka coğrafyalardaki benzer oluşumların tavırlarıyla da uyumlu bir tavır olacaktır. Yazımda operasyonel kanat diye adlandırdıklarımı cemaatin ana gövdesinden ayrı tutuyorum. Yakın gelecekte cemaatin koruma kalkanından çıkacaklarını görebiliyorum. Yani Ak Parti hukuksuzlukların faturasını cemaate kesiyor, cemaat ise bu operasyonel kanata kesip ellerini temizleyecektir diye düşünüyorum. Daha bu durum netleşmedi. Ama eli kulağındadır herhalde…
Nisan 2009’a dönecek olursak ne değişti de TSK ve hükümet mutabakat durumuna geldi ve İlker Başbuğ cemaati hedefine koyup o konuşmayı yaptı diyeceksek dış dinamikleri anmadan geçmek olmaz. Bir kere Obama Ocak 2009 itibariyle Başkan olmuş ve Neoconların bir süre iktidardan uzak kalacağı netleşmişti. Üstelik kısa sürede Irak’tan ve Afganistan’dan çekileceğini açıklamış ve bu bağlamda TSK’ya duyulan ihtiyaç artmıştı. Sanırım TSK’nın manevra alanını genişleten önemli etkenlerden birisi bu olmuştu.
Ergin Saygın’ın kitabına bakıyorum. Diyor ki:
“…2009 Nisan’ı başlarında bir haber geldi. O sırada 1. Ordu Komutanı’yım. Buna göre, biri doçent iki kişi, Emniyetin isteği üzerine, Genelkurmay Başkanlığı’nın tüm yazışmalarını, tüm general ve amiral e-maillerini izleyecek bir sistem kurduklarını, elde ettikleri bilgileri devamlı olarak Emniyet ilgililerine ilettiklerini, şimdi ise yaptıklarından pişman olduklarını, polisin elindeki listenin en başında ben olduğum ve benimle görüşmek isteklerini ilettiler. Taleplerini kabul etmedim.
Bir başka haberde de benim özel olarak kontrol altında olduğum, korgeneral rütbesinden bu yana bütün yazışmalarımın Emniyette bulunduğu, emekli olduktan 6 ay sonra tutuklanacağım yer alıyordu.[1]
Söyledikleri doğru olabilirdi, çünkü Balyoz iddianamesinde Çetin Doğan Paşa’ya NATO vs ile ilgili yolladığım iki mail var. Bunlara Emniyet nasıl nüfuz etti, bilmiyorum.
Yaptığım araştırmada Genelkurmay Başkanlığı neticede olayın üzerinde durmamış. Keşke dursalardı. Burada dikkat çekici olan, bu kişilerin “biz böyle bir şey yapıyoruz” diye kendiliklerinden Genelkurmay Başkanlığı’na gitmeleri. Eğer söyledikleri doğru ise, o zaman pek çok resmi yazıyı daha yazılırken alıp üzerinde istedikleri gibi oynadıkları veya bu yazılara benzeterek sahte belge hazırladıkları kesin. Sağlık raporlarımla ilgili yukarıda verdiğim örnek bunun kanıtıdır.
Yine gelen bilgilere göre, bu işleri yapan kişi İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Bilgisayar ve Bilişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan bir Yrd. Doç.[2]
Genelkurmay Başkanlığı’na getirilen klasörlerdeki bilgilerden şahsımla ilgili olanlar -ki aralarında 1998 yılında ABD’lilerle görevim gereği yaptığım bazı görüşmelerin tutanakları da bulunmakta- bir emekli albayın evinde veya bürosunda yapılan aramada ele geçirilmiş.[3]
1998 yılında Amerikalılarla yaptığım bazı görüşmelerin Ergenekon dosyasına girmesi, söylendiği gibi korgenerallikten değil, tümgenerallikten beri takip altında olduğum anlamına gelir.
Burada ilginç olan 1998 yılına ait bu dokümanların bilgisayar çıktısı değil, imzalı, mühürlü resmi evraklar olması. Resmen çalınmış yani. İçeriden birinin yaptığı kesin.
Emekli Albay arkadaşı bana getirdiği bilgileri kendisine daha önce Genelkurmay Adli Müşavirliği’nde çalışmış ve halen avukatlık yapan Abdülkadir veya Abdullah Kaya isminde birisinin verdiğini söyledi.[4]
Kendisine bu konulara ilgi duymadığımı söyledim.
Bana verdiği evrakların mahkeme dosyasında bulunduğunu ve elde edilmesinde herhangi bir zorluk olmadığını söyledi.
Ama asıl önemlisi şu: Bu görüşme askeri bir mahalde, telefonsuz ve başka kimsenin bulunmadığı bir odada yapılmıştı. Böyle olmasına rağmen emniyetteki sorgulamam esnasında bana bu görüşmeyi sordular. Y. Ö’ye, benimle görüşmek isteyenler hakkında, “Niçin ‘Onlarla sen de görüşme’ dediğimi” öğrenmek istediler.
Bütün bu dinlemeler, izlemeler vb. yasa dışı eylemler ve kanunlara göre suç teşkil ediyorlar. Ama 5 yıldır sayısız kaydı, belgesi çıkan bu dinleme, izlemeye hiçbir soruşturma açmadı. Medya üzerinde durmadı.”
[1]Bu bilgiler doğru muydu yanlış mıydı, o zaman üzerinde durmadım. Ancak emekli olduktan altı ay dört gün sonra gözaltına alınmam ilginç bir tesadüf. Yani komplocuların planındaki altı aylık süre, sadece dört gün şaştı.
[2] İTÜ Bilgisayar ve Bilişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Berk Üstündağ… Bu şahsın dinlenmesi yolunda yaptığım müracaat mahkemece reddedilmiştir. Hâlbuki birçok üretilmiş evraka ulaşma imkânımız olabilirdi.
[3] Daha sonra bu bilgilerin meşhur 51 no.lu CD’de bulunduğunu öğrendim.
[4] Daha sonra basına yansıyan dinlemeler ve sahte evrakların bazılarının Adli Müşavirlik kaynaklı veya irtibatlı olması dikkat çekicidir. Genelkurmay Adli Müşavirliğinin bu işleri organize eden kişilerin ana hedef ve üslerinden biri olduğu açıktır. Nitekim basına sızan bir konuşmanın orada çalışan bir sivil memur tarafından kaydedildiği yolunda haberler yayımlandı…”
İki tane konuya dikkat çekmek istiyorum:
1- “Resmen çalınmış yani. İçeriden birinin yaptığı kesin.” ve “Genelkurmay Adli Müşavirliğinin bu işleri organize eden kişilerin ana hedef ve üslerinden biri olduğu açıktır.”
bu cümleler TSK içerisine işaret eden cümleler…
Aslında daha önce yazmıştım sanırım ama kafamdaki modeli aktarabilmem için tekrarda fayda var.
Sağ hegemonyanın yaygın propagandalarından birisi “Darbeci CHP zihniyeti”.
Halbuki gerçeklerle uyuşmayan bir tespit. 27 Mayıs’ın Genelkurmay başkanının ve sonranın Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay’ın “Klasik liselerden istediğimiz ürünü alamadık, imam hatiplerle devletine, dinine ve milletine bağlı nesiller yetiştirip devleti onlara emanet edeceğiz” mealindeki cümlelerini hatırlayalım. Bu cümleden bağımsız Işıkçılıktan, Nurculuğa, Fethullah Gülen Hareket’inden Menzil’e bütün tarikatların içerisinde “emekli” askerler etkin durumdalar. İdeolojilerinin oluşmasında, devlete bağlı, komunizmle mücadele eden konumlar almasında bu kişilerin ciddi hem siyasal hem de teolojik katkıları var. Kimse kalkıp 27 Mayıs’ın generalleri solcuydu diyemez herhalde. Ya da Faik Türün, Ya da Bülend Ulusu, ya da Kenan Evren, Doğan Güreç, Hilmi Özkök, İlker Başbuğ, Necdet Özel v.s. TSK net bir şekilde Amerikan ideallerine her dönem sahip çıkan bir pozisyon alıyor ve içerisindeki aşırıları fazla yükseltmeden sistem dışına atıyor. Yani yapılan darbelere baktığımızda 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül solcuların değil Amerikancı sağcıların çıkarlarını kollamak için yapılıyor.
27 Mayıs’ın özgürlükçü anayasası bile (Belki ABD değil ama İngilizlerin) keskinlikleri törpüleyecek bir müdahale özü itibariyle. Yani sosyal adaletin ve sosyal devletin “demokratik” bir devlet içerisindeki konumunu güçlendirerek toplumdaki daha radikal taleplerin önünü kesecek bir müdahale. Zaten Mahir Kaynak bir söyleşisinde 27 Mayıs’ın ABD’nin siyasetine karşı İngilizler tarafından örgütlendiğini iddia ediyor. Bu tespiti destekleyecek bir anektod dönemin Cumhuriyet gazetesinin Washington muhabiri ve sanırım Reuters ya da AP’nin ortadoğu sorumlusu da olan, 2-3 yıl önce öldüğünde Washington Postta çıkan bir yazıdan CIA’in 1956-1980 yılları arasında kadrolu personeli olduğunu öğrendiğimiz Fred Zusy’nin (Evet, Cumhuriyet gazetesinde 1956-64 arasında Washington muhabiri olarak CIA ajanı çalışıyormuş. 🙂 ) 50’lerin sonlarında yazdığı bazı yazılarda “2. Dünya savaşı sırasında ABD Türkiye lehine talepler yaparken İngilizler buna karşı çıkıyormuş” yani “ABD iyi pis İngilizler arkanızdan iş çeviriyor” mealinde yazması olabilir. Fred Zusy’nin o dönem Washington’daki Elçiliğin sanırım Basın Ataşesi göreviyle çalışan Altemur Kılıç’la yakın arkadaş olduğunu gösteren kimi yazıları da bulunuyor. Aslında bu konulara meraklı olanların Cumhuriyet Arşive üye olmalarını öneririm.
Dünya o kadar küçük ki. Bir dönemin Türkiye’sine etkisi olan isimlerin yolları birbirleriyle o kadar çok kesişiyor ki…Örneğin, Atatürk’ün ölümünün ardından siyasette etkin olan ve Türk sağının batıcı kanadı denilebilecek Demokrat Parti kurucularından (sanırım Halide Edip milletvekili de oluyor) Adıvar ailesinin meşhur Bernard Lewis’in çalışma konusu olarak ortadoğu ve islam olmasında etkisi olması, genç Lewis’in kimi yazılarının NFK’nın Büyük Doğusunda yayınlanması, Reha Oğuz Türkkan, Bülent Ecevit, Ahmet Bülent Yalman ve TSK’nın bahriyeli generallerinin o dönemde bariz ABD güdümünde Aramco destekli bir şekilde çıkan Islamic Review dergisinde yazılar yazması vs. hepsi bir dönemin ilişkilerinin sorgulanmaya muhtaç yanları. Bu işi en iyi rahmetli Uğur Mumcu yapıyordu. 40’ların Cadı kazanı ve Rabıta bugün halen geçerliliğini koruyan pek çok ilişkiyi masaya yatırıyor. 27 Mayıs ve Rabıta demişken o dönem kurulan MNP’nin “sosyal adaleti merkeze alacağız” açıklaması, 1962 yılında bir dönem tartışmalı bir Diyanet İşleri başkanlığı yapmış olan ve Nurculara ve elbette Hocaefendiye büyük destek vermiş olan , Aramco destekli Rabıta’yla ilişkisi Uğur Mumcu tarafından yıllar sonra ortaya konan Yaşar Tunagür’ün Seyyit Kutub’un İslamda Sosyal Adalet adlı kitabını çevirmesinin, ya da kısa bir dönem olarak İngiliz güdümündeki Ürdün’de ortaya çıkıp Türkiye’de çalışmalara başlayan ama kısa sürede derdest edilen İslam’ın sol yorumu ideolojili Türkiye şubesi sanırım Afyon merkezli kurulan Hizbül Tahrir denemesi, aynı coğrafyada Afyon-Konya-Denizli-Isparta yeşeren Milli Mücadele dernekleri v.s. tesadüf değildi diye düşünüyorum.
12 Eylül öncesinde daha az kurumsal olarak çalışan 12 Eylül sonrasında ise MGK’nın üç temel görevinden birisi olarak kurumsallaşan TRT, AA, YÖK gibi kurumlarda etkili olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın ilk yaptığı işlerden birisi yönetebileceği cemaatleri kalkındırmak diğerlerini ise sistem dışına atarak imha etmek olmuştu. Gene ilk yapılan işlerden birisi de ne kadar kurmay varsa onlara Atatürkçülük üzerine dereceler verilmesini sağlayıp, YÖK’ün bütün üniversitelerin birinci sınıflarında zorunlu ders olarak okutulmasını sağladığı İnkılap Tarihi dersleri verdirmesiydi. 87-88 sırasında genç bir akademisyen sanırım Hürriyet gazetesi üzerinden bu sahte diplomalı kurmayları deşifre ederek süreci sarsmıştı. Bu akademisyenin Necip Hablemitoğlu olması, yazdığı kitaplarda bu akademisyenlerin kimisinin adını anarak onların Fethullahçı olduğunu iddia etmesi ve öldürülmesi falan bence gene tesadüf değildi.
Geçtiğimiz aylarda yazdığım bir yorumda devlet içerisinde vatanına, milletine ve dinine bağlı bir İslam anlayışının egemen olması konusunda bir ayrışım olmadığını, ynai herkesin devletin kontrol ettiği bir dini anlayışın desteklenmesi konusunda tam mutabakat olduğunu, temel mücadelenin bu süreç sırasında özellikle çevrede kontrol dışına çıkıp radikalleşme tehlikesi olan dini akım ve grupların kontrol altına alınarak sisteme dahil edilmesinin mi yoksa bastırılıp ezilmelerinin mi daha uygun olacağı konusunda olduğunu düşünüdüğümü dile getirmiştim. Hablemitoğlu 2. kanatken ve 28 Şubat sürecinde özellikle TİB içerisinde 12 Eylül sonrasında yer alan ve 1. kanat olan (yani hem Türkiye hem de Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki akımların içerisinde gizli ve açık bir şekilde yere alarak onları kontrol altına alan) kadroların tasfiyesini sağlamaya çalışmıştı. Sentezcilerin rövanşı mı acaba diye yukarıda sorduğum soruyu da böylece sanırım biraz daha açıklamış oldum.
Çok dağıtıyorum, farkındayım. Derli toplu yazmak kolay olmayan çok grift bir sorun söz konusu olan. Özetle NATO’ya girişinin ardından Amerika’ya göbekten bağlanan TSK’nın solcu olduğunu iddia edip, “Darbeci CHP zihniyeti” diyebilmek ya cehalet ya da sağlam bir mide gerektirir. Ama bu deniyor ve ülkeye de hakim olan algı bu. Devletin ve özel sektörün bütün olanakları kullanılarak yapılan bu propaganda zaten sağın varolan hegemonyasının da önemli denenlerinden birisi.
Öte yandan komunizmin yıkılması elbette Türkiye’nin rolünün de sorgulanmasına v ebu bağlamda kontrol altında tutulması için kaynak harcanıp harcanmaması gerektiğinin sorgulanmasına yol açtı. Artık cephe ülkesi değil di ama kafkaslar, ortadoğu ve ortaasya’da işlevsel rolü vardı. Artık eski kaynaklar akmasa da çok da terke edilmedi. Ama azalan kaynaklar bir yandan, PKK ile mücadele sırasında müttefiklerimizin durumunun kabak gibi ortay açıkması bir yandan TSK’da özellikle genç kuşaklarda bir çözülme ve daha milli bir bakış gelişmesine yl açtı. Sanırım bu süreçle bu davaların da arsında bir ilişki olsa gerek…
Neyse kısa geçmem gerekiyor. Gene de hızla 2. ilginç noktayı da yazayım ve bırakayım.
2- Ergin Saygın isim veriyor. “Yrd. Doç. Dr. Berk Üstündağ.” Bir kere artık eğer masanın üzerinde isim varsa sürecin hızlanması engellenemez diyeyim ama isim hakkında internette bulabildiğim bir kaç noktaya dikkat çekeyim.
Ekşisözlükte 2003 yılındaki bir öğrencisi hocanın dışarıdan bir bankanın bilgisayarının ekranınından yayılan elektromanyetik ışımaları nasıl anlamlandırabileceğine ve böylece şifrelere nasıl erişilebileceğine dair bir bilgi veriyor. Aslında 90’lı yılların ortasında bile bu konularda çalışılıyordu. Yani gerçekten de odanın dışından içerideki yazışmaları o zayıf elektromanyetik dalgalar üzerinden tespit etme, konuşmaları da gene camdaki titreşimlerden takip etmek mümkğün. Zaten Ergin Saygın’da kimsenin ve telefonun olmadığı bir odadaki konuşmasının sorguda karşısına getirilmesine şaşırıyor..
Ama ilgimi daha da çeken bir şey var . Bu hoca 1999 yılında CHP milletvekiliyle AKBİL skandalını da gündeme getriren hoca. Hani aşbakanımızın yargılandığı…Neyse acaba diyorum hocaya yakın çevreler, o dönemde 28 Şubat 1000 yıl sürecek, biz acaba gardımızı ona göre alıp yumruğumuzu kime indireceğimize karar verelim dedikleri bir yanlış tahlil mi yapmışlar? Tamamen spekülasyon bu. Kimsenin günahını almam ama acaba bugün Başbakan yumruğunu indirirken bu Akbil meselesini de mi düşünüyor?
Sevgiler.
17 Ekim 2012 17:03
Sevgili Kemal,
27 Mayıs’ın sol potansiyelli bir darbe olarak görülmesinde yapılan anayasanın etkisini yadsımamak lazım.Ayrıca mal bulmuş gibi olaya bodoslama dalan ve bir şekilde hem darbeyi meşru göstermek hem de aklamak adına memleketin ne kadar özgürleştiğini ,ne kadar batıya yaklaştığını yıllar içinde pompalayan Cumhuriyet yazarlarının katkılarını da inkar etmek anlamsız olur.O zaman ki Cumhuriyet’i bir ekol(okul) olarak değerlendirirsek bu katkı daha fazla su yüzüne çıkar diye düşünüyorum.Bu durumu CHP ile birlikte de değerlendirebiliriz. Hani demişsiniz ya(ya da demeye getirmişsiniz) CHP’nin 1960 darbesinde sorumluluğu yok diye.Tabii ki kimse kalkıp 27 Mayıs generalleri solcuydu diyemez ,aklını peynir ekmekle yemiş olması gerek.Zaten çok değil üç vakit sonra darbenin asıl kimleri yediği ortaya çıkmıştır.Yıllarca içindeki cuntacılığı bir fikirsel akım olarak benimsemiş ve bu kafa yapısına gündeme uygun kulplar takmayı becermiş bir yapıdan herhangi bir siyasal akıma teşne olması beklenemez değil mi?Başlangıçlarda ayrışıyor ama sonuçlar bağlamında sizin gibi düşünüyorum.”27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül solcuların değil Amerikancı sağcıların çıkarlarını kollamak için yapılıyor.” Hem salt Amerikancı sağcıların değil ,özde Amerikan ulusal çıkarlarının.Elde ettikleri sonuçlar tartışılır,sık taktik değişiklikleri tartışılır,ayrıca kafa da karıştırır ama özde ki gerçek değişmez.
Taraf’taki tartışmaya ikbal bakış açısıyla yaklaşmanız ilginç olmuş.Sizin kadar keskin sınırlar koyamıyorum.Problemin Oğur’la ilgili tarafının PKK-KCK yaklaşımıyla ilintili olduğunu düşünüyorum.Tabii Oğur’da ki değişimin tam da sayın Başbakan’ın milliyetçi söylemleri artırdığı zamana denk geldiğini inkar edemem.Alper Görmüş kısmı ise daha çok gazete içi demokrasi ile ilgili ve bence yakın zamanda su koyverecekler.
Yazdıklarınıza ilave ben de şeytanın avukatlığına soyunayım bakalım ne çıkacak; Mehmet Bölük eski bir CHP’li,sayın Deniz Baykal’ın ”Fetullah Gülen’in samimiyetine inanıyorum” sözüne verdiği tepkiyle ünlü.Aynı zamanda sizin üstüne bastığınız Berk Üstündağ’la birlikte Akbil yolsuzluğunu dile getiren kişi.Bu arada Berk Üstündağ’ın aynı zamanda Akbil’i icat eden adam olarak bilinmesi de bir başka ilginç detay.Mehmet Bölük hem AKP muhalifi hem de CHP’yi kimliksiz politika üretmekle suçlayan bir CHP’li.”El Tayyip” kitap serisinin yazarı.Siyasetçi kimliği ve dürüstlüğü yüzünden ülkede tutunamıyor ve Ukrayna’da çalışıyor.Sanırım 2007 olmalı , Ukrayna’da geçirdiği tuhaf bir trafik kazasında hayatını kaybediyor.
Dönemde adı geçen doçentin şu sıralar Bakan danışmanı olduğu ve Fatih projesinde görev aldığı yazılıyor.Ne hikmetse google da ilk sırada çıkan sitesine ulaşılamıyor.Adına Tarbil denen tarımsal bir bilim projesinde çalıştığı ayrıca Kripto ve Yüksek Güvenlik Teknolojileri uzmanı olduğu sıkça geçiyor.Sanırım sms’lerini de başka isimli bloğundan kriptolu olarak alıp veriyor.Bu arada Akbil yolsuzluğu soruşturmasını da zamanında Adil Serdar Saçan’ın yürüttüğünü ekleyelim.Dava yargılanan 29 kişinin beraati ile sonuçlandı.Yani şöyel bir sonuç var ortada; bu doçent hem Akbil’i geliştiren hem de yolsuzluğu ihbar eden kişi,aynı zamanda şu dönemde itibarlı bir bürokrat,Bölük ise davanın en büyük takipçisi,muhalif,adeta sürgün ve trajik bir kaza ile hayatını kaybeden kişi…
Sevgiler.
17 Ekim 2012 22:17
Sevgili Demokrat,
Ukrayna’da kaza deyince hatırlar gibi oldum. Daha detaylı bakacağım.
Akbil’in muciti meselesinde gene sanırım ekşisözlükte o işin teknik olarak evvelden kullanılan bir sistem olduğunu Akbil’in icat değil de yenilik olduğunu dile getiriyordu biri. Ki haklı.
İkbal meselesinde kastımı aşmış olabilirim. Elbette kastettiğim ikbal uğruna eğilip bükülen insanlar oldukları değildi. Genç ve önlerinde uzun bir ömür olduğu ve iktidara posta koymalarının o kadar da kolay olmadığıydı.
KCK bağlamında ayrışmaları da zaten benim milliyetçi muhafazakar çevrede yetişen genç liberallerin özellikle Kürt sorunu bağlamında kolay su kaynattıklarına yönelik söyledikleriminin nedenlerinden birisi. Ama Miroğlu nereye girecek? Bir ara onun da adı Ak Parti için dolaşıyordu…
Yrd. Doç. hakkında çok fazla bilgi yok. Mehkemeye verdiği iktidarın nimetlerinden faydalanabilecek birçevresi olduğu ortada. Karadenizli bir ailenin çocuğu. Düğün şahiti de Ömer Dinçerle Radyasyonlu çay içen rahmetli Cahit Aral. Hakkında yazılanlardan sık yurtduşına çıktığı anlaşılıyor. Günahını almamak lazım. Sırf ayağını kaydırmak için bile Ergin Saygın’a onun adını vermiş olabilirler. Ama Tuncay Güney’i hatırlarsak 1999 yılında cemaat ve Veli Küçük aynı yolda adım atıyorlardı. Benzer bir durumu Ergun Poyraz ifade etmişti. Onu Ergenekondan yıllardır içerde çürüten emniyetçilerle yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş o dönemlerde.Hatta ismini de vererek Ali Fuat Yılmazer’in eski arkadaşı olduğunu Tayyip Erdoğan’ın kasetlerini askerlerin değil onların 1997’de Ankara TEM’de MGV’ye yaptıkları baskın sırasında bulup kendisine getrirdiklerini anlatıyor (4 Haziran 2012 OdaTV)
Demem o ki, Tayyip Bey’in bunları bilmemesi mümkün değil. Elbette hesabını soruyor şimdi de.
27 Mayıs ve Cumhuriyet’e gelirsek katılıyorum. Cumhuriyet 70’li yıllara yani ortanın soluna kadar pek de solda değil. 40’lı yıllarda Nadir Nadi (ki daha sonraları Demokrat Parti kurucusu olacak), siyasal islamın önemli temsiclileri Ömer Rıza Doğrul (ki Sebilürreşad’ı yani panislamcıların ana kaynağı olan dergiyi Eşref Edip’le (-ki onun da adını yukarıda yazdığım Islamic Review’da yazan Türkler listesine koyabiliriz, bu arada bir kere daha yazmıştım ama tekrar hatırlatayım söz konusu derginin 50’lerin başındaki Türkiye Temsilcisi Nurettin Doğanbey 12 Eylül’ün başbakanı koramiral Bülent Ulusu’nun kayınpederi, Nurettin Doğanbey’in babası Mustafa Doğanbey’de Uğur Mumcu’nun Rabıtasında Süleyman Hilmi Tunahan’ın İstabul’a geldiğindeki ortağı olarak geçiyor. Ailenin kutmangillerden (yani Günaydın’ın sahibi – kömür kralı ve bilimum daha yazacak çok şey var ama keseyim kendimi Soner Yalçın Küçük gibi hissettim bir an…) gelin aldığını da dile getireyim) son olarak Eşref Edip’in 1949 yılında 3. Said döneminde yani artık çevresinde arı gibi çalışan devlet memurlarını Said’i Nursinin şaşkınlıkla ve mutlu bir şekilde karşıladığı son döneminde elinden tutup hapsihaneden çıkaran kişi olduğunu da yazayım bari yeri gelmişken…) ne diyordum Ömer Rıza Doğrul (hadi bir parantez daha açayım Mehmet Akif’in damadı da olur ayrıca. :)) ve Peyami safa gibi muhafazakar şehirli İslamcıların ve de Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa gibi Enver Paşa döneminden Turancı olan ve 2. dünya savaşında Hitler’le görüşüp onu SSCB üniforması giyip esir düşen TÜrk Müslümanları Almanya ile savaşmaya razı edebileceklerine ikna eden çevrenin içinden olan (ki bu müslüman Türkler daha sonra Gehlen Örgütü olarak 2. Dünya savaşı sonrasında karşımıza çıkarak CIA’nın vurucu ve etkili bir parçası olan anti komunistler (ki bir parantez daha açayım bu Gehlen Örgütü daha sonra karşımıza gene adını Uğur Mumcunun duyurduğu rahmetli Türkeş’in arkadaşı CIA şefi Ruzi Nazar’ı bize kazandırmıştır – komunizmle mücadele derneklerinde emeği var anlaşılan)).
Demem o ki kadroya bakıncaaslında ittihat terakiden bu yana karşımıza çıkan islamcı-türkçü ve batıcı koalisyonunu görmemek mümkün değil. Bu koalisyon aslında Ziya Gökalp’in Türkleşmek – İslamlaşmak ve Muasırlaşmak diye formüle ettiği ve Demokrat Partiyi kuran koalisyon. 12 Mart sonrası Milli Cepheyi kuran koalisyon. 12 Eylül sonrası da Türk-İslam sentezi ve önce dört eğilimin ANAP’ı şimdi de Menderes – Özal çizgisinin devamcısı Ak Parti’yi kuran koalisyon.
Türkiyedeki sağ hegemonyanın benim bildiğim en muhteşem başarısı İttihatçı bu çizginin temsilcisinin bugün CHP olduğunu CHP’lilere dahi yutturmayı başrmış olması! :))
Halbuki kişi kişi, ideoloji ideoloji, yapılan işler üzerinden bütün yollar roma’ya çıkar. Bizim sağ’ımız aslında milliyetçi-muhafazakar ve batıcı sağımız net bir şekilde ittijhatçı çizgidedir. Ve tüm tarih boyunca da bu çizginin en başat kolunu milliyetçilik oluşturur. 70’lere kadar milliyetçiliğin başat algısı vatanseverlik ve Atatürk çizgisiydi (ki Deniz Gezmiş Türk Bayrağıyla Mustafa Kemal yürüyüşü yapıp antiemperyalist çizgiyi temsil ediyordu) karşısında ise amerikancı islamcı ve milliyetçiler vardı. Dünyada bir tek Türkiye’de sanırım Amerikancı milliyetçilik söz konusu! Türkeş bilindiği üzere ABD’de eğitilen ilk 16 Özel Harpçiden biriydi. Bizim Milli İstihbarat teşkilatımızı ABD kuruyor ve uzun yıllar maaşlarını veriyor. Bütün devlet kadrolarında danışmanlık hizmeti sunuyorlar. Ve yıllardır bu ülkeyi içerisinde milliyetçilerin de eksik olmadığı sağ partiler yönetiyor! Bu ne yaman çelişki? Sonra da Ergin Saygın şaşırıyor bu belgeleri TSK’dankim çıkartıyor diye. TSK düşmanı falan değilim. Sadece durum tespiti yapmaya gayret ediyorum. Türkeş’in de düşmanı değilim. Yüzyıllarca milyonlarca km toprağını Ruslara kaptıran halkın çocuklarının ABD’ye demir atmasını anlamamak mümkün değil…Ama bilmek ve hakkını teslim etmek lazım ki, Atatürk SSCB’yle iyi ilişkiler kurarak hem kurtuluş savaşını kazanmış hem de cumhuriyet devrimlerini ve ekonomisini oluşturmuştu. Elbette O’nun zamanında henüz Stalin’in yayılmacılığı depreşmemişti ama aslında alternatif de vardı. Tabii O’nun ölümünden sonra affedilen 150likler ve siyasete geri dönen turancıların 50 yıllık Almanya bağlantısı olmasaydı…
Ne diyordum, O cumhuriyet gazetesinde yer alan ve halen yazan Orhan Birgit’in 6-7 Eylül olaylarına katılması, Oktay Akbal’ın bir dönem Büyük Doğu’da yazılarının yayınlanması da dediğin gibi 27 Mayıs’ı sahiplenen sol algısına katkı yapıyor. Tabii en temel nedenlerden birisinin 27 Mayıs 1961 anayasasının 50 yıl sonrasının ileri demokrat AB yolcusu Türkiye’sinde bile henüz aşılamamış olması! 60’lı yılların Cumhuriyeti de solcu değildir. 70’lerde Uğur Mumcu, Hasan Cemal, Ali Sirmen gibi isimlerle Cumhuriyet -tabii bir de esen Karaoğlan fırtınasıyla- solcu bir kimliğe kavuşuyor. Elbette Türkiye’de sosyalist bir soldan bahsetmek çok zor. O dönemin solculuğu özgürlükçü ve sosyal adaletin ön planda çıktığı ve son tahlilde antiemperyalizm üzerinden de olsa SSCB karşıtı bir sol Cumhuriyettir söz konusu olan. Özellikle 12 Mart’ın ardından 61 anayasasının askıya alınmasına tepki olarak 27 Mayıs anayasasının savunulması sizin de ifade ettiğiniz üzere temelde bir 27 Mayıs darbesinin savunulması olmuştur. Ben kendi adıma sizin de yukarıda ifade ettiğiniz üzere ABD’nin çıkarları (ama altını çizmek isterim tekrar ABD’liler bu çıkarlarını henüz bu tip ince siyasetlerle savunmayı bilemediklerinden olsa gereke bence İngiliz’lerin parmağıyla savunulmuştur bu çıkarlar…) için yapılmış bir darbe olduğunu bilmeme rağmen bugün mahkum edemiyorum 27 Mayıs’ı. Sanırım o kadar iyi bir Cumhuıriyet okuruyum ki bu da benim aşamadığım malul yanım. 🙂 Halbuki net. Demokratik yollarla seçilmiş ve halkın desteğini alan bir hükümet cebirle yerinden ediliyor. Neyini olumlu göreyim ki? İşte Anayasasını. YÖK gibi bir ceberrutu kaldıramamış olmamıza ne diyeceğiz? (Bu arada idamlar konusunda ise hiç bir şekilde kafamda soru işareti yok ve Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuksuzluklarından biri olarak görüyorum. Balyoz davasından bile daha hukuksuz…)
Gene yazdıkça yazdım. Biraz işlerim hafifleyince böyle oluyor. Yazmaya başlıyorum. Konu oradan oraya gidiyor.Bu konularda eskiden yazabilecek çok yorumcu vardı. Artık bıraktılar gibi. Halbuki alakası gibi de olsa bugün yaşanan hukuksuzlukların kaynaklarını ortaya çıkartmazsak bir şeyin değişeceği yok. Yani tam tersine bu tip yazıların kitabın ortasından olduğunu düşünüyorum. Gönül isterdi ki bu konuları yazışalım. Daha çok şey öğrenelim. Bildiklerimizi paylaşalım ve yanlış bildiklerimizi öğrenip düzeltelim. Ama herkesin işi başından aşkın sanırım…
Sevgiler.
17 Ekim 2012 22:42
O kadar parantez açmışım ki kapatamışım. Cumhuriyet’in 40’lardaki yazar kadrosu Nadir Nadi, Ömer Rıza Doğrul, Peyami Safa, Hüsnü Erkilet ve Burhan Felek. Solda demek zor yani! 🙂
50’lerden 60’ların ortasına kadar washington muhabirinin Fred Zusy olduğunu da hatırlamak lazım…
Ayrıca CHP’ye dair yazdıklarınızda da aslında haklısınız. 27 Mayıs’ın CHP’si adını koyalım İsmet İnönü öncelikli kaygısı demokrasi değil devlet ve cumhuriyet olan bir lider. İktidarı verip demokrasiye geçişinde de öncelikli olarak kafasındakinin Ruslarının baskısından NATO şemsiyesine girerek genç Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak, bu bağlamda ABD desteğini alabilmek için gene ittihatçı çevreden çıkmış ve muhtemelen parti kadrolarının oluşturmasında en az İnönü kadar hassas davranacağını düşündüğü Celal Bayar’a iktidarı devrediyor. Yani kafasının arkasındakinin halkın yönetime doğrudan erişiminin gereği olarak çok partili döneme geçilmesinin gereği olduğunu sanmıyorum. Atatürk Cumhuriyet’inin üzerindeki SSCB baskısını kaldırıp, toplumda tek partiye olan tepkinin gene Cumhuriyet’e sahip çıkacağını düşündüğü başka bir siyasi aktör eliyle giderileceğine dönük beklentisi. İnönü’nün bence en değerli yönlerinden bir tanesi kişisel kbal ve yönetme hırsının olmaması. Kurucu kuşak idealizminn olması. Yani tahminim birisi ona ben geeceği gördüm cumhuriyet ve CHP yaşayacak dese bence emekli olmayı tercih ederdi. Kendisini tanımıyorum. Ama oğluna bak babasını tanı diye bir durum varsa bu söylediğim çok muhtemel doğrudur…
Sevgiler.
18 Ekim 2012 13:03
Vay vay Vay,
çok mu çok oluyorsunuz Sevgili Kemal ve Sevgili Denokrat,
18 Ekim 2012 14:39
Sevgili Trekking,
Vallahi bir şey anlamadım.
Sevgiler.
18 Ekim 2012 15:53
Yaptığınız Derin Analizler ve detaylı açıklamalar,olaylar için bir hoşluk yapayım dedim. Ellerinize sağlık, bilmediğimiz bir çok şeyi öğrenmiş oluyoruz sayelerinizde onun için dedim.
Bu arada klavyenin azizliği Demokrat yerine Denokrat yazmışım. Kusura bakmasın artık.
18 Ekim 2012 22:34
Teşekkürler. 🙂
18 Ekim 2012 23:33
Kemal, yukarıda ki yazılarından birinde Org.Ergin Saygun’un kitabından alıntı yapmışsın. Kitabı alıp henüz okumadım. Ancak Aydınlık Gazetesinde Eylül ayında bir kaç gün yayınlanmıştı. Orada okurken, seninde alıntıladığın bölümdeki bir isim dikkatimi çekmişti.
“Emekli Albay arkadaşı bana getirdiği bilgileri kendisine daha önce Genelkurmay Adli Müşavirliği’nde çalışmış ve halen avukatlık yapan Abdülkadir veya Abdullah Kaya isminde birisinin verdiğini söyledi.[4]”
Halen Av. yapan Abdullah Kaya, acaba Bizim Başkan’ın yani Aziz Yıldırım’ın Avukatlarından olan Abdullah Kaya mı idi? Gen Kur Adli Müşavirliğinde Çalışmış mıydı?
Araştırdıkça çok ilginç sonuçlara ulaşıyorsunuz.
Evet o Abdullah Kaya, Aziz Yıldırımında avukatı olan Abdullah Kaya. Emekli Askeri Hakim Binbaşı Avukat Abdullah Kaya.
Aynı zamanda Levent Göktaş’în da Avukatlığını yapmış. Başka ergenekon ve Balyoz sanıklarınında Avukatlığını yapmış.
Şimdilik Abdullah Kaya burada kalsın. Ergin Saygun’un kitabından gidelim. Aydınlık 19 Eylül 2012 de yayınlanan Bölüm.
“1. Ordu Komutanlığım sırasında, “2. Ergenekon” iddianamesi yayımlandıktan sonra 3[3], Kara Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşım bir Emekli Albay birtakım evraklar getirdi. Bunlar Genelkurmay Adli Müşavirliği’nce hazırlandığı iddia edilen bazı bilgi notlarının imzasız ve parafesiz şekilleriydi.
Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdim. Bana aynı evrakların kendilerine de ulaştığını, bunların bir kısmının sahte olduğu ve üretildiğinin anlaşıldığını ve durumu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bildirdiklerini söylediler.
Bu bilgileri bana getirenler, benim de Ergenekon soruşturması içine çekilmeye çalışıldığımı, emekli olduktan sonra özellikle üzerime gelineceğini, bu nedenle benimle mutlaka görüşmek istediklerini söylediler. Tanımadığım kişiler oldukları ve de devam etmekte olan bir yargı süreci hakkında görüşmek istedikleri için taleplerini kabul etmedim.”
Peki Ne oldu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına bildirilen durum la ilgili acaba? Soruşturma,kovuşturma,savuşturma ne oldu acaba?
“[4] Daha sonra basına yansıyan dinlemeler ve sahte evrakların bazılarının Adli Müşavirlik kaynaklı veya irtibatlı olması dikkat çekicidir. Genelkurmay Adli Müşavirliğinin bu işleri organize eden kişilerin ana hedef ve üslerinden biri olduğu açıktır. Nitekim basına sızan bir konuşmanın orada çalışan bir sivil memur tarafından kaydedildiği yolunda haberler yayımlandı…”
Bu sivil memur ile ilgili ne yapıldı? Neden ve ne amaçla konuşmayı kaydetmiş acaba?
Bu ve benzeri soruların maalesef hala cevabı yok?
Ergin Saygun kitabının alıntılanan bölümlerinde çok önemli 2 nokta var.
“Bir başka haberde de benim özel olarak kontrol altında olduğum, korgeneral rütbesinden bu yana bütün yazışmalarımın Emniyette bulunduğu, emekli olduktan 6 ay sonra tutuklanacağım yer alıyordu.[1]
Söyledikleri doğru olabilirdi, çünkü Balyoz iddianamesinde Çetin Doğan Paşa’ya NATO vs ile ilgili yolladığım iki mail var. Bunlara Emniyet nasıl nüfuz etti, bilmiyorum.
Yaptığım araştırmada Genelkurmay Başkanlığı neticede olayın üzerinde durmamış”
Asimetrik Psikolojik harekat yapılıyor diye bas bas bağıracaksınız ama olası bir casusluk veya fişleme olayını araştırmayacaksınız? “Öyleyse yıkıl Sezar” demekten kendimi alamıyorum. Bu kadar gaflet,dalalet içinde olabilir mi koca bir kurum?
Bir yanda imzasız e-postaları Kuran Ayeti gibi kabul edip harekete geçenler, bir yanda kendilerine gelen bilgilerin üzerinde durmayanlar? Olacak şey değil gerçekten?
2. Önemli nokta Genelkurmay Adli müşavirliği’nin bu işin merkezinde olması durumu!!!!!!!!!! Söyleyecek kelime bulamıyorum. Bunu nasıl adlandırmak gerekebilir gerçekten bilmiyorum.
İlginç bir durum daha var. Orgeneral Ergin Saygun, Amerikancı, Nato’cu, Salon subayı olarak görülüyor. Kendi kitabından ifadeleri,
“Bir başka ilginç konu da, ömrümde hiç görmediğim, tanışmadığım ve tanımadığım birtakım kişilerin benim aleyhimdeki konuşmalarının elde edilip, Ergenekon iddianamesine özenle yerleştirilmesi… Bu konuşmalarda, aleyhimde ileri geri laflar ediliyor. Özellikle de bazılarının hakaret ve küfürlü beyanları var.
Amerikancılıkla suçlandım
Konuşmalar genelde benim “Dışçı”, yani NATO’cu ve Amerikancı, salon adamı olduğum, terörle mücadeleden filan anlamadığım2[2], Genelkurmay 2. Başkanı olarak tayinleri benim yaptığım ve bu suretle de TSK üst kademesini belli görüşlere sahip kişilerden teşkil edecek şekilde üç ve dört yıldızları benim belirlediğim mealinde.
Bu fikre nereden kapıldıklarını bilmiyorum, ama bu ifadeler bana, Genelkurmay 2. Başkanlığımın ilk dönemlerinde Genelkurmay Karargâhında ABD ile yapılan Yüksek Düzeyli Savunma Grubu toplantısından hemen sonra gelen bir imzasız mektuptaki, “ABD’lilerle yapılan toplantılarda neler söylediğini biliyoruz. Senin zaten Amerikancı ve İsrail yanlısı olduğun belliydi. Bunların hesabını soracağız, elimizde geçmişinle ilgili bilgiler var” şeklindeki sözleri hatırlattı.
Merkeze emniyet ulaşamıyor
Bu tür ifadeleri içeren mailler veya internet beyanları daha sonra da görüldü. Hatta Ordu Komutanlığım sırasında da devam etti. İlgili makamlara başvurdum. Teknik olarak hangi bilgisayarda yazıldığını tespit edemeyeceklerini, böyle bir imkânları olmadığını söylediler.
Aynı mealdeki bir başka mektubu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdim ve araştırılmasını resmen talep ettim. Ama talebimden sonra bu kez, “Bu araştırmayı durdur, yoksa elimizdekileri yayımlarız” diye yeni bir mail geldi.
İlgili makam mektuplardan birinin Ankara’dan postaneye verildiğini buldu. Ancak resmi kanallardan temin edilen kamera kayıtlarının incelenmesinde bilinen birine rastlanılmadı.
Bir başka konu da, benimle ilgili olarak birisinde ele geçen sağlık raporlarım gibi bazı dokümanların, aralarında mesleki bağ bulunmayan başkalarında da çıkması… Bunları benim tanımıyor olmam veya beraber çalışmış olmamamız önemli değil. Bunun nasıl bir düzen olduğu ve içinde kimlerin bulunduğu ise meçhul.
Sağlık dosyamdan İngilizce bir rapor almışlar. Bu rapor, benim isteğim üzerine 2000 yılında kalp ameliyatı olduğumda GATA tarafından hazırlanmış, daha sonra diyabet ortaya çıkınca bu hastalıkla ilgili rapor da ilave edilmişti.
Görev gereği yurtdışına gittiğimde rahatsızlanırsam derdimi anlatamam, raporları doktorlara gösteririm, rahatsızlığımın ne olduğunu anlarlar diye hazırlatmıştım.
Devletin Emniyet kuvvetlerinin kendilerine bir türlü “ulaşamadığı” mail’ciler ya da (“mail’ciler merkezi”) bu rapora taktılar. Herkes için İngilizce rapor hazırlanmadığını, benim için hazırlanmasının sebebi ise ABD’ye gittiğimde kök hücre nakli yaptıracağım için sağlık bilgilerimin Amerikalılara aktarılması olduğunu ileri sürdüler, sürmeye devam ettiler. Hatta kök hücre nakli yaptırdığımı da yazdılar.”
Bir ilginç not ta Ergin Saygun, Tümgeneral likten itibaren izlenmeye başladığını yazıyor. Yani 1998 de!!!!!!
Şimdi dönüyoruz Abdullah Kaya ‘ya.
Av.Serdar Öztürk le beraber Levent Göktaş’ın Bir süreliğine Av.yapıyor Abdullah Kaya. Ve Serdar Öztürk, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bazı subayların cunta örgütlenmesi içinde olduklarına ilişkin ihbar mektubunu yazdığını iddia ettiği kişi de emekli askeri hakim binbaşı avukat Abdullah Kaya’dan başkası değil.
Ve Meşhur ıslak imza davasında tanık olarak dinleniyor Abdullah Kaya.
16.5.2011 tarihinde yapılan Balyoz 120. celse de
“Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu: “Bu ek ifadeniz sırasında avukatınız olan Abdullah Kaya.”
Sanık Mustafa Levent Göktaş: “Evet.”
Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu: “Size herhangi bir şekilde zorlama, yanıltma gibi bir eylem içerisine girmiş midir?”
Sanık Mustafa Levent Göktaş: “Hayır.”
Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu: “Tahliye edileceksin bunun karşılığında.”
Olay şu.
Abdullah Kaya, Zekeriya Öz’le görüşüyor. Zekeriya Öz kendisine diyor ki, “51 nolu DVD ile ilgili tereddütlerimiz var. Bununla ilgili tereddütlerimizi gidermek maksadıyla Levent Göktaş’ı eğer ek ifade için dilekçe verip de buraya getirebilirsen delil değişikliğinden, delilde meydana gelen değişiklikten dolayı tahliye edebiliriz.”
Müvekkiline gelip anlatıyor Abdullah Kaya doğal olarak. Hakim bu konuyu soruyor Levent Göktaş’a .”Zorladımı seni ek ifade ver karşılığında tahliye edileceksin” diye baskı yaptı mı diyor.
Devam ediyor Hakim,
Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu: “Avukat kökenlisiniz sonuçları biliyorsunuz ve bu konu Serdar Öztürk tarafından özellikle yoğun bir şekilde gündeme getirildi bu yüzden biz o dava kapsamında Abdullah Kaya’nın tanık olarak dinlenilmesine karar verdik. Yani ihbar mektuplarını yazan kişiler içerisinde Abdullah Kaya’nın da olduğunu iddia etti Serdar Öztürk.”
Sanık Mustafa Levent Göktaş: “Onu bilmiyorum ben yalnız bana işte dediğim gibi geldi bu şekilde bir teklifte bulundu bende olur dedim, gidebiliriz dedim yani.”
Mahkeme Başkanı: “Abdullah Kaya sizin müdafiliğinizi Serdar Öztürk’ten sonra mı yaptı?”
Sanık Mustafa Levent Göktaş: “Serdar Öztürk’le beraber devam ettiler Sayın Başkanım. Serdar Öztürk’le beraber devam etti yani o da devam etti, o da devam etti. Serdar Öztürk tutuklanana kadar.”
Mahkeme Başkanı: “Yani sizinle bu konuşmayı Serdar Öztürk bilir mi?”
Sanık Mustafa Levent Göktaş: “Serdar Öztürk’e ben söyledim dedim ki ya böyle böyle ek ifade gidebiliriz dedi şey Abdullah Kaya. Dedi ki böyle böyle bir şeyler var falan dedim ben tekrar dedim DVD ile ilgili sorular soracaklarmış hem dedim fırsattan istifade gittiğimizde bu Fikret Emek’te çıkan belgelerinde gayrinizami harp kursuna ait belgeler olduğunu da söyleriz dedim. Serdar karşı çıktı dedi ki komutanım sakın gitmeyin dedi işte dedi şöyledir böyledir baya bir baskı yaptı Serdar gitmeyeyim diye yani oldukça baskı yaptı.”
Deştikçe neler çıkıyor.
Bu arada Ergin Saygun’un kitabında bahsettiği Çetin Doğan’a gönderdiğini söylediği Nato ile ilgili 2 mail ve bu maillerin Emniyetçe bilinmesi hikayesi de çok ilginç. Bilahare bu konuyla ilgili araştırmalarımı yazacağım.
19 Ekim 2012 15:39
Kemalciğim,
CHP dedin de aklıma geldi,bu dönem herhalde en zor şey olsa gerek CHP’li olmak.Aynen Fenerbahçeli olmak gibi.Binbirçeşit spor olayı yaşanıyor ülkede ama bakıyorsunuz aynı anda 9 tv kanalı Fenerbahçe’yi konuşuyor hem de her biri 3 satten az olmamak üzre.Tabii bu biraz da Fenerbahçe’nin geniş bir toplumsal yelpazede kabul görmesinden ve ‘populer’ olmasından kaynaklanıyor ama bittabi ki ‘collateral’ bağlar da var.O hesap akşam yine CHP revaçtaydı,bakıyorsunuz konu kel-alaka bir konu da olsa söz bir şekilde dönüp dolaşıp CHP’ye geliveriyor.Sağdan soldan bu kadar girdisi olan bir yapının hala ayakta olması da bir dilemma.
Hayatım boyunca bu dönemdeki kadar değişik ve çetrefil girdilere şahit olmadım.Aynı çatı altında buluşan insanlardan bir bölümü ‘parti’yi yeteri kadar ‘sol’cu ve ilerici bulamazken,hemen yanındakiler -nasıl oluyorsa artık- yeteri kadar vatansever ve milliyetçi bulamayabiliyor.Bir kısmı MHP’ye teşne olmakla eleştirirken bir diğer kısmı BDP’nin Meclis stepnesi olmakla eleştiriyor.Endazesi kaçmış bir kısım sözde CHP’li çıkıp sayın Kılıçdaroğlu’nun alevi kimliğini rahatsız edici buluyor,bir diğer kısım alevilerle ilgili çalışmalarda AKP’nin bile gerisinde kaldığını düşünüyor(ki ben de böyle düşünüyorum).Altı okun altısının da altının oyulduğunu düşünenlerle artık bu ‘altı’ rakamının sorgulanmasını isteyenler aynı çatı altında.Uludere’ye lanet okuyanlarla daha çok Uludereler özlemcileri nasıl oluyor da birlikte el kaldırıyor inanılır gibi değil.Tabii böyle bir yapıda başkan ya da sorumlu olmak da zor ister istemez yanlış anlaşılmalara sebebiyet verip,ikilemli açıklamalar yapmak zorunda kalınıyor.Bu tabloyu ancak bir vesileyle karşısında görünce ya da düşününce anlıyoruz zorluğu.Dedim ya zor bu ülkede CHP’li olmak.Hem evrensel değerlere sahip çıkacaksınız hem de kürtçe eğitime karşı olacaksınız,hem insan hakları diyeceksiniz hem de kamu da başörtüsüne karşı direneceksiniz.Suriye’de çocuklar öldürülürken parti içi dengeler diye bağrınıza taş basacak ulusalcı kesimi zaptetmek için taklalar atacaksınız ama mesela sosyalist enternasyonel bağlamında dilleriniz lal olacak.Gerçekten anlıyorum sayın Kılıçdaroğlu’nu.Hiçbir eski CHP başkanı böyle bariz köşegenli bir pozisyon karşısında kalmamıştı bugüne kadar.Ne diyeyim inşallah prangaları kırar da ülke nefes alır biraz.
Bir de, yine uzun bir süredir kafamı karıştıran bir konu var;maaşallah memlekette her türlü darbeyi araştırmak için komisyonlar kurulmuş,mahkemeler açılmış,siteler yapılmış.İşte 12 Eylül’dü 28 Şubat’tı,27 Mayıs’tı inceleyip araştırıyorlar,iyi de oluyor bir anlamda ama her ne hikmetse memleketin aydınlarına en büyük kötülüğü yapmış olan dolayısıyla toplumsal gerikalmışlığa yaptığı en tahripkar katkılarıyla rekorlar sahibi 12 Mart insafsızlığı ile ilgili tek bir çalışma yok.Ne yani orada ezilenler solcu,sosyalist,komunist olduğu için mi herhangi bir değere layık görülmüyorlar?Neden bu araştırılan darbeler arasında sözü geçmiyor?Benim darbem(ya da bana yarayan) iyidir,senin ki tu kaka mı acaba?
Sevgiler.
19 Ekim 2012 18:02
Sayın Demokrat,
12 mart’ı araştırmazlar,çünkü ÜÇ FİDAN’ın hesabını sormak işlerine gelmez.
20 Ekim 2012 14:32
Sayın Solmaz,
Aynı 27 Mayıs mahkemelerinin kararları gibi,12 Mart mahkemelerinin kararları da üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala ”halk mahkemelerinde” tartışılmaya ve konuşulmaya devam ediyorsa bu davalar bence kapanmamıştır.Demokrasi sevdalısı ve talepkarı olduğunu iddia eden bir hükümetin ayrımcılık yapmadan,ajitasyona başvurmadan bu konuların üzerine gitmesini ve şark kurnazlığına başvurmamasını beklerdim.Aslında mahkeme 6 Mayıs 1972 de halk vicdanında başlamıştır ve hala devam etmektedir.O dönem bence Türkiye Cumhuriyeti aydınlanma tarihine geçecek ibretlik olaylarla doludur ve aslında işkence ve insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönemdir.Kimileri gibi 28 Şubat’ın araştırılması abesle iştigaldir demeyeceğim(gereklidir) ama bu yaşanmış ve acılarla dolu dönemin araştırılmaması başlıbaşına bir samimiyetsizlik ve adaletsizlik göstergesidir.
Tabii ki 12 Mart dönemi salt Deniz’lerden müteşekkil değildir öncesi ve sonrası vardır.Ancak sanıyorum mevcut iktidar o dönemin araştırmasından çok -dediğiniz gibi- bu davada ortaya çıkacak hukuksuzluklardan ve bunu bir şekilde kabul ediyor görünmekten çekinmektedir.Çünkü bu davada cinayet işleyen askeri,mahkemesi,yargıtayı ve Meclisi ile külliyen devlettir.Yetmemiş Kızıldere’de kıstırılmış ve biraz beklenme ile yakalanabilecek olan Mahir Çayan ve arkadaşları hunharca katledilmiştir.Daha sonra başlatılan Mc Carthy’ye rahmet okutan cadı avları henüz zihinlerdedir.
Avukat Joseph N. Welch şu soruları sorarken;
”Senator, may we not drop this? We know he belonged to the Lawyers Guild. Let us not assassinate this lad further, Senator. You’ve done enough. Have you no sense of decency, sir? At long last, have you left no sense of decency?…
….Mr. McCarthy, I will not discuss this further with you. You have sat within six feet of me and could have asked me about Fred Fisher. You have seen fit to bring it out. And if there is a God in Heaven it will do neither you nor your cause any good. I will not discuss it further….”
düşündüm ki çok benzerleri bizim ‘üç fidan” davalarında bolca sorulmuş olmasına rağmen cevap mahkeme başkanından ancak milletvekili olduktan sonra gelmiştir;”Biz görevimizi yaptık” yani ”bize biçilen rolü oynadık”.
Şimdi de tarih Güllü Salkaya’da biçimleniyor ve Salkaya ilerde vicdanlarımızdan hesap soracak.
20 Ekim 2012 17:09
12 martı soruştururken birden karşılarına Ziverbey köşkünde işkenceden geçirilen İlhan Selçuk çıkar diye korkmuşlardı belki,hani Ergenekoncu diye göz altına alınan İlhan Selçuk.Mazallah araştırırken belki yanlışlıkla Gladio’nun kuyruğuna basıverirler. Sonra Kızıldere’deki operasyonu kimin yönettiği filan ortaya çıkıverir.
21 Ekim 2012 16:13
Tüm gerçeklerin ortaya serilmesi gerekir artık ve fakat bu arınmadan İlhan Selçuk’un ellerini temizlemiş olarak çıkacağından o kadar emin değilim .Dedim ya benim cuntam iyidir mantığı güdülmezse ancak tarih doğru yazılır.
21 Ekim 2012 19:21
Kızıldere operasyonunda öldürülmeyen sadece Ertuğrul Kürkçü, niye acaba? Diğerleri provokatör ajanın tuzagına mı düştü acaba?
17 Ekim 2012 18:08
Yani gerçekten de odanın dışından içerideki yazışmaları o zayıf elektromanyetik dalgalar üzerinden tespit etme, konuşmaları da gene camdaki titreşimlerden takip etmek mümkün.
Bunu hangi mesafede, hangi cihazlarla yapıyorlarmış acaba?
Ayrıca insan konuşmaları camda nasıl titreşime yol açıyor acaba? Bunun için çok yüksek volümlü ses gerekmez mi? bana pek mantıklı gelmedi…
17 Ekim 2012 23:11
Sevgili Adalet Savaşçısı,
Bir televizyon programında görmüştüm. Bir havuza uzaktan kumandalı oyuncak bir tekne koyuyorlar. Sonra onu kıvrılan bir rotayla havuzun öte tarafına gönderiyorlar. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra eğitimli bir fok koyuyorlar. Fok aynı rotayı takip ediyor. Sonra fok’un gözlerini kapatıyorlar. Gene aynı rotayı takip ediyor. Bıyıklarını kapattıklarında ise fok hareket edemiyor. Bıyıklarındaki alıcılar o kadar hassas ki oyuncak teknenin bıraktığı kimyasal izi takip edebiliyor.
Kedileri hiç sinek yakalarken gördünüz mü? Küçücük patileriyle havada uçan kara sineği pat diye indiriyorlar. Biz koca ellerimizle yapmıyoruz bunu. Ama kediler o kadar hızlı ki…Bir saniyede yaptığınız hareketi saniyenin onda birinde yaptığınızı düşünün. Yani dünyadaki herşey aynı hızda kalsın ama siz on kat daha hızlı olun. Bir anlamda on kat daha uzun bir yaşamınız olur. (Rölativitenin bir açıklaması!). Neyse o saniyenin onda birinde kara sinek aslında çok az yer değiştirirken siz elinizle onu armut gibi tutuverirsiniz…Aynen matrix’teki Neo gibi…
Şimdi bu iki örneği üstüste düşünelim. Eğer benim çok hassas alıcılarım varsa, o kadar hassas ki normal bir insanın varlığını algıladığı kokuların, seslerin 10 katı, 100 katı ya da 1000 katı tamamını algılayabilirse ben doğal olarak ortamda var olan ama sizlerin göremediği, duyamadığı, koklayamadığı pek çok şeyi görür, duyar ve koklarım. Yani bir şeyin varlığı veya yokluğu aslında kişinin alıcılarına göre rölatif bir durumdur.
İnsanları genetikleriyle oynayarak bunu yapamıyorsak (henüz!) o zaman bunu yapabilecek alıcıları olan aygıtlar geliştirirsem, siz ne bileyim bir gram koku olduğunda kokuyu alırken ben bir molekül boyutunda kokuyu tespit edebilirsem sizin için kokmayan her ortam benimo alıcım için kokuyor olur.
Ekranların yadığı elektromanyetik dalgaları yeterince uzun zaman beklersek ve elinizde yeterince hassas bir alıcı varsa uzayın öbür tarafında bile belirleyip ekranınızı okumak mümkündür. Bu dediğimden çok eminim. Sadece teorik olarak belli bir mesafeden sonra ortam gürültüsünün içerisinden bilgiyi alıp anlamlandıramamanın da bir limiti vardır. Bilemiyorum tabii bu limit nedir. Ama bir odanın içerisindeki konuşmalar gene dalgalar olarak sonsuza yayılır. Eğer cam varsa o camda titreşme yaratır. Eğer sizin lazer gibi hassas bir ölçüm cihazınız varsa bu titreşimleri anlamlandırabilirsiniz. Bu dediğimden de gayet eminim. Şöyleki aslında hoparlör dediğiniz şeyden çok da farklı bir teknoloji değil. Nasıl elektrik sinyallerinin bir röle üzerinde farklı voltajlarda geçmesini hoparlörün yüzeyi ses dalgasına çeviriyorsa camdaki titreşmeler nedeniyle farklı şekillerde yanıyacak olan lazer dalgalarının geri alınmasıyla elde edilecek farklılığın, farklı elektrik akımlarına oradan da farklı ses dalgalarına çevrilmesi çok da büyük sorun değil.
Demem o ki, mucizevi olan internet üzerinden radyo dinlememiz. Siz o teknolojiye erişmişseni yüzlerce metre ileriden camın arkasındaki konuşmaları dinlemek çok da büyük yenilik değil! 🙂
Sevgiler.
Not: 90’lı yıllarda metrelerce ileriden bir bilgisayar ekranındaki görüntüleri anlamlandırmak elektirk mühendisliğinde okuyan bir tanıdığımın 4. sınıf bitirme projesiydi. Aradan 10-15 yıl geçince bu metrelerce ilerisi bayağı artmıştır, üstelik de arada cam gibi engeller olduğunda dahi edinilebilir hale gelmiştir. Nitekim yukarıda adını verdiğimiz hoca 2003 yılında bankanın içerisindeki ekrandan şifrenin nasıl elde edilebilecğeini öğrencilerine anlatıyor. Koca hoca yalan söyleyecek değil ya! 🙂
17 Ekim 2012 23:24
“…Nasıl elektrik sinyallerinin bir röle üzerinde farklı voltajlarda geçmesini hoparlörün yüzeyi ses dalgasına çeviriyorsa camdaki titreşmeler nedeniyle farklı şekillerde yanıyacak olan lazer dalgalarının geri alınmasıyla elde edilecek farklılığın, farklı elektrik akımlarına oradan da farklı ses dalgalarına çevrilmesi çok da büyük sorun değil…”
Burada farklılık dediğim bizim konuşmalarımızdaki farklılık. Örnek vereyim. “Benim” dediğim zaman ses tellerim farklı titreşimler yapar ve uzaya “Benim” olarak adını vereceğim kabaca yarım saniye süresince farklı (bir araya geldiklerinde “Benim” olarak duyulan) dalgalar yayar. Cam gibi bir yüzeye yarım saniye boyunca çarpan bu dalgalar camın da yarım saniye boyunca farklı şekilde titreşmesini sağlar. Hassas bir kulağınız olsa Cam’ın titreşerek “Benim” dediğini duyarsınız. Neyse hassas kulağınız yoksa camdaki titreşimleri hassas bir şekilde ölçebileceğiniz bir lazer kullanırsınız. Lazerin yansımasından o yarım saniye boyunca camdaki farklı titreşimleri uzak bir noktada olan ve lazeri cama gönderip geri alan alıcılarınıza eriştirebilirsiniz. Bundan sonrası işte temelde hoparlör ne iş yparsa onu yapar. Yarım saniye boyunca farklı şekilde yansıyan lazer ışınlarını elektrik akımına çevirip hoparlöre gönderirsiniz. Ve hoparlörden “Benim” sesini duyarsınız. Size kalan record tuşuna basmaktır. İnternette evde yapım tarifi verilen yüzlerce metreden dinleme yapmanızı sağlayacak aygıtlar var. Bakarsanız görürsünüz.
Asıl mantıksız olan benim ses tellerimin çıkardığı o seslerle sizin “Benim” dediğimi anlamanız alsında! 🙂 Bunu gerçekten de tam manasıyla anlamak bana zor geliyor. Ya da çekim kuvvetini falan.. 🙂
Neyse umarım bu yukarıda yazdıklarım daha açıklayıcı olmuştur.
Aklıma sevdiğim bir söz geldi, insanların yumurta ve sperm gibi tek hücrelilerden geldiğini kabullenen insanlar, insanlığın tek hücreden geldiğini neden kabullenemez diyen evrimci birisinin sözü…
Sevgiler.
17 Ekim 2012 23:33
…son olarak dinlemelerin önemli bir kısmının ortam dinlemesi olduğunu düşünüyorum. Ama Osman Paksüt’ün bir ara gündeme getirdiği gibi uzak bir mesafeden dinleme yapan ve kendisini takip eden bir araçta olan cihazların da Türkiye’de olduğunu biliyoruz. Hanefi Avcı dile getirmişti. Bunları kim almış, kim kullanıyor bakın suçluları yakalarsınız diyordu…
Koca araç…
Devlet herşeyi biliyor elbette. İktidar zaten bu yüzden sorumlu. Taaa ilk başta yazdığım gibi üç-beş kişiyi bu süreçte linç ederek ellerini temizlemelerine izin vermememiz lazım.
Sevgiler.
18 Ekim 2012 00:18
Youtube’da Laser Spy Final Version.avi olarak taratın. Sanırım 20 dolara yapılabilen bir sistem. İnternette adım adım nasıl yapacağınızı da yazıyor. Videoda göreceğiniz üzere yolun karşısındaki evde konuşmayı dinliyor. 🙂
Sevgiler.
18 Ekim 2012 11:25
Kemal Bey,
Kedi besleyen biri olarak kediler hakkında bilgim vardır. Kedilerin de bıyıkları bu tür işe yarıyor. Mesela 50 cmye kadar mesafede önünü göremiyor ama bıyıkları sayesinde hemen önündekini buluyor.
Böyle bir şeyi geliştiren olduysa, buna karşı önlemi de geliştiren olmuştur mutlaka. Aksi takdirde dünyada dinlenmeyecek yer ve kişi kalmaz değil mi? Nasıl ki jammer denen cihazla sinyalleri kesiyorlarsa, bunu engelleyecek bir cihaz da vardır.
Hanefi Avcı’nın bir tanıdıgıma şunu dediğini biliyorum. Biz bir araca bir cihaz takarız. O araç nereye giderse gitsin onu takip ederiz. Yani araç kaybolmaz.
Şimdi bakacağım youtubea, merak ettim…
18 Ekim 2012 14:44
Sevgili Adalet Savaşçısı,
Teknolojinin ilerlemesinde doğanın gözlemlenmesinin ağırlıklı rolü var. Zaten doğa bilimlerinin temel bilim olma nedeni de bu.
Telefondan, kameraya, uçaktan robotlara hepsi doğada bu iş nasıl oluyorun düşünülmesinden çıkıyor.
İnsanların en zayıf algıları koku alma kabiliyetleri. O yüzden koku üzerine yeterince araştırma yapılmamış durumda. Bir diğer zafiyet farklı dalga boylarının algılanmasında.
Kedilerin duvarın arkasında olup biteni algılayan bıyıkları sanırım arkadaki hareketin yaydığı elektromanyetik dalgalardan kaynaklanıyor. Bir gün daha iyi anlayan birileri çıkarsa muhtemelen piyasada kullanacağımız bir ürüne dönecektir diye düşünüyorum.
Kedinize selamlar.
18 Ekim 2012 17:12
Teşekkürler,
Evet doğru, bir de bildiğim kadarıyla kediler gece ve gündüz aynı görüyor. Kedi gözü denen farı bundan yararlanıp yapmışlardır herhalde.
Hayvanların özellikleri insanlarda olsa, nasıl olurdu tahmin bile etmek zor.
Koku konusunda bilim adamları büyük beyaz köpekbalığını örnek almalı veya alıyorlardır bile muhtemelen. Bildiğim kadarıyla 1 damla kan kokusunu okyanusta 5 km öteden alabiliyor. Aynı zamanda da bir volt elektriğin bir milyonda birini su içinde algılayabiliyor. Rakamlarda yanılıyor olabilirim tabii. Zaten bilim adamlarının tek kelimeyle mükemmel diye tanımladıkları bir hayvan. O algılar insanda olsa, o zaten insan olmaz, tanrı olur herhalde…
18 Ekim 2012 21:49
Dinlemeler ile ilgili olarak “İlhami Yangın – Cümbür Cemaat” adlı kitap tavsiye olunur.
18 Ekim 2012 00:41
=====Zaten Ergin Saygun’da kimsenin ve telefonun olmadığı bir odadaki konuşmasının sorguda karşısına getirilmesine şaşırıyor..=======
Odanin icinde dinleme cihazi olmadigini nereden biliyoruz? Elektronik manyetik dalgalardan once neden bu kadar basit bir yolu dusunmuyoruz anlamadim. Ordunun icinde cagdas olmayan, Ataturk ve Cumhuriyet dusmani kostebek subaylar oldugundan kimsenin suphesi yok. Boyleleri odaya dinleme cihazi da koyar herseyi yapar.
18 Ekim 2012 15:23
Sevgili Ümit,
Bence de dinlemelerin çoğu ortam dinlemesiyle yani mekandaki bir aygıtla yapılmıştır. Ama Ergin Saygun “askeri bir mahalde” diyerek sanırım “temiz” bir mekan olduğunu işaret ediyor. Bir de bu cihazların koyulması ve kaldırılması v.s. riskli işlemler. Uzaktan bir dinleme ise daha temiz ve farkı daha zor olan bir işlem. Bilemiyorum elbette. Dediğiniz gibi daha basit düşünmek en doğru yaklaşım olur ama açıkçası uzaktan lazerle dinlemek, mekana böcek koyup dinlemekten daha basit gibi geliyor bana…
Sevgiler.
18 Ekim 2012 19:31
Sayın Kemal,
Mekana böcek koyup dinlemeye gerek yok,istenirse o dinleme aracı bir üniforma düğmesine bile saklanabilir.Ben 80 li yıllarda yani bundan otuz yıl önce Amerikan üslerinden birinde PX denilen yerde çalışan bir arkadaşımdan dinlemiştim,Amerikallar orada çalışan Türkler Amerikan malı birşey alamasınlar diye çalışanların dinlenme odasının havalandırmasına küçücük düğme kadar bir şey yerleştirmişler ve binlerce metre çekim yapmışlar.Orada çalışanlardan birisi tesadüfen havalandırmada parlayan bir şey görmüş ve süpürgeyle yere düşürmüş.Henüz ne olduğunu anlayamadan Amerikan polisleri anında ellerinde silahlarla odayı basmışlar.Bu düğmeye benzer küçücük ,kablosuz aletle adamlar otuz sene önce uzaktan çekim yapıyorlar , kimbilir şu anda neler yapıyorlardır.Bu arada Ümit’in dediği gibi bu işleri yapanların köstebek subaylar olduğuna inanıyorum ama çağdaş olmayan sözüne katılmıyorum.Onlar bal gibi de çağdaşlar ve arkalarında başka bir devletle işbirliği içinde olmadan asla bu işlere kalkışamazlar.Yayınlanan bazı videolarda da polisler kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda Amerikalılardan eğitim aldıklarını itiraf ediyorlardı hatırlarsanız.
19 Ekim 2012 01:50
Sevgili Solmaz Türk,
İşin ilginç yanı bu tip aygıtların artık çok ucuz maliyetleti var. Buna rağmen gene de az rağbet görüyorlar. Ne bileyim ben karşı komşumuzu ya da bakkalı falan dinlemeye çalışmıyorum. Sanırım dinlemem için bir neden yok diye. 🙂
Aslında dinlemek ve ifşa etmek, bunun karşılığında da birilerinin geleceğini kapatmak, ya da bir kurum içerisinde istemediklerini tasfiye etmek bayağı ucuza yapılabilecek durumda.
Özünde Balyoz’da toptan yapılan işi tek tek yapmak da bir alternatif. Nitekim bunu da yapanlar oldu. Siyaset yeniden dizayn edildi.
Bir başka yol daha var. Henüz internetin ilkel dönemlerinde görüntü vs. yaymak zorken iftira siteleri vardı. Belki hatırlarsınız yolsuzluk nokta com bunun örneklerindendi. Orada da bir kurumda ahlaksızlık yaptığı iddiasıyla birileri kamuoyuna duyuruluyordu. Sonuç alınması bekleniyordu.
Mehmet Bölük’den bahsedince internette biraz araştırma yaptım. Yolsuzluk nokta org’un sahibiymiş. archive nokta org üzerinden siteye bakınca gördüğüm kadarıyla derli toplu ve mahkemeye intikal etmiş olan davaları daha çok yayınlamışlar. Zaten bunun üzerine aklıma yolsuzluk nokta com geldi. Ona da baktım. Tam bir iftira sitesi.
Yolsuzluk nokta com’un ilginç bir yanı var. Mehmet Eymür atin nokta org’da polemiğe giriyor bu siteyle. Hatta bir yerde “sizin kim olduğunuzu biliyorum” diye üstü kapalı tehdit ediyor. Necip Hablemitoğlu öldürüldükten sonra bu sitede “Hablemitoğlu bizimle bilgi kaynağımızdı. Onu vuran alçakların kim olduğunu biliyoruz. Açıklayacağız.” diye bir yazı asılıyor. Zaten Mehmet Eymür’le onun üzerine polemik başlıyor. Eymür “Açıklayın şu alçakları” diyor…
Komik olan Hablemitoğlu Köstebek’te bu siteyi doğrudan hedef alarak onun Fethullahçı bir dezenformasyon sitesi olduğunu dile getiriyor! Kendilerini kemalist gösterip TSK’yı yıpratmayı hedeflediklerini yazıyor.
Hablemitoğlu, Köstebek’te aslında (bence) hatalı bir sınıflama yapıyor. Şöyleki mesela Tahir Kumkale’yi de Fethullahçı diye niteliyor. Gerçekten de bir yanıyla bakınca Tahir Kumkale o dönem Fatih Üniversitesinde Atatürkçülük ve İnkılap Tarihi dersleri veren hatta sanırım bir birimin başında olan birisi. Tahir Kumkale, Ertuğrul Zekai Öke, Oğuz Kalelioğlu gibi isimler aslında 12 Eylül döneminin etkin isimleri arasında. Etkinlikleri de yukarıda dile getirmiş olduğum Toplumla İlişkiler Başkanlığının kurucuları arasında olmalarından kaynaklı. TİB Türkiye ve Avrupa’da ki Türkler arasında istihbarat ve yönlendirme çalışmaları yapan, özünde 12 Eylül Anayasa’sının MGK’ya verdiği psikolojik savaş yapma görevini yerine getiren birim.
Tahir Kumkale, 2000’lerdeki yazılarında Fethullah Gülen’i ve cemaatini olumlayıcı yazılar yazıyor. Sonra araları bozuluyor ve Fatih Üniversitesinden ayrılıyor. Bugün askerhaber nokta com’da yazıyor ve cemaate oldukça düşman. Sanırım Erbil Tuşalp’in Şeriatı Beklerken kitabında (kaynak belirtmeden aktarmış- sayfa 196) Oğuz Kalelioğlu’nun 12 Eylül sonrasında (1982’de, Erzurum) Nurcularla iletişime geçip her ne kadar onları çok tanımasa da vatana millete faydalı olma olasılıklarına binaen onlarla iyi ilişkiler geliştirmesine dair yukarıya rapor vereceğini anlatıyor. Oğuz Kalelioğlu 28 Şubat döneminde emekli ediliyor ve sentezci olarak bilinen Diyanet İşleri Başkanı Nuri Yılmaz’ın danışmanı oluyor. Bugün 28 Şubat soruşturması kapsamında gözaltında (ki bu bana ilginç geliyor. Dediğim gibi bence 28 Şubat’ta zarar görenler arasında aslında…). Ama 12 Eylül’ün sentezci görüşlerini yayma bağlamında bir soruşturma açılsa ismi ilk yazılması kişiler arasında…
Neyse çok uzatmayayım. Hablemitoğlu Nurcuları ve başka islami cemaatleri kullanan TİB’i dediğim gibi 1988 yılından itibaren deşifre edip (yukarıda bahsetmiş olduğum Hürriyet haberinde – sahte doktoralı kurmaylar), Köstebek kitabında da onları toptan fethullahçı olarak niteliyor. Yani yolsuzluk nokta com’u fethullahçı diye nitelerken o dönemde bu iki kesimin birbirne çok yakın olmasından dolayı yanılmış da olabilir.
Çünkü Mehmet Eymür bu siteyi bayağı sert eleştiriyor ve açıkçası o dönemde de cemaatle yakın olduğunu düşünüyorum (buna bir bakmak lazım aslında…). Yıllar içerisinde yolsuzluk nokta com’un Hablemitoğlu tarafından beslenildiği iddiasını bir ara onlarla bu bağlamda polemiğe giren ve üstü kapalı tehdit eden Eymür dillendirmeye başlıyor! Hatta 2009 yılında “Hablemitoğlu bu tip çok taraflı ilişkilerin kurbanı oldu” demeye getiriyor. Hem Zaman hem de Abdurrahman Şimşek (ki MİT-Cemaat krizinde Baransu onu MİTçi olarak nitelendirmişti…) hem de bu sayfadaki ilk yazımı yazma nedenim olan Önder Aytaç bu iddiayı tepe tepe kullanarak “Hablemitoğlu’nu Ergenekon öldürdü” demeye başlıyorlar.
Halbuki Mehmet Eymür açıktan dezenformasyon yapıyor. Hablemitoğlu’nun Köstebek’ini okumamış olması mümkün değil, kitap içerisinde Eymür çok kereler anılıyor. Zaten Hablemitoğlu’yla da bayağı polemiğe giriyor Eymür. Benim anladığım kadarıyla Eymür ya mecbur ediliyor böyle bir demece ya da birilerini bu demeçle korumaya karar veriyor. Öte yandan Hablemitoğlu’nu öldüren Ergenekon’dan kasıt TİB kökenliler ise bu çok uzak bir ihtimal olmayabilir…
Eymür’ün bir şeyler bildiği kesin. Bir yazısında TIB’de görevli Abdulhaluk Çay ile kayınbirader-enişte ilişkisi olduğunu yazıyor. Başka bir yazısında ise sonsaniye nokta net (ki o dönemde anladığım kadarıyla Nuh Gönültaş’ın sahibi olduğu bir site) alıntı yapıyor (muhtemelen mahlas) ali alperen diye bir yazardan. O yazıya göre de Hablemitoğlu Abdulhaluk Çay ve Sadi Somuncuoğlu’yla kavgalıymış…
Merak ediyorum. Gerçekten Abdulhaluk Çay ve Hablemitoğlu akraba mı yoksa hasım mı?
Öte yandan bir diğer merakım da yolsuzluk nokta com sentezcilerin mi yoksa cemaatin mi?
Sanırım bu soruların yanıtları Hablemitoğlu’nun cinayetinin faillerine daha fazla yaklaştıracak bizleri…
Aynı zamanda Balyoz’un arkasındakilere de…
Neden mi?
Yolsuzluk nokta com aslında ilk başta dediğim gibi Balyoz’la ortak hedefi güdüyor. Karala ve tasfiye et. Çetin Doğan’dan Engin Alan’a hatta ismi amirallere suikastta geçen yüzbaşılara kadar çok fazla isim o sitede uyuşturucu-fuhuş-yolsuzluk v.s. ile anılıyor.
Bir noktada genelkurmay bu siteyi mahkeme kararıyla yasaklatıyor ve sitede adı anılanlar hakkında hiç bir soruşturma yapmayacağını amaşlarının sadece karalama olduğunu belirtiyor.
Belli ki o site (ve benzeri siteler) ile sonuç alamayanlar kendilerinesonuç alacak başka bir yol buluyorlar.
Sevgiler.
18 Ekim 2012 00:59
CHP’li Mehmet Bölük’un trafik kazasini esrarengiz yapan nedenleri bilen var mi? Fethullah Gulen’e ve AKP’ye dokunan herkes ya canindan oluyor ya da duzmece Ergenekon’dan iceri atiliyor.
27 Ekim 2012 20:06
Kemal yazılarında manipülasyon yapıyor. Devlet kademelerindeki “masonlar” dan her nedense hiç bahsetmiyor. 1930’lu yıllardan beri devlet kademelerinde etkili bir gücü es geçiyor. Hanefi AVCI’da kitabında onlardan es geçiyor. Ne tesadüf, Kemal hangi mason locasında tekris edildin. Dezenformasyon bizimde hakkımız ! Bu konu hakkındaki görüşlerini yazsanda bizde aydınlansak !
29 Ekim 2012 02:13
Kemal beyin mason olup olmaması beni hiç ilgilendirmiyor. Sizi de ilgilendirmemesi lazım.
Önemli olan kim olduğu değil, hangi fikirleri ileri sürdüğüdür. Manipülasyon dediğiniz şeyleri açıklarsanız “masondur” gerekçenizden daha ciddi bir ifade olacaktır. Aksi halde söylediklerinizi ciddiye almaya dahi gerek yok.
30 Ekim 2012 02:10
İtalya’daki yapıya benzer kardeş bir yapılanma Türkiye’de mevcut, ve bunlar herkesle, herşeyle irtibatlı bir vaziyette ticaretten, finansa tüm illegal işlerde perde gerisindeler. Kemal’in yazılarının büyük kısmını okudum, gerçekle – yalan harmanlaşmış, süslü birkaç laf üzerine kurulmuş söyledikleri.. Bu söylediğim malum yapıya hiç değinmiyor, değinmek istemiyor ya da bunlara dokundurmadan insanları manipüle ederek olayları nasıl farklı aktarırımın derdinde.. Tabiki bunlar bizi ilgilendirmez.
Şuanda içeride olan kişilerin kendilerine isnad edilen suçların altından kalkacaklarını sanmıyorum. Esas “Ergenekon” bu soruşturmanın arkasındaki iradedir. Onu şimdilik kimse çözemez, çözemeyecekte.. Masonlar T.C.’nin her tarafına nüfuz etmişler, istedikleri operasyonu yapabiliyorlar.. Masonik örgütlenmeyi baz alan malum “Camia” masonları şuanda ekonomik olarak olmasada birçok konuda geçmiş durumdalar.. Fakat “Para” konusunda kimse kısa vadede masonların üzerine çıkamaz. Uzun vadede kazanan Camia olacak, kaybedenler Türkiye ve Masonlar olacak..
Hiç bu kadar uzun yazı yazmamıştım.
Hasan TOPRAK
30 Ekim 2012 12:23
ETÖ’nün başı zaten yurtdışında olan yabancı biri, ona dokunmak tabii ki kolay değil. Ama içerideki adamlarını bayağı bir sindirdiler ancak tamamen bitirmediler, hala güçlüler, her yerde adamları var ama onlarla savaşan grup daha üstün durumda…
30 Ekim 2012 15:02
Biliyorsan bi zahmet ismini bağışla da, Mahkemeyi de rahatlat bizi de. Bilmiyorsan da işkmebeden sallama.
01 Kasım 2012 13:20
Adını biliyorum demedim, yurtdışında ve yabancı biri olduğunu biliyorum dedim. Bilsem söylerim, çekinmem ama mahkeme bunu bilse ne olacak, adamı mı getirtecek mahkemeye? Sen rahatlayacaksan adını da öğrenirim senin için. Ben bu kadarını ögrendim, senin bundan bile haberin yoktu değil mi?
02 Kasım 2012 11:10
Mesele benim bundan haberimim olup olmaması mı yani? Biz gerçeklerin peşindeyiz.
5 yıldır Mahkeme sürüyor. Bu bağlantıları tek tek ortaya döküp ispatlaması gerekirdi.
Hani Nerede? Açıkladılar da benim mi haberim yok?
Şamile tayyare bile bıraktı artık 1.numaranın peşini. Size tavsiyem sizde bırakın. Daha rasyonel şeylerle uğraşın.
02 Kasım 2012 20:08
Şamil Tayyar Türkiye’deki 1 numarayı açıklamıştı zamanında, onun açıkladığı general olandı. İsmini bilmiyorsanız söylerim, o kişi Teoman Koman’dı.
Türkiye’deki 1 numaralar zamanla değişiyor, üstelik bunların yargıda, medyada, iş dünyasında, orduda, poliste, siyasette olanları var. Ama hepsinin başı olan adam bir kişi, yabancı ve yurtdışında. Onu mahkemeye kimse getiremeyeceği için onunla ilgilenen yok. Ben ismini de öğreneceğim, öğrenince yazarım burada.
03 Kasım 2012 17:07
Defendor;
Önce Boraxin,sonra Tercüman,sonra Canıslupus,sonra Battlefield3,sonra Adalet savaşçısı şimdi de Defendor mu oldun.Bıkmadın mı uydurup uydurup yazmaya ,illaki bir şeyler yazmak istiyorsan git Yüzyılın komplo teorileri diye bir kitap yaz,yetti be saçmaladığın.
04 Kasım 2012 00:34
Devamlı beni başkası olarak suçlaman daha ne kadar sürecek acaba? Benim için sorun değil, ölene kadar devam edebilirsin. Ben gülüp geçiyorum…
04 Kasım 2012 13:01
Defendor;
Bak kendi ağzınla kendini ele vermişsin,ben Defendor olarak seni ilk defa başkaları olmakla suçladım,ama sen ”devamlı beni başkaları olarak suçlaman daha ne kadar sürecek ”diyerek iyice açık vermişsin.Ben daha önce seni değil tecüman’ın ve canıslupus’un Boraxin isimli küfürbaz olduğunu yazmıştım.Akıllı olan biri,siz ne demek istiyorsunuz,diye sorardı.Biraz zeka lütfen.
04 Kasım 2012 23:45
yakalanmış 🙂
05 Kasım 2012 19:07
🙂
06 Kasım 2012 20:39
Ergenekonun adamı parmaksız zeki ergenekonun gizli tanıgı olduğunu açıklamış…
11 Kasım 2012 17:54
Bakıyorum şimdi de Seal 6 olmuşsun,bari biraz akıllan sürekli kendine bilgisayar oyunlarından isim koymaktan vazgeç,hiç mi kafan çalışmıyor?
13 Kasım 2012 20:04
Seal 6 mi? Karıştırdın galiba.
30 Ekim 2012 23:46
Sn. Hasan,
Mason düşmanı olduğunuzu anladım. Olabilir. Sizin tercihinizdir. Ancak ne yazık ki ileri sürdüğünüz gerekçeler tatmin edici değil… boş laftan ibaret!
Ben diyorum ki 2 + 2 = 4, siz diyorsunuz ki sen …. olduğun için söylediklerin yanlıştır.
Yanılmıyorsam buna bir safsata türü olan “Argumentum Ad Hominem” ismi veriliyor.
30 Ekim 2012 15:00
Sonunda bu da oldu. Blogun müdavimlerinden birisi(Sevgili Kemal) Türkiye nin geçmişi ile ilgili yazdığı kendi düşünceleri ve analizleri nedeniyle mason localarında tekris edildiği suçlamasıyla karşı karşıya.
Bu blogun kurulmasının asıl amacı bu değildi belki ama, büyük resmi görmek açısından yorumcu arkadaşların kendi pencerelerinden yorum ve analizlerini zevkle okuyorduk.
Demek ki artık yazarken bile 2 kere düşüneceğiz. Eyvah bundan bahsetmedim, acaba ben şucumuyum diye!!!!!!.
29 Ekim 2012 15:08
Hanefi Avcı’ya o kitabı ETÖ yazdırdı, çünkü ETÖ’nün elinde Avcı’nın kaydı vardı. Hatta kitap yarım kalınca Ahmet Şık ve Nedim Şener kitabı tamamladı.
29 Ekim 2012 21:57
Hiç bu kadar gülmemiştim.
04 Kasım 2012 14:59
Sevgili Hasan Bey,
Öncelikle merakınızı gidereyim mason değilim.
Üstelik, yazdığınızın aksine daha önce masonları da anmıştım yazılarımda.
Eğer https://balyozdavasivegercekler.com/2012/06/03/faruk-mercan-ile-tweeterda-devam-eden-balyoz-tartismasi/ adresine bakarsan orada aşağıdaki satırları göreceksiniz.
“…2. Dünya savaşı sonrasında gerek Almanya, gereke İngiltere üzerinden gerekse doğrudan ABD’yle ilişkilerimiz derinleşir. Sermaye (ki masonlar da var) – Turancı ve İslamcı koalisyonuna Rusya korkusu üzerinden Cumhuriyetçilerde destek verir. Ülkeyi o gün bugün yöneten büyük koalisyonun dış dinamikleri kanımca ve kabaca bu şekilde olsa gerek…”
Öte yandan bilmenizi isterim ki, kendime yönelik olarak ileri sürülen masonluk iddiasını değil de sevgili Olasılıksız’ın da ifade ettiği gibi yazdıklarıma yönelik manupulasyon yapılıyor iddiasını haksızlık olarak değerlendiriyorum.
Bu konudaki düşüncelerimi (masonluk ve diğerleri…) birazdan uzun uzuuuuun ( 🙂 ) yazacağım için aklımdayken ve unutmadan sizden bir ricamı yazayım;
Gerçekle-yalan harmanlanmış diyorsunuz ya, her ikisine dair de (uzun da olsa) yazmanızı rica edeceğim. Ben bu bloga yorum yazarken çok şey öğrendim. Eğer siz de bana “yalan” yazmış olduklarımı ifade edebilirseniz ve yazdıklarınız da benim aklıma yatarsa “yanlış bildiklerimi” düzeltme fırsatı bulmuş olurum. Bu blog birbirimizden bir şeyler öğrendiğimiz bir ortam. O yüzden sizden ricam yüksünmeden bunları benimle ve tabii ki diğer okurlarla paylaşmanız olacak.
Son olarak gene aklımdayken sevgili Olasılıksız ve trekking’e teşekkür ederim! Diğer yorumcu arkadaşların da bu iddianıza (manupulasyon yapılıyor olması iddianıza) haklı olarak cevap verme gereği bile duymadıklarını tahmin ediyorum. 🙂 (umut ediyorum mu desem!!)
Neyse, bu vesileyle gene biraz kendime biraz da doğal olarak okuyan herkese yukarıdaki alıntıda dile getirdiğim koalisyon ve gene yukarıda bağlantısını verdiğim adresteki bir yorumumda sadece başlıklarını verip tamamlamayıp eksik bıraktığım bir çerçeveyi çizmeye çalışayım. Bu yazılar sayesinde kafamdakiler daha somutlaşıyor. Üstelik bilen diğer arkadaşların yorumları üzerinden resim netleşiyor…
19.yy’da sanayi devirimini gerçekleştiren özellikle İngilizler (ve tabii yakın çevresi olan gene İngiltere gibi sömürgeci Hollanda ve Fransa) açıkçası dünyanın geri kalanına fark atmış ve yükseklerde başı dönen entelektüelleri dünyanın geri kalanını küçümsemeye başlamışlardı. Oryantalistler ve masonlar bu bağlamda kendi toplumlarından aslında çok ilerdeydiler. Diğerlerinin “Muhammetçi” olarak niteleyerek küçümsemekte oldukları kitlelere, onlar “Müslüman” diyorlardı. Evet dinleri ve inançları “kemale ermemiş” ve “ilkellerdi” ama aslında Müslümanlar da insandı onlara göre. Üstelik masonlara göre ticaret yapabilecekleri, mal alıp mal satabilecekleri insanlardı. Müşterilerini ve tedarikçilerini küçümsemek pek de akıllıca sayılmazdı…
İslam dünyası (özelde ise en büyük temsilcisi olan Osmanlı) her ne kadar sanayileşmemiş, ordusunu modernize edememiş bir devlet de olsa diğer denizaşırı sömürgelerinin aksine kolay ısırılacak bir lokma sayılmazdı. Üstelik Avrupa’lı ülkelere coğrafi, tarihi ve kültürel (hem İbrahimi dinlerin ortak havuzundan çıkmalarını hem de büyük bir Hristiyan azınlığın –ki büyük şehirlerinde çoğunluk demek de mümkün- varlığını hatırlayalım) yakınlığının sonucunda aydınlanma devriminin taşan damlaları Osmanlı’ya da akmış (hem fikirlerin hem de insanların dolaşımı sayesinde) ve bu nedenle aralarındaki fark görece (diğer sömürgelere göre) çok daha azdı. Üstelik Avrupa devletleri arasındaki rekabet nedeniyle Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesi çok da kolay değildi. Herhangi birisinin hamlesine Osmanlı diğerleriyle birlik olarak karşı koyabiliyordu. Nitekim Rusya’nın sıcak denizlere ve doğal olarak Hindistan’a ve Hindistan’a giden deniz yollarına hakim olması tehlikesine karşı İngilizler 19.yy’da Osmanlı’ya siyasi ve askeri destek vererek engel olabileceklerini düşünmüş, müttefiklik kurdukları Abdülaziz ve Abdülmecid gibi dönemin iki padişahını şövalye yaparak bu ilişkiye verdikleri değeri göstermiş (sanırım ilk Müslüman şövalye Abdülaziz oluyor) , ancak çok kan ve kaynak ayırarak başarabilecekleri bir işgal hareketine girişmeyi tercih etmemişlerdi. Bütün yapmaları gereken Rusların Osmanlıdan taleplerine göz yumup, ardından Osmanlı’ya ortaya çıkan Rus tehdidine karşı destek vermeleri idi. Karşılığında da Mısır’ı ve Kıbrıs’ı yani Hindistan’a gidiş yollarını ele geçirmiş, üstelik de Hindistan’daki Müslümanları, İslam Halifesinin müttefikliği üzerinden Britanya İmparatorluğunun sadık hizmetkarları yapabilmişlerdi. Ta ki Almanya’nın kendi iç birliğini sağlayıp, yayılmacı politikaları daha güçlü bir şekilde gündemine almayı başardığı ve Abdülhamid’in İngiliz ve Fransızlar yerine yavaş yavaş Almanya’ya göz kırpmaya başlamasına kadar.
Masonluğun itikadi bir ilişkiler ağı olduğunu biliyorum elbette. Ama kanımca motor işlevini ticari ilişkiler oluşturuyordu. Aynen Hizmet Hareketi gibi…
İşgal edemedikleri bir coğrafyada “hangi dinden olduğun önemli değil yeter ki Tanrı inancın olsun” diyen bir kurumun, o coğrafyaya giden üyesine şipşak bir tedarik zinciri sunabiliyor olması, söz konusu kurumun bugün bile devam etmesinin bence en önemli nedenlerinden bir tanesi. “Tek Tanrı” ortak paydası sayesinde “farklı dinlerden” olmanın yarattığı farkları törpüleyebiliyor, üstelik o bölgede yönetici konumda olan mason biraderler sayesinde güvenlik problemlerini çözebiliyor, ancak önemli bir kaynak riske atılarak kurulabilecek ticari ilişkiler ağını da sadece “tedris olarak” az masrafla halledebiliyor olmak doğal olarak inanılmaz bir avantaj sağlıyor ve rakiplerine de fark atmasının yolunu açıyor. Benim an itibariyle masonluk hakkındaki düşüncem temelde budur. Yani tüccarlar örgütlenmesi…
Aslında 19.yy’da bu örgütlenme tıkır tıkır işliyor. “Tek Tanrı” ortak payda vurgusu sayesinde Müslümanlarla çok rahat ilişki kurarak onları küçümseyen diğer Batılıların önüne geçebiliyorlardı. Aslında Akdeniz çanağında Fransızlar çok daha avantajlı sayılırlardı. Ama devrim sonrasında “aydınlanmamış ilkelleri aydınlatma” gibi bir misyon edinmeleri ve yerli halkın inançlarını küçümsemeleri neticesinde, İngilizler çok kısa süre içerisinde dönemin diplomatik dili olan Fransızcanın yerini İngilizce’nin almasını yani Akdeniz çanağının süper gücünün Britanya olmasını sağlamışlardı. Çünkü İngilizler “bildiğiniz gibi yaşayın yeter ki hammaddeleri bize satın, ihtiyaçlarınızı da bizden alın” tavrıyla yerel halkın inançlarına “saygılı” davranıyorlardı. İlk olarak İngiltere’de kurulan masonluğun bu tavırda etkisi olsa gerek. Öte yandan “tacın incisi” Hindistan’da yaşayan Müslümanların yönetilmesinin başka türlü pek de kolay olmayacağını fark etmelerinin de bu süreçte etkisi olmuştur Kaldı ki, aklı merkez alarak başarılan sanayi devriminin açtığı farkı, akılcılıktan uzak duran bir toplumsal yapının kapatamayacağı açık olduğuna göre, açıkçası İngilizlerin bu sömürgelerinde kullandıkları “ İneğe de tapabilirsiniz, kararlarınızı da dilerseniz onun kuyruk hareketlerine göre verebilirsiniz biz sizin inancınıza saygılıyız” söylemi gayet “akılcı” bir yaklaşım…
Masonluk Osmanlı’da uzun zaman sadece Hıristiyan azınlıklar üzerinden devam ettiriliyor. Mason olan Hıristiyan azınlıklar ise masonların yerel Müslüman yöneticilerle iyi ilişkiler kurarak sorunların çözülmesindeki aracıları oluyor. Hızla sanayileşen Batı’nın ihtiyacı olan hammaddeleri onlara sağlayan, ucuz sanayi ürünlerini de pazarlayan Hıristiyan azınlıklar da doğal olarak hızla zenginleşmiş bu durum ise büyük şehirlerde yaşayan Müslüman ve Yahudilerin (ve tabii ki Sabetaycıların) aleyhine bir sonuç yaratmıştır. Müslümanların ve Sabetaycıların mason olmaları 19.yy’ın çok sonralarında gerçekleşmiştir. Elbette kimi istisnası vardır. Abdülhamid’den önce kısa süreli bir padişahlığı olan 5. Murad da mason olmuştur. Zaten tahta çıkışında İngilizler’in desteğini de muhtemelen bu sayede almıştır. Abdülhamid’in de mason olmak için başvurusu olmuş (muhtemelen gene siyasi nedenlerle) ama sanırım devamı gelmemiş. Bir başka meşhur istisna da Panislamcılığın (yani ittihadı İslam akımının –ki aslında siyasal İslamcılık bağlamında Panislamcılık dışında söylenebilecek başka fazlaca bir şey olduğunu da sanmıyorum) kurucusu sayılan Cemalettin Afgani ve onun halifesi Abduh sayılabilir. (Not: Orhan Koloğlu’nun İslam Dünyasında Masonluk kitabı bu konuda ciddi bir kaynaktır).
Afgani, Abduh ve 5. Murad’ın mason olduğu dönemlerde aslında masonluk hakkında ciddi bir antipropaganda vardır. Yani masonluk halk arasında artık bilinmekte ve “dinsizlik” olarak adlandırılmaktadır. Buna rağmen bu isimler mason olmaktan bir nedenle çekinmemiştir.
Peki “tek tanrı inancı” üye olmak için şart olarak aranılan (Fransız locası aramıyor bildiğim kadarıyla, ne de olsa onlar “aydınlanmışlar” 🙂 ) masonluğun “dinsizler” olarak anılması neden olmuş tam olarak bilemiyorum. Ama aklıma birkaç neden geliyor. Bir kere mason olan tüccar kafadan bütün rakiplerine fark atıyor. Singapur’daki biraderinden aldığı malı satıyor, kendisi de ürettiklerini Danimarka’da başka biraderleri aracılığıyla satabiliyor. Bu durum doğal olarak mason olmayan tüccarlar arasında “neden o zengin oluyor ben değil” şeklinde bir kıskançlık yaratıyor ve kıskançlık da muhtemelen “onun itibarını nasıl sarsarım” sorusunu sorduruyor. Özellikle Hıristiyanlar arasında mason olanların “yaftalanmasının” bu güdüyle olduğunu düşünüyorum. Gene bildiğim kadarıyla masonluğa yönelik antipropaganda zaten Hıristiyan cemaatin arasından yayılmaya başlıyor. Zaten pek müslüman mason bulunmuyor önceleri. Öte yandan Müslümanlar bağlamında Hıristiyan ve Yahudilerle ilişki kurulması çok da büyük bir sorun yaratmazken, müşrik olan yani aslında Allah’ı inkar ederken etmezmiş gibi görünenlerin deyim yerindeyse ne bu dünya da ne de öbür dünya da yatacak yeri pek yok. Bu nedenle “dinsiz” olarak yaftalanan üstelik Allah’a inandığı iddiasında olan birileriyle ilişki kurmak pek de kolay olmuyor.
19.yy’ın sonlarında masonluk artık Müslüman cemaat arasında da yayılıyor. Öte yandan yaygın iddianın aksine İttihad Terakki kurucuları arasında mason olanlar oldukça azınlıktadır. Hele askerler arasında bu söz konusu bile değildir. Orhan Koloğlu’nun kitabında isim isim mason olan İT ve Ordu mensupları var ve sayıları iki elin parmağından az. Ama Selanik’te Abdülhamid’in baskın yapma şansı uluslararası anlaşmalarla mümkün olmadığı İtalyan mason locası İT’in gizli toplantılarını yaptıkları mekan oluyor. Ama dediğim gibi mason olmayı nedense tercih etmiyorlar. Sadece gizli toplantılar için mekan olarak kullanıyorlar.
İttihad ve Terakki’de Sabetaycıların ise önemli bir etkisi bulunuyor. Balkan savaşlarının ardından artık Osmanlıcılık politikası iflas edince, gene Arnavutlar gibi Müslüman nüfusların bile isyan etmesi nedeniyle Panislamcılık etkisini azalttığı için dönemin diğer önemli akımı olan Turancılık görüşünde olanşar İT’nin bir diğer önemli grubu oluşturuyor. İslamcıların İT içerisindeki etkisi aslında 1. Dünya savaşında Halife’nin cihad çağrısına tepki vermeyen Müslümanların varlığıyla giderek zayıflıyor. 1. Dünya savaşında aslında Hindistan ve Mısır’da egemen olan İngilizler, Kuzey Afrika’da egemen olan Fransızlar ve Orta Asya ve Kırım Müslümanlarını yöneten Ruslar toplamda dünyadaki Müslüman nüfusun ezici ağırlığını yönetmektedir. Halife’nin cihad çağrısına rağmen Fransız, İngiliz ve Rus ordularında yüz binlerce Müslüman asker Osmanlı ordusunun karşısında savaşmaktadır. Çanakkale’de de, Musul’da da, Yemen’de de, Kutsal topraklarda da Osmanlı ordusu bilfiil Müslümanlarla savaşmıştır anlayacağınız…
Enver Paşa 1. Dünya savaşında Almanlara Osmanlı ordusunu pazarlarken aslında cihad çağrısıyla sömürgelerdeki Müslümanların da bu çağrıya kulak verip isyan edeceklerini pazarlamıştır. Turancılığın önde gelen aksiyon adamı olan Enver Paşa için Nihal Atsız “Aslında sadece Turancı değil aynı zamanda Panislamcıydı da. Yani yola çıktığında aklında hem Turan’ı kurtarmak hem de Mısır’ı kurtarmak vardı” der ki İT içerisinde Panislamcılar ve Turancılar’ın egemen ideolojiler olmasını bence de doğru bir şekilde tasvir etmektedir bu cümlesiyle. Ama cihad çağrısının yankısı hiç de Enver Paşa’nın beklediği gibi olmamıştır. Bu durum, İngilizlerin ve Fransız’ların kendi sömürgelerinde 1908’in hemen ardından yapmaya başladıkları “İttihadçılar Mason yani dinsiz” propagandasının etkisi açıktır. İttihad ve Terakki önde gelenleri için Mason yakıştırmasını ilk olarak İngiliz Elçiliğinde görevli Fitzmaurice yaymaya başlıyor. İngiliz belgelerinde İttihatçılar iki bağlamda tehlikeli görünmektedir. Bir kere meşrutiyet yönetimi ve parlamantoya dayanan bir örnek kendi müslüman sömürgeleri için kötü örnek olarak görülmekte ve yaygınlaşmasının tehlikeli olduğunu açıkça yazmaktadırlar. Yani Osmanlı’da meclise karşılar. Kıbrıs kökenli birisi olan (Celal Bayar’ın Ben de yazdım anı kitabında dile getirdiği üzere duruşmalarda eskiden alkolik bir serseri olduğunu itiraf eden) Derviş Vahdedi Abdülhamid’den para aldığını dile getirmekte ve çıkardığı Volkan gazetesinde 2. Meşrutiyete önceleri övgüler dizerken zaman içerisinde İT’e karşı kışkırtıcı yazılar yazmaya başlayarak 31 Mart vakasında önemli rol oynamaktadır. İngilizleri rahatsız eden (gene belgelerinde dile getirdikleri) ikinci boyut ise Panislamcı ve Panturancı siyasetin sömürgelerde yankı bulması, Almanların bu siyaset üzerinden İngiliz sömürgelerinde etkin bir şekilde çalışıyor olmasıdır. Bu iki neden İngiliz Elçiliğinin islam coğrafyasında İT aleyhine propaganda yapmasının temel nedeni gibi görünüyor.
Çok yıllar sonra da Türk sağının argümanları arasına giriyor bu iddialar. Halbuki Türk sağının seçim kazanan Demokrat Partisi’nin kurucularına baktığınız da göreceğiniz Celal Bayar’dan Köprülü’ye Zorlu’dan Menderes’e hepsi İttihad Terakki içerisinde ya bilfiil çalışmış yaşı tutmayanları ise bu kişilerin yakın çevrelerinde siyasi hayata girmiş kişilerdir. Soner Yalçın’ın Efendisi Menderes kabinelerinin nasıl belli bir çevre hatta eş-dost ahbap, akraba ilişkileri üzerinden şekillendiğini anlatmaktadır. Bu arada İttihad ve Terakkinin ideologu sayılabilecek Ziya Gökalp Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak ülküsüyle, Türk sağının ideolojik temellerini atmıştır. Yusuf Akçura’nın üç tarzı siyasetiyle de örtüşen bu sentez yıllar sonra karşımıza Komunizmle Mücadele dernekleri, İlim Yayma Vakfı, Aydınlar Ocağı, Türk İslam Sentezi, ANAP’ın dört eğilimi, Hacılı Bacılı Koalisyon ve son olarak da Milliyetçi Muhafazakar Demokrat Ak Parti olarak çıkmaktadır.
Türk sağı (Panislamcılar, Turancılar, (özellikle ABD) Mandacılar -ya da Batıcılar diyelim) ve Sabetaycılar arasındaki koalisyonun kökü 1908 İttihad Terakki’ye, Hristiyan azınlıkların zenginliklerine karşı kurulan işbirliğine, Kurtuluş savaşı sonrası tasfiye olan Hristiyan tüccarların yerini alan sermaye ortaklığına dayanır. Bu ortaklık soğuk savaş döneminde komunizm karşıtlığı ya da Rus karşıtlığıyla da perçinlenir.
Neyse çok dağıtmadan toparlayayım. Ne diyordum, İngiliz elçiliği çevrelerinin yaydığı masonluk ve dinsizlik iddiaları çerçevesinde, özellikle Hindistan’da Müslüman İsmaililerin Ağa Han’ı ve Ahmedilerin lideri Mirza Ghulam Ahmed Halife’nin İttihad ve Terakki’nin elinde esir olduğunu ve İngilizler’in Halife’yi kurtarmak için savaştığını, üstelik İngilizler eğer Osmanlı’yı da bünyesine katarsa İslam’ın Britanya İmparatorluğunda çok daha büyük bir güç olacağını iddia ederek etkileri altındaki Müslümanları Osmanlıyla savaşmaya ikna edebilmişlerdi. Elbette İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinin ardından Müslüman Hintlilerin bir kısmının kafasında soru işaretleri de belirmişti. Çünkü Ahmediler ve Ağa Han İngilizlerin söz verdiğini kutsal toprakları ve hilafetin başkenti olan İstanbul’u işgal etmeyeceğini de bu ikna sırasında dile getirmekteydiler…
Yeri gelmişken Hint asıllı Müslüman Ajan Mustafa Sagir, o dönem Anadolu’ya silah kaçıran Karakol teşkilatı vasıtasıyla Ankara’ya geldiği, Mehmet Akif’in evinde kalırken şüphe üzerine (yazdığı mektuplar da görünmez mürekkeple yazılmış şifreler bulunuyor) yakalanır ve yargılanır. Sorgusu sonucunda Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekiçin gönderildiğini, daha önce de Afgan Emir’i Habibullah Han’ı vurduğunu itiraf eder (Zamanında Afgan Emir’ini Mustafa Sagir (Saghir) tarafından vurulduğunu Rus gizli servisi dile getirmiş ama Emir’in oğlu olayı mualiflerinden kurtulmak için vesile olarak görmüş ve kulak ardı etmişti). İdam kararı üzerine Ağa Han ve Lord Curzon Ankara’ya mektup yollayarak idamın engellenmesini talep etse de hüküm yerine getirilir.
Öte yandan bütün Hint Müslümanlarının Osmanlı’ya karşı savaştığını iddia etmek de haksızlık olacaktır. Özellikle Teşkilat Mahsusanın Hintliler arasında yaptığı propagandanın da önemli etkisi olmuş ve bir kısım Hint Müslümanı savaş sırasında isyan ederek İngilizler’i sıkıntıya sokmuşlardı. Savaşın ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında 9 Eylül 1922’nin hemen ardından karşı karşıya gelen İngiliz ve Türk ordularının aralarındaki savaşı engelleyen (Çanak Krizi olarak bilinen olay), “Türkleri geldikleri yere yana Orta Asya’ya postalama fırsatını kaçırmamalı” diye bastıran İngiliz Başbakanı Lloyd George’un 19 Ekim tarihinde istifa ederek hükümetten düşmesinde Hint Müslümanlarının Mustafa Kemal’e destek konusunda kararlı duruşlarının önemli etkisi olmuştur.
Hint Müslümanlar’ının tarihimizde etkisi sanıldığından ve bilindiğinden çoktur. Bir kere Hint Müslümanları arasında tasavvuf akımlarının bilhassa Nakşibendiliğin ve Mevlevilik, Kadirilik gibi başka tarikatların önemli bir yeri bulunmakta. Bu bağlamda en azından yılda bir hac sırasında buluşulması nedeniyle yüz yıllardır önemli bir etkileşim sağlanmakta. Kaldı ki sufi akımlar aslında İslam’ın yaygınlaşması için çok esnek araçlar olmuştur. Eğilip bükülebilen, bölgenin ve coğrafyanın kültürel dokusuna uygun şekiller alan bu akımlar İslam’ın bir anlamda yumuşak yüzüdür. Bektaşilik Balkan’ları müslüman yaparken, Mevlevilik ve Nakşibendilik Hint coğrafyasında etkili olmuştur. Bu akımlar bir anlamda sosyal evrim teorisinin de kanıtlarıdır. Yani hoşgörü, tolerans v.s. gibi diyalogu ön plana çıkaran tasavvuf akımları doğal olarak yaşamlarını kolaylıkla ve yerli halk arasında yaygınlaşarak sürdürmüş, daha sekter olan ve renkliliklere taviz vermeyip, dayatmacaı olan akımlar ise bir gün kendisinden daha güçlü bir iktidar tarafından dağıtılmıştır.
Tasavvuf akımları arasında bektaşilik 1830’larda yeniçeri ocağının dağıtılmasıyla (ki yeniçeriler bektaşiydi) eski güçlerini yitirse de saldıkları kök onların bugün bile yaşamalarının yolunu açmıştır. Öte yandan Mevlevilik, Nakşibendilik gibi iki akım Hindistan üzerinden İngilizlerle de iletişim içerisinde girmiş ve karşılarında “hoşgörülü” bir siyaset tarzı izleyen bu emperyal güçle doğal olarak “diyalog” içerisine girmişlerdir. Benzer bir hoşgörüyü de Sabetaycı dönmelere gösterdikleriniden gene Soner Yalçın’ın Efendi kitabında ipucu olarak dile getirdiği ama devamını getirmemiş olduğu eşkliyle Sabetaycılar’ın İslam içerisinde bu tekkeler üzerinden yer almaları da söz konusu olmuştur. Sanırım Efendi – 2’de bu konuda daha fazla bilgi bulunamktadır.
Çoook dağınık oldu. Toparlamak zor. Şimdilik bu kadar yazayım. Ama özet olarak şunu söyleyebilirim. Gerek kadro olarak gerek ideolojik olarak Türkiye’de sağın kökeni İttihat ve Terakkidir. Kendilerine Kemalist diyen masonlar da, sabetaycılar da, turancılar da, islamcılar da eğer Kemalistlerse Mustafa Kemal Kemalist değildi. Mustafa Kemal’in ideolojisinini iki temel dayanağı var görünüyor. Birincisi akılcılık. “Geriye miras olarak dogma bırakmadım. Sadece akılla sorunları çözme yöntemi bıraktım” mealindeki sözü bu konuda önemli bir gösterge. Nitekim İzmir İktisat Kongresinde liberal ekonomi politiği gündeme alınırken, 29 buhranının ardından devletçiliğe geçiliyor. Hangisi Kemalizm? Belli ki şartlar için en “akli” olanı yapmak Kemalizm. Akılcılık konusunda aslında Masonlar, Sabetaycılar, İslamcılar ve Turancılar çıtayı geçiyorlar. Yani onlar bu bağlamda Mustafa Kemal’in yolunu izliyorlar. Ama hepsinin sınıfta kaldığı konu anti emperyalizm. Mustafa Kemal tam bağımsız ve emperyal ülkelerin dümen suyunda olmayan bir ülke hayal ediyor ve öyle de bir ülke bırakıyor. Söylemde yukarıda Türk sağının bileşenlerine sorsanız onlar da bunu savunuyor. Ama antiemperyalizmin ikinci bir boyutu da var. O da Türkiye de emperyal bir ülke olmayacak. Yurtta Sulh Cihanda Sulh diyor. Hatay dalda çürüyen bir meyva gidip de koparmıyor. Bizim Türk sağının Mason’undan Sabetaycısına, İslamcısından Turancısına tamamının gözü dışarıda. Atatürk bu konuda kafası 1923’ten itibaren net olan bir lider. Saturday Evening Post gazetesindeki yorumunda bu iki ideolojinin tarihe gömüldüğünü, hiç bir dönem tutmadığını ve gerçekçi olmadığını dile getiriyor. Daha sonra Nutuk’da da bunu dile getiriyor. Türk Sağı bu konuda Atatürk’le örtüşmüyor. Elbette örtüşmek zorunda değil.
Bu bağlamda bence sorulacak bir soru Türk sağının bu uzak coğrafyaları ilay-ı kelimatullah ya da turan mefküresiyle “kurtarmak” arzusu ne kadar iç dinamiklerin harekete geçirdiği bir söylem? Ne kadarı ise dış dinamiklerin çıkarlarıyla örtüştüğü için aslında gündemimize giren bir söylem?
En radikal örnekten başlayayım dilerseniz…
Kıbrıs’ı fiilen Selanik’ten 40 sene önce kaybettik. Selanik çok daha önemli bir Osmanlı şehri. Orada ve yakın coğrafyasında da Batı Trakyalı Müslüman Türk azınlı var. Sorum şu, eğer Makaryos 3. Dünyacı olmasa, sol ve komunist parti o kadar kuvvetli olmasa, Rum Ortodoksları kendilerine en yakın müttefik olarak gene ortodoks rusları görmese, İngilizler Süveyş kanalını Nasır’a terk etmek durumuyla karşı karşıya olmasa, Doğu Akdeniz’deki üstlerini de olası bir Rus egemenliğine bırakma riskine karşı müttefik ve ölümüne Rus düşmanı bir Türk devleti üzerinden güvence altına alma gibi bir durum olmasa, Türkiye olası bir Yunan savaşını göze alarak önce Kıbrıs’a mı yoksa Selanik’e mi müdahale ederdi?
Sevgiler.
04 Kasım 2012 15:25
Bu yayılmacılığa çok fazla örnek bulmak mümkün. 2. Dünya savaşında Nazilerin esir aldığı Müslüman Türk SSCB askerlerinden SSCB’ye karşı ordu kurulmasında rol alan Ali İhsan Sabis Paşa’nın (ki 1. dünya savaşında Malta sürgünüdür ve daha sonra da Demokrat Parti’den Milletvekili seçilmiştir) çalışmaları, 1958’de Suriye’nin Rus egemenliğine girme riskine karşılık Menderes’in Türk ordusunu sınıra yığması, soğuk savaş boyunca Müslüman Türk halklarını yani Esir Türkleri kurtarmak için SSCB’yle mücadele, Afgan Mücahitlerine ABD-Pakistan-Suudi Arabistan ile birlikte verilen destekler (Ziya Ülhak’ın Cive Pakistanlı karşılamasını yapan 12 Eylül’cüler Türk sağının ideolojik devamcısı değil mi yani?), Çeçen Milliyetçilere verilen destek, Irak tezkeresi, Suriye’de kırk yıllık Esad’ın Esedleştirilmesi v.s. hepsi nedense NATO ajandası ile paralel. Tesadüf mü? Değil elbette. İyi de bizim Milli hedeflerimizin tamamının NATO ile uyumlu olması, Hint Okyanusunda Donanma, Lübnan’da Barış Gücü, Afganistan’da Barış Gücü v.s. NATO’yu sanki biz kurmuşuz…
Bütün bunların üzerine vatandaşlarımız arasında egemen ideolojik görüş olan sağ ideolojiyi ekleyince aklıma başka bir soru düşüyor. TSK içerisinde egemen ideolojik görüş nedir? TSK sonuçta ekonomik bir kurum aynı zamanda. İnşaat yapıyor, silah yapıyor, silah alıyor, büyük satın almalarla askerlerin gündelik hayatlarını devam etmelerini sağlamaya gayret ediyor. Doğal olarak TSK içerisinde karar vericiler de TÜrk sağının taşıyıcısı sayılacak sanayici ve tüccarlarla sürekli etkileşim içerisinde. Öte yandan bir NATO ordusu. Ayrıca Türk sağının yayılmacı ülküleri için de kullaabileceği tek araç. TSK’nın Türk sağının ideolojik söyleminin etkisinde olmaması mümkün mü?
Şizofren bir durum söz konusu. Bir yandan akılcı ve tam bağımsızlıkçı Kemalist eğitim sistemi, öte yandan da yukarıdaki ilişkiler ağı ve hegamonik bir ideolojik iklim içerisinde yaşanması… Elbette birileri bu ideolojik söyleme takılacak birileri de karşı çıkacak. Karşı çıkanlara ne olacak?
Bu soruyla da Balyoz Blogu’nda yazmış olduğum yukarıdaki yorumu en azından kapsama sokmuş olayım. 🙂
Peki bu ideolojik söyleme takılanlar bu sürecin neresinde diyerek de son bir-kaç aydır üzerinde düşündüğüm ve yavaş yavaş doğru ama yanlış kendimce kafamda bir yanıt vermeye başaldığım soruyu da ortaya atıp kenara çekileyim.
Sevgiler.
04 Kasım 2012 16:53
…bir ek daha yapayım.
Gene başka örnekler bulmak mümkün ama Türk Silah Sanayii içerisinde Kale Kalıp giderek daha etkili bir yer almakta.
Sahibi İbrahim Bodur, TÜSİAD’ın altı kurucusundan birisi. Helmut Kohl’un oğlu’nun ve Türk gelininin nikah şahiti. Robert Kolejli. Öte yandan İlim Yayma Vakfı’nın da kurucusu. Öte yandan Kale Grubu’nun içerisinde uzun yıllar çalışan Ali Coşkun Aydınlar Ocağı Genel Başkan Yardımcılığı yapmış, yani Türk-İslam sentezinin ideolojik kaynağından gelen birisi. Ak Parti kuruculuğu ve Sanayi Bakanlığı yapan bir isim. Grup içerisinde bugün dahi yöneticilik yapan bir diğer isim ise Vahit Erdem. Yani savunma bakanlığı müşteşarlığının kurucu başkanı. Ak Parti Kırıkkale Milletvekili, NATO PA Türk Grubu Başkanı. Kale grubu TSK için silah üretiyor, Kırıkkale (MKE fabrikasının olduğu şehir) Milletvekili eski savunma bakanlığı müşteşarı grubun Yönetim Kurulu üyesi…
Savunma Bakanlığında bir müşteşar yardımcısı Serdar Demirel’in babası Galip Demirel, Malatyalı, ANAP Milletvekili, İçişleri Bakanlığı Müşteşarlığı yapmış ve bugün Ülker Grubu İştişare Kurulu üyesi. Galip Demirel’in kızı ise Güldal Akşit yani Ak Parti kurucusu eski Turizm Bakanı v.s.
Burjuvazi – Türk – İslam sentezi – Ak Parti – Savunma Bakanlığı v.s. bu ilişkiler ağı normalde “çıkar çelişkisi” sayılması gereken ve demokratik ülkelerde göz yumulmaması gereken bir ağa örnek. Türk sağı denince bu ilişkiler yumağından başkası açıkçası benim aklıma gelmiyor. Öte yandan ne kadar İslam dozu artsa da son yıllarda, içerisinden “milliyetçiliğin” çıkarılmış olduğu bir Türk sağından söz etmek de bana çok anlamlı gelmiyor.
Bu koalisyon ise soğuk savaş dönemi bir ihtiyaç üzerine kurulmuştu. Bugün ise artık çıkar dışında ne ortak payda kaldı ben emin değilim. hoş o gün de ortak payda çıkardı ama en azından görüntüde bir “ülkü” vardı. Bugün “yeni osmanlı” diyerek o “ülküyü” canlandırmaya çalışıyorlar ama 70 milyonun gerçekten umrunda mı bu?
Son olarak sermayenin geniş halk kitlelerinin tehdidine karşı kendi konumunu garanti altına almak için yarattığı öcülerden bir tanesi “masonluk”. Benzeri öcüler “siyonistler” ve “dönmeler” v.s. “Biz müslüman türk sermayesiyiz. Evet adaletsiz dünya da birileri çok zengin oluyor ama onlar mason(ya da siyonist ya da yahudi v.s.) olduklarından sizi çok sömürüyor. Biz bu dükalığı yıkacağız. Ne de olsa biz müslüman Türk sermayesiyiz” diye propaganda yapıyorlar. Ama işçilerine en kötü şartları sunan, en fazla vergi kaçıran ve en çürük malı millete kakalayanlar da ne ilginç ki daha çok “müslüman Türk sermayesi”. TÜSİAD üyeleri bu konuda gene en temiz çalışanlar. Üstelik bu küresel dünya da “TÜSİAD işbirlikçi biz yerliyiz” diyorlar ya, gidiyorsun misal TUSKON Genel Başkanı’nın (Rıza Meral) profesyonel çalıştığı şirket olan Sanko’nun ortaklarına bakıyorsun İsviçre’den Kore’ye her türlü ortağı var Sanko’nun. Yerli nerede başlıyor yabancı nerede belli değil. Hoş aksi mümkün mü?
Demem o ki, “iki gözüm bu işin yok işbirlikçisi, yerlisi”, ortada bir düzen var bir de düzende ezilip büzülen.
Sevgiler.
04 Kasım 2012 18:00
Kemal bey,
Yazınıza küçük bir kişisel görüş eklemek isterim.
Kanımca Bektaşilikten köken alan Ahilik kurumu da masonluğun bir alternatif kuruluşundan başka bir şey değildir.
Zaten mason sözcüğü de “duvar ustası” anlamına geliyor. Yani ustaların kurduğu bir meslek örgütü… Sizin de belirttiğiniz gibi “maddi çıkarlar çerçevesinde ticari bir koruma, kollama örgütü”
Bu tür kurumlar siyasete etki etmek isteyebilir mi? Elbette isteyebilir. Ama ne zaman? Çıkarları aleyhine durumlar söz konusuysa… Yoksa, doğrudan yönetime talip olma arzuları olduğunu düşünmüyorum.
Analojik bakarsak, bugün cemaatin konumu da pek farklı değil. Yönetime talip değil ama üyelerinin çıkarları doğrultusunda yönetimi şekillendirme gayreti içerisinde. Gizli, üztü kapalı bir örgüt. İçinde olmanın şartları var. Ciddi boyutta maddi çıkarlara hizmet ediyor. Kendinden olanı koruyup, kolluyor. Kendi hiyerarşisi var.
Yukarıdaki arkadaşımızın tutarlı olabilmesi için masonluktan dert yandığı kadar cemaatten de dert yanması lazım. 🙂
06 Kasım 2012 01:38
Sevgili Olasılıksız,
Doğrudur Ahilik Bektaşiliğe dayanıyor. O konuda çok detaylı bilgim yok. Ama gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken ve etraflıca anlaşılması gereken bir konu. Bektaşilik – diğer Sufi akımlar – Masonluk v.s. hepsi aslında “Gelin tanış olalım. Zoru kolay kılalım” gibi diyalog kurma temelli felsefeleri olan, kurulan diyaloglar sonucunda da doğal olarak birbirleriyle etkileşim içerisine giren ve gene doğal olarak birileri tarafından yönlendirilmeye daha açık yapılar. Daha önce yazmışmıydım Ahmedilerin Islamic Review dergisinde 1910’larda çok sayıda dinlerarası diyalog, hoşgörü, ibrahimi dinler ortaklığı v.s. üzerine yazı bulunuyor.
Yani bu kavramların tarihi çok eski. Lakin Ahmediler’in İngiltere’nin ilk camisi olan Woking (bu arada Woking’de bir Türk şehitliği varmış. Bilmiyordum 2. Dünya savaşı sırasında 41-43 yılları arasında 8-10 Türk havacı teğmen İngiliz Ordusunda savaşırken şehit düşmüş. İnönü anlaşılan bağları bayağı sıcak tutmuş İngilizlerle…) İslam merkezinde çıkartıyorlar bu dergiyi. 70’li yıllarda Pakistan onları din dışı ilan ediyor ve camilerinde Kuran’ı Kerim’den ayetler yazılmasını yasaklıyor. Birileri oturmuş tuğla gibi adamların İngiliz emperyalizm’ine hizmetlerini anlatan kitap yazmış. Hatta kitap’ta 70’li yıllarda bir Ahmedi liderinin bir Pakistan gazetesine verdiği demeçte Şeyh Said’in Ahmedilerle bağı olduğunu -daha doğrusu Ahmedi olduğunu- iddia ettiği yazılı. Hani Urdu’ca bilsem haberi bulup okumak isterim. Ne kadar sahih ve veriye dayanan bir iddia diye…Neyse Ahmediler bugün dünya üzerinde 100lerce ülkede okulları olan, işletmeleri olan, halen diyalog- hoşgörü diyen bir cemaat. Bizimkiler yatsın kalksın laik ülkede yaşadıklarına dua etsinler. Türkiye’de o kadar çok onları din dışı ilan etme heveslisi kesim var ki…
Özünde Ahmedilerin de yaşadıkları sorunların temelinde onların sufi bir gelenekten gelmeleri, diyaloga (kılıç yerine kelama) ağırlık vermeleri gibi şeyler yatıyor. Doğal olarak onlara güvenli bir liman sağlayan İngiliz Hükümeti’ne de yeri geliyor destek veriyorlar. 2. Dünya savaşında Almanlar Yahudi Sinagoglarını yıkıyor diyorlar ve Müslümanlar İngilizleri desteklemeli diyorlar (!!) 1. Dünya savaşında da yukarıda dediğim gibi Halife İttihadçıların ellerinde esir, İngilizler Osmanlıyı alıp Halife’yi kurtaracak, Müslümanlar imparatorlukta daha da ağırlıklı yer edinecekler diyerek İngilizlerin yanında savaşa çağırıyorlar. Son tahlilde müslümanları İngilizler yanında savaşa çağıracak bir bahane mutlaka bulunuyor (Derginin arşivi var internet sitesinde. “Almanlar, sinagog yıkıyor” nasıl bir bahanedir yahu…Yazan da tarikatın lideri!). Şu İngilizler İslamın etkisi altına giriyor-girecek söylemi bize çok tanıdk geliyor değil mi? Said-i Nursi de Kaiser Müslüman oldu olacak diyordu. Nakşi şeyhimiz Kıbrısi de bir Tony Blair’i müslüman yapıyor bir Prens Charles’ı. Hitler gizli müslüman olmuş diyenler de vardı 2. Dünya savaşı sırasında. Bakalım Hüseyin Obama kimin mürdidi olacak! Bu Ahmedilerin dergisinde inanılmaz bir hazine var. Elbet birileri bir gün hakkını verecektir diyeyim ve keseyim…
Ama aklıma başka bir şey takıldı. Hasan Toprak, benim Hablemitoğlu ile yazdıklarımın ardından benim masonluğumu sorguladı. Sanırım düz mantık sonucu bu yargıya ulaştı. Yani masonlar laik bir Türkiye istiyor. Hablemitoğlu laik bir Türkiye istiyor. Demek ki Hablemitoğlu mason ya da onlarla işbirliği içerisinde diye bir çıkarsamanın sonucu olabilir. Eee ben de Hablemitoğlu’nu olumladım. Demek ki masonum.
Bir diğer olasılık ise tam tersi. Hablemitoğlu’nun cinayetiyle aslında onun hasımları arasında olan ve 28 Şubat döneminde tasfiye edilen, Genelkurmaya daha doğrusu MGK’ya bağlı olan TİB arasında acaba bir ilişki olabilir mi diye sorgulamam sonucunda bu yargıya varmış olabilir. Yani Hablemitoğlu cinayetiyle gerçekte masonlar arasında bir ilişki varken ben TİB’i biraz daha ön plana çıkararak perdeleme yapıyorum diye düşünmüş olabilir.
Hangisi (ya da bir başkası) olup olmadığını ancak Hasan Bey yazarsa bileceğiz…
Ama ikinci olasılık üzerinde durmak istiyorum…
Bana göre Hablemitoğlu laik devletin dindarlar üzerinden elini çekip, onları yönetme ve bu sayede kontrol altında tutma kaygısı gütmemesi gereken bir duruşu savunuyordu. Yukarıda da yazmaya çalıştığım üzere Türk devletinde hakim olan sağ siyasetle, sol demeye dilim var mıyor ama hadi daha Atatürkçü diyeyim diğer kanat arasındaki en temel fark bu bağlamda ortaya çıkıyor. Sağ siyaset (ki ittihatçılığı konusunda hiç bir şüphem yok) bu kesimleri (yani merkezde olmayan ve radikalleşme tehlikesi olan kesimleri -ki liberal ekonomik düzenin tutunamayanlarının bir şekilde radikalleşmesini beklemek doğru bir beklenti olacaktır) kendi kontrolleri altındaki oluşumlar üzerinden yöneterek sisteme dahil etmeyi savunuyor.
Peki masonlar nerede duruyor?
Hablemitoğlu gibi mi düşünüyor, yoksa “sağ siyaset” gibi mi?
Mustafa Ağaoğlu, 1975 – 2005 arasında MGK 1. Hukuk Müşaviri ve Başdanışmanı olarak 6 farklı cumhurbaşkanı için çalışıyor. 1985 yılında Mason locasına üye olmuş (kendi ifadesi). MGK kanununu hazırlamış. İnternetteki röportajlarından psikolojik harp için kurulmuş olan TİB (ki MGK kanununua göre MGK’nın en temel üç işlevinden birisi bu psikolojik harp) ile yakın çalıştığı anlaşılıyor.
Bu arada meraklısı için TİB hakkında en kapsamlı bilgiyi Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekat” kitabında buluyoruz. Bir de Erbil Tuşalp’in “Şeriatı Beklerken”adlı kitabında yer yer adı geçiyor. OdaTV “İŞTE TSK’DAKİ İSLAMCI CUNTACILAR” başlıklı bir yazısında kısa bir derlemesi var. Tahir Kumkaleli daha sonra Fatih Güllapoğlu’nun yazdıklarını yalanlamak üzere “Beynimizi Kimler Nasıl Yönetiyor” adlı bir kitap yazıyor ama açıkçası ben neyi yalanlamış tam anlayamadım. Kabaca TİB’in hikayesini kendi cümleleriyle tekrar anlatıyor. Belli ki çok ince bir psikolojik harp yapmış kitap, benim geniş delikli süzgeçime pek takılamadı…
TİB’in gizli bir yönetmeliği olduğunu sanırım Radikal gazetesinde 2004 yılında birileri yayınlıyor. İnternet arşivleri olan archive org sitesi üzerinden bir sitede bu yönetmeliğe erişmek mümkündü. Şu anda net hatırlamıyorum ama sanki birileri bir siteden sızdırıyor, Radikal gazetesi de bunun üzerine gidiyor ve haberleştiriyor. Sonunda Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında TİB dağıtılıp İçişleri Bakanlığına bağlı tekrar kuruluyor. Yeni yönetmeliğine de baktığımda aslında çok fazla bir şey değişmediğini, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü kapsamında çoook ileri uçta -normal insanlar için suç sayılabilecek- işler yapmayı kanuni bir kılıf olduğunu da düşünmüştüm. Çok detaylarına girmeyeyim. Asıl yazmak istediğim o değil çünkü…
Neyse Mustada Ağaoğlu dindar bir mason arkadaş. Türk – İslam sentezini vatandaşlarımıza giydiren 12 Eylül rejiminin önemli şahıslarından olduğu anlaşılıyor. MGK kanununu kendisi Milli Güvenlik Konseyinde savunmuş (aslında TBMM sitesinde o oturumların tutanaklarına erişmek mümkün). Yakın çevresi olan Ertuğrul Zekai Öke, Oğuz Kalelioğlu, Tahir Kumkale v.s. hepsi aslında Necip Hablemitoğlu’yla pek de iyi geçinmeyen aralarında Hablemitoğlu’nun henüz asistanken Hürriyet gazetesine deşifre ettiği “sahte doktoralı kurmaylar” zamanından kalma bir husumet söz konusu. Zaten yukarıda dile getirmiştim Hablemitoğlu Köstebek’te Tahir Kumkaleli’yi Fethullahçı olarak sınıflandırıyor ve cepheden giydiriyor.
Öte yandan Mustafa Ağaoğlu’nun ve TİB’in 12 Eylül süreci boyunca (bugüne kadar!) (Bu arada amma çok Ağaoğlu var. Bu değil, bu değil. Bu hiç değil. Bu çok sıkıcı…Aslında en derin Ağaoğlu Cumhuriyet’in kurucuları arasındaki Ahmet Ağaoğlu. Sanırım bir de DP zamanından bir Samet Ağaoğlu var. Adalet Ağaoğlu’nu saygıyla anıyorum ama acaba YÖK’ün bizim üniversite derslerinde emekli bir deniz subayı Türkçe hocası tarafından onun kitabını okumamızı istemesiyle, Adalet Hanım’ın aile bağlarının ilişkisi var mıdır? 🙂 ) (dağıtmayayım ama kaç tane üniversitede emekli subay inkılap tarihi hocası vardı acaba? Kaçının doktorası kurmacaydı?) (hadi bir tane daha sorayım şu aralar kime elimi atsam askeri okulda okumuş buluyorum. Toronto’dyan bildiren cemaat çizgisinden Faruk Aslan Astsubay okulu mezunuymuş. Geçende de Aydoğan Vatandaş’ın Denizci olduğunu öğrenmiştim. Arvasi’lerin devamcısı, Işıkçıların lideri Hüseyin Hilmi Işık da asker, Said’i Nursi (ki kendisinin de yolu teşkilatı mahsusadan geçiyor) çevresinde çok kişi asker. Ahmedilerin yukarıda dile getirdiğim dergisi 1949 yılının ardından bir süre Aramco destekli (siz onu CIA okuyun – Kim Philby de o sıralar yazıyor!) ve bütün İslam dünyasına hitap edecek şekilde çıkmaya başlayınca yazan iki-üç tane amiral var. Koramiral Bülend Ulusu’yu yukarıda anmıştım. Ya TSK eğitiminde bir sıkıntı söz konusu ya da erken yaşta emekli ettiği bu arkadaşlar aslında kadrolu olarak görevlerini başka yerlerde devam ediyorlar. Artık orasını bilemeyeceğim…)
Gene dağıttım. Neyse, Mustafa Ağaoğlu ve TİB 12 Eylül’den bu yana cemaatler ve islami hareketler içerisinde elleri kolları olan, onlarla ortak işler yapan (demiş miydim Tahir Kumkale Fatih Üniversitesinde Atatürkçülük Ensititüsünü kurup bir dönem başında kalıyor…) (gene demişmiydim bilmiyorum ama Sızıntı dergisi -ki arşivi de internet ortamında var- 80’li yıllarda çok ilginç yazılar çıkıyor.Türkiye’de kaç kişi denizaltı elektroniği üzerine yazı yazabilir, hem de çevirisi olmayan orjinal bir makale) (bir dönem demiştim diye hatırlıyorum gene 12 Eylül’ün Türkiye’ye sentezci -akıl ve nakil sentezi bağlamında- hediyesi olan Hans Von Aiberg (gerçek adı Antepli Bülent Aybek) için “Biz ona Almanca, İngilizce, Farsça kimya, fizik v.s. metinleri verirdik. Ertesi gün çevirir getirirdi. Hatta orjinalinde hata varsa düzeltirdi. Cinleri varmış. Onlar yardım ediyormuş” diyen Tevfik Yener acaba nasıl bir ekipten bahsediyordu? Bu arada Hans Von Aiberg American Scientist ya da New Scientist’ten yaptığı bir tercümeyi anması aklıma 80’li yıllarda Sızıntı’da Science Digest gibi dergilerden kimlerin tercüme yaptığı sorusunu düşürdü iyi mi? Bir boş vaktimde o tercümlere de detaylı bir bakmak ilginç olabilir. Biraz bakayım dedim Ali Seyrek diye Wisconsin’de Makina Mühendisi olan birisi hakkında bir yazı Scince Digest’ten çevrilmiş. Google öyle birisini tanımıyor. Ama Harran Üniversitesi Ziraat Fakültesinde bir hoca var. Yukarıda CIA’nın bordrolu elemanı olan Cumhuriyet Gazetesi Washington Muhabiri Fred Zusy’den bahsetmiştim ya. Onun 50’li yıllarda yazdığı yazılar arasında “Türk Einstein Amerika’yı kasıp kavurdu” “Türk Clark Gable Holywood’u kendine aşık etti” “Türk Mozart Yıktı Geçti” v.s. benzeri pek çok haberi var. Halen bu haberler ayda bir yapılıp durur. Amerika bize biz onlara hayran yaşayıp gidiyoruz. Sızıntı da anlaşılan 82 yılındaki bu haberinde Amerika’nın hayran olduğu Ali Seyrek adlı profesörün çalışmasını okurlarıyla paylaşmış. 🙂 )
Bu Amerika bize hayran biz de onlara hayran olalım üzerinden tekrar Ahmedilere dönmek isterim. Islamic Review dergisinde 40’lı yıllara kadar (bir de onların Singapur’da çıkarttıkları sanırım adı Sunrise olan, bir de ABD’de çıkarttıkları bir degi var…) çok sayıda oryantalist ve/veya Batılı yazarın İslam hakkında olumlu yazdığı yazılardan alıntılar var. Hani Batı dünyası islam’a geçti geçecek sanırsınız. Neyse bu yazıların bir kısmı Eşref Edip ve Ömer Rıza Doğrul’un Sebilürreşad’ında tercümeleri yayınlanıyor. Said-i Nursi’ye ait olduğu iddia edilen Ecnebi Feylezoflar üzerine bir risale var. Aslında alimde bu risalenin 1950’lerde Eşref Edip adıyla başılmış bir kopyası var. Artık risale kime ait bilemiyorum. Said-i Nursi’nin adı sakıncalı diye Eşref Edip adıyla mı basılmış yoksa Eşref Edip mi asıl sahibi bilmiyorum. Neyse bu risalelelerin önemli bir kısmı aslında Ahmedilerin dergilerindeki yazıların tercümeleri. Orjinallerine de erişmek mümkün internet üzerinden. Biraz uzun bir çalışma gerektiriyor ama bir ara boş vaktimde yapmıştım. Neyse Amerika bize hayran yazıları yazan Fred Zusy gibi acaba bir İngizli Subay’ı da zamanında bu tip alıntıların İslamic Review üzerinden yayınlanmasını mı sağlamıştır. Hani öyleyse bugün taşranın bir (ışık) evinde sohbet toplantısında o İngiliz Subay’ın sözleri okunuyor ve üzerinden tartışılıyor gibi garip ve hafif de komik bir durum söz konusu. Said’i Nursi’nin çevresinde acaba Hinrli Müslüman var mıydı? Varsa bu Hintli gerçekten müslüman mıydı?
Islamic Review hazine demiştim ya 20li yıllarda Zanzibarda bilmemne balığı bulunduğu, balığı ortadan ikiye ayırdıklarında üzerinde “Allah” yazdığı haberini okuduğumda (Fotoğraflarını da koymuşlar! 🙂 ) aklıma 80’lerdeki benzer haberler geldi. Sanırım Sızıntı’da da yer alırdı bu haberler. Kütüğe baltayı vurmuşlar, ortasında Allah yazıyor, karpuzun ortasında da …vs. hatırlarsınız herhalde. Aynı akıl. Aynı araçlar. aynı söylem. Biri bizimle dalga geçiyor olmalı…
Biliyorum dağıtıyorum ama sohbet toplantıları aklıma başka birşey getirdi. Taşra da bugün avukatından, doktoruna, üniversite hocasından öğretmenine, eşrafından memuruna en büyük eğlencelerden bir tanesi bu sohbet toplantıları. Risale’lerde erdem kavramı gibi bir konu ortaya atılır, Bediüzzaman ne demiş, ne derken aslında ne kastetmiş, bu sözlerin hikmeti ne v.s. gibi saatlerce tartışılır ve dağılınır. Eee tabii dağılırken eşraf arkadaş avukat beyi evine bırakırken “Şu bizim tarla işi ne olacak” der, doktor bey de üniversite hocasına “yarın muayehaneme gelde bir bakalım senin böbreklerine” der. Mason olmadığımı dile getirmiştim. Mason da tanımam. Bu yaz ilk defa bir arkadaşımın yakınının mason olduğunu öğrendim. Ne yapıyorlar dedim. İşte geçen ay X şahsı “Erdem” üzerine bir sunum hazırladı günlerce. O hafta o sunum yapacakmış dedi… Farkı ne? Hele bir de risaleler gibi aralarında İngiliz Subay’ın yazdıklarının dönüp dolaşıp girebilme olasılığının olduğunu bildiğimiz, Afgani ve Abduh gibi tescilli masonların yazdıklarının etkisi altında olduğunu saklamayan birisini yazdığı derlemelerden yola çıkıp Erdem’in tartışılmasıyla, sunum hazırlayıp Erdem’i tartışacak arkadaşlar arasında tartışmanın içeriği bağlamında ne fark olabilir? Bizim arkadaşın yakını arkadaşını evine bırakırken “Sizin tarla işi ne oldu” diye sormamış mıdır?
Zararı var mı? Bir yandan bakarsanız yok. Sonuçta tartışma zihinsel bir aktivite ve beyni açıyor. Güzel bir şey. Ama birilerinin bu tartışmanın içeriğini 60 yıl önce yazılan bir kalıba sığdırırsa ne kadar açılır soru işareti. Öte yandan “kutsallık” atfedilen bir davada birileri gözlerini kapıyor ve suçsuz insanları “kutsallığa” sığınarak mahkum etmeye başlıyorsa zararı açık değil mi? Suçsuz insanları çarpıtılmış tarih anlayışıyla önce “milletin değerlerine ters” ajanlar olarak yaftalıyor, “kutsalıma dokunmak istiyor” diyor sonra da “yakarım ben o eli” diyor…
Gene dağıtıyorum.
Ama ülke toptan dağılmış. Kimse toparlamıyor. Toparlamak kolay olmuyor. Aslında NATO sistemine girdiğimizden bu yana sağ siyaset eliyle dağıtılmış. Gelsinler toplasınlar diyesim geliyor. Bütün ülkeyi şizofren yaptılar. 70 milyonluk ülkede herkes birbirini ajanlıkla suçluyor. Geçen de Kılıçdaroğlu sormuştu bir ordu da yüzerce casus olur mu diye. Suçlanan kesimleri toplasam 70 Milyonluk ülkede 120 Milyon CIA ajanı, 90 Milyon MI6 ajanı bir o kadar da MOSSAD ve BND ajanı var. KGB’yi saymıyorum bile. yüzlerce casusun lafı mı olur?
Ne diyordum, Mustafa Ağaoğlu ve TİB cemaatleri kontrol altında tutacak bir siyaseti ülkeye sundular. Mustafa Ağaoğlu mason. Hablemitoğlu ise bu siyasete karşıçıkıyor. 28 Şubat sürecinde bildiğim kadarıyla Çevik Bir’e yakın olan bu ekip tasfiye ediliyor. Örneğin Oğuz Kalelioğlu emekli oluyor ve Diyanet İşleri Başkanı Nuri Yılmaz’a danışman oluyor. Oğuz Kalelioğlu Kıbrıs gazisi. Magosa’ya gizli olarak girip, harekat sırasında savunan komutan. İnternet üzerinden bir konuşmasını izlemiştim. Gayet düzgün birisi gibi görünüyor. OdaTV haberindeki gibi TSK’daki İslamcı Cuntacı denmesi haksızlık. Ama belli ki 20 yıl bu ülkedeki İslami grupların kontrolünde görev almış ve yakın ilişkiler geliştirmiş birisi.
Hablemitoğlu da gayet düzgün birisi. kitapları inanılmaz bir derya. Hani aşağı yukarı herşeyi yazmış. Bilinmeyen bir şey kalmamış diyesim geliyor okudukça. Bir ara adı MİT başkanlığı için geçmiş söylentisi çıkmıştı da pek anlam verememiştim. Akademisyen mitçi olur mu diye. Ama kitaplarını okudukça MİT onun kadar biliyor mu emin değilim diyesim geliyor. Bence temel hatalarından bir tanesi yargılarında çok net olması. Oldukça sekter. Ölümünden sonra çıkan kitabında aşağı yukarı Türkiye’de hangi islami camaat hangi uluslararası istihbarat örgütünün etkisi altında sıralıyor. Yazdıkları bana doğru gibi geliyor. Ama bu yargıyı yanlış buluyorum. Dediğim gibi Hablemitoğlu da diğerleri gibi şunlar şu ülkenin ajanı demiş gibi oluyor bu yargılarla. Halbuki doğru olanı “Evet birileri kesinlikle bu cemaatlere el atmış durumdadır ama cemaatlerin çok büyük bir kısmının bunlarla ilgisi yok. Evet azınlıkta ama etkili kilit noktaları ele geçirilmiş olabilir. Aynen Ahmedilerde olduğu gibi. Aynen Masonlarda olduğu gibi. Aynen Mevlevilerde olduğu gibi. Ama bu etkiyi yok etmenin yolu bu oluşumları yaftalamaktan geçmez. Oluşumların üyelerini kazanmak, gözlerinin açılmasını istiyorsan, ya da en azından etki ajanı olarak kullanılanları uzaklaştırmak istiyorsan o üyeleri ötekileştirmeden, sabırla uyararak yaparsın bunu. Aksi durumda sert kayaya çarparsın”.
Son olarak Ümit Sayın’ın -ki sanırım o da Mason. 3. dereceymiş (kendi ifadesi)- Hablemitoğlu’nun bir yıl içerisinde susturulacağına dair notları varmış. Çok geç oldu. kontrol etmeden ekliyorum. En kısa zamanda bu notun ne kadar sağlıklı bilgiye dayandığına bakacağım. Ama yazının kapsamında olduğundan eklemeden geçemedim. (Not: İfadesinde 2000’lerde aralarının bozulduğunu söylüyor. Sonra düzeldi diyor)
Sevgiler.
Not: Aslında olan biteni takip etmek o kadar zor olmasının nedenlerinden bir tanesi Sabetaycı – Siyonist – Yahudi – Mason v.s. gibi kavramları sürekli birbirleriyle eşanlamlı olarak kullanılıyor olması. Halbuki bu kesimler arasında o kadar büyük çelişkiler ve kavgalar var ki. Aynı şey cemaatler, siyasal islamcı akımlar ve gruplar arasında var. Birbirlerini tanımayan kesimler bu kavramlarla indirgemecilik yapıyor ve tek parantez içerisine alıyorlar “ötekileri”. Bu ise kördüğümü iyice çözülmez hale sokuyor…
06 Kasım 2012 11:36
Merhabalar,
Keşke imkanım olsa da Atilla İlhan’ın 15 Nisan 1998 ve 24 Nisan 1998 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde yazmış olduğu 5 makaleyi paylaşabilsem. Şimdi şimdi yazdıklarının ne kadar büyük bir birikimin yansısı olduğunu anlayabilirim.
“İmtiyazlı Tarikatlar” başlığı altında toplanabilecek olan bu yazılarına önce Türkiye’de Mason’lar üzerine yapılan önemli çalışmalardan birisini yazmış olan İlhami Soysal’ı anarak başlıyor. Türkiye de iki tane yeraltı nehiri var Ankara’nın tersine dışarı doğru akan diyor. Bunlar ise tarikatlar ve masonlar olarak belirtiyor. Makalelerin tamamının ortak teması 28 Şubat döneminde tarikatların üzerine gidiliyor olmasına rağmen aşağı yukarı aynı “çıkar ortaklığı” üzerinden bir araya gelen, aynı şekilde uluslararası etkilere açık olan ve hatta aynı köklere dayanan masonların neden imtiyazlı olduğunu sorguluyor.
Masonların İttihad Terakki zamanında yöneticisi olan ve hükümette Maliye bakanı olan Cavit Bey, 1. Dünya savaşı ardından masonların yönetiminden uzaklaştırılır, yerine Damat Ferit kabinesinde yer alan Rıza Tevfik Bey getirilir. Cavit Bey kurtuluş savaşı sonrasında Terakkiperver Fırkasının kuruluşunda diğer ittihadçıların önde gelenleriyle birlikte yer alır, ardından da İzmir Suikastı davası nedeniyle Dr. Nazım gibi İT kurucularıyla birlikte idam edilir. Rıza Tevfik Bey ise Kurtuluş Savaşının ardından San remo’ya giden Vahdettin’in kurduğu sürgün kabinesinde yer alır. İki farklı mason üstadının Cumhuriyet devrimine karşı pozisyonu kayda değer. Evet masonlar laiklik konusunda hassas olabilirler ama uluslararası etkiye açıklık bağlamında Atatürk’ün cumhuriyetiyle pek yıldızları barışmaz. Biraz da bu nedenle Atatürk mason localarını kapatmamış mıydı zaten?
Şunu da belirtmeden geçmeyeyim, Atatürk böyle yaptı diye doğru ve olumlu görmüyorum bu yapılanları…Yapılanları doğru ve olumlu gördüğüm için Atatürk’ü olumluyorum. Şevket Süreyya’nın tek adam ifadesini de anlamlı buluyorum. Ne ondan önce ne de ondan sonra Türkiye’nin gerçekçi bir şekilde kendi sınırlarının ötesinde bir hayal peşinde koşmasının yanlış olacağına inanan kimse gelmemiş gibi. Elbette Atatürk’ün büyük bir şansı vardı. Vatanı kurtarmıştı ve bu onun konumunu garanti altına alıyordu. Sonraki yıllarda siyaset yapanların böyle bir başlangıç noktası olmdığı için sanırım kitleleri hep bir ülkü, bir parlak gelecek hedefi ile kayanştırmak durumunda kalıyorlar. Menderes’ten Erdoğan’a kalıp aynı aslında “Yeniden Büyük Türkiye”. Motor zorlanmış, lastikler patlamış kimsenin umurunda değil. Çarpa devrile hep beraber menzile…
Sevgiler.
Atilla İhan’ı andık madem, tam analım,
Diyalektik Gazel
büyük bir şaşaadır ölüm
ebruli nurlarla gelir
öyle bir yanardağdır ki öfkesi
mutantan destur’larla gelir
karşıtıyla yüklüdür herşey
mutlak çözümlerden vazgeç
tartışılmaz mükemmellikler
ne gizli kusurlarla gelir
sen sen ol korkma karanlıktan
dik ışık çekirdeklerini
çünkü en berrak sular bile
en yağlı çamurlarla gelir
nasıl doğmakla başlarsa ölüm
ölmekle başlar öyle hayat
bil ki dünyayı sarsan sıçramalar
birikmiş şuurlarla gelir
06 Kasım 2012 11:45
Bir ek daha yapayım,
Bu başlık altında yaptığımız yorumlarda vardığımız nokta da iki yeraltı nehrinin, Ankara’nın tersine dışarıya akan nehirlerin, halen gürül gürül aktığı, aynı kaynaktan beslendikleri değil mi?
Demem o ki, farklı bir şey yapmadan farklı bir sonuç beklemek ahmaklıksa, kafamızı gene duvara vuracağız. Bunu söylemek kahinlik değildir herhalde…
Sevgiler.
06 Kasım 2012 11:42
Bir şey daha yazacaktım unutmuşum….
Yukarıda özetlediğim yazılar 28 Şubat döneminde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmaktadır…
Aslında Cumhuriyet gazetesi o dönem fena olmayan bir sınav verir. 28 Şubat’ın hemen ardından bugün Silivri zindanlarında çürüttüğümüz Mustafa Balbay yazılarını da imkan olsa da paylaşşam. Gülen’in “Testiyi kırmadan gidin” dediği, Zaman’ın yeni kurulan kabineyi “Hayırlı olsun” diye selamladığı, merkez medyanın Çevik Bir’in dümen suyuna girdiği dönemde Balbay hiç de bir “postal yalayıcı cuntacıya yakışmayan” yazılar yazmaktadır…
Sevgiler.
06 Kasım 2012 11:50
Son olarak bu yazıları yazmama vesile olan sevgili Hasan Toprak’a teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Bilmem tatmin oldu mu?
Sevgiler.
07 Kasım 2012 01:55
Yazılarını daha derli toplu bir şekilde yazabilirsin. Dağınık oluyor, mesela “X” konusunda başlayıp onunla devam etmelisin, sağdan soldan gelen soruları cevaplama.. Giriş, Gelişme ve Sonuç paraleli ekseninde örneklendirerek çok akıcı makaleler yazabilirsin.
Herşeyden önce yazıların dağınık olduğu için sesi çıkmıyor. Vurdun mu bir seferde adam gibi sesi çıkacak, mıy mıy TV ekranlarında hiçbir konuştuğu anlaşılmayan etki ajanlarına dönme..
Örneklerini daha derinleştir, Başbakan’ın yanında görüntü gösterenlerin milyon – milyar dolarlık ihaleler içerisinde kaldığını, çevresindeki yolsuzluğa bulaşmış kişilere kısa örnekler vererek anlat.. Daldan, dala atlama.. aslında herşey irtibatlı fakat konular karışıyor. Türk Milletinin parasını cebine indirenleri deşifre et, o paralarla Türk Milletine akıl vermeye çalışanları afişe et, Türkiye’deki ve Uluslararası finans piyasalarındaki fırıldakların yöntemlerini anlat, Dünya’da dolaşan birkaç trilyon doların ne anlama geldiğini anlat, Bu paraların arkasındaki büyük şirketlerin nihai hedefini açıkla..
Bunları kendini afişe etmeden açıklamalısın, kişisel özelliklerini ortaya dökmemelisin.. Gereğinde ciddi manevralar yaparak kafaları bulandırmalısdın fakat sonuç olarak monopolleri anlatmalısın.. Türkiye’deki ortakları, onların bağlantıda olduğu yerli kölelerini, silah, ilaç, petrol, ve uyuşturucu tekellerinin çalışma düzenini anlatmalısın..
Yüksek bütçeli operasyonları sırayla anlat.. sindire sindire, yavaş yavaş.. Tek seferde herşeyi anlatma hatasına (hastalığına) düşme.. Yazdıkların %90 doğru olur fakat nihai gerçek içerisinden %5 bile değildir.. %90 doğru – %10 yanlış.. %90’ın %85’i laf kalabalığından başka birşey değildir.. (Senin yazıların için söylemiyorum)
Esas mesele kendini faş etmeden istediklerini kamuoyuna yaptırabilmektir günümüz dünyasında.. Operasyon biraz zeka gerektirir, yapıldığının 1 ay sonrası deşifre oluyorsa nihai sonucun Zombiler yaratmak olduğunu, toplumu sokağa çekmenin bir aracı haline geldiğini göremezsin ve kendi sonunu hazırlarsın.
Graham FULLER, CHP’nin iktidarını aylar öncesinden duyurdu zaten, o konuşmadan çok dana önce Operasyon Deniz Baykal’ın Görüntüleriyle zaten başlamıştı… Bu işide AKP’nin özel istihbarat örgütü üzerinde gerçekleştirmeleri ince zeka gerektirir. Erdoğan’ın o günkü surat ifadesine iyi bak.. “Eyvah, kurduğum yapılanma ne yaptı öyle” psikolojisi içerisindeydi.. Bizzat kendi döşediği kalebodurlar tarafından tasfiye edileceğini geç anladı.. O kalebodurları yapan duvarcı ustalarına akıl almaz dolarlar akıtarak bu işten kurtulacağını sanıyor fakat çok büyük bir yanılgı içerisinde.. Berlusconi’nin sonundan daha iyi olursa kendisini şanslı görürüm.
Hasan TOPRAK
demiragnuri@gmail.com (Kemal iletişime geç, diğer okumadığım uzun yazılarını yollarsan sevinirim)
Ergenekon’un 1 Numarası kim?
Bu operasyonu planlayan “master mind” kimdir?
Gerçek Ergenekon’u perdelemek amacıyla ortaya çıkan Daniele Ganser “Nato’nun Gizli Ordusu” sence gerçeği mi anlatıyor?
İtalya’dan büyük reklamlarla getirilen meşhur savcımız (yabancı olan) medya’da sence kendine neden yer bulamadı. Bizim meşhur savcımız Zekeriya ÖZ şuanda ne yapmaktadır? Türkiye’nin ÖZ gibi cesaretli savcılara ihtiyacı var aksi takdirde bu soruşturmalar nasıl çözülecek.
07 Kasım 2012 15:54
Sevgili Hasan Toprak,
Tavsiyeleriniz için teşekkürler. Yazılarımın dağınıklığı konusundaki eleştirilerde haklısınız. Nitekim en çok kullandığım sözlerden bir tanesi “Gene dağıttım…”
Öte yandan amacım konusunda ise sanırım aramızda biraz anlaşmazlık var. Ben yazıları ses getirsin diye yazmıyorum. Öğrenmek için ve unutmayayım diye yazıyorum. Daha çok derleme yapmak amacıyla ve kafamdakileri kağıt üzerinde bir arada olsunlar diye yazıyorum. Ses getirsin diye yazmış olsam herhalde kendime medya olarak bir blogun yorum kısmını seçmezdim. Çok fazla okunduğunu da sanmıyorum. Elbette başka yerlerde paylaşarak yaygınlaştırmak isteyenlere bir şey diyecek değilim ve bu şekilde dağınık yazıldıklarında da o kişilere külfet verdiğimin de farkındayım. Bu nedenle uyarınızı dikkate alarak daha derli toplu yazmaya çalışacağım.
Kendimi afişe etme bağlamında ise sanırım bunu bu devirde başarmak kolay değil. O kadar çok iz bırakılıyor ki. Kullandığım üç kelime yeterli olabiliyor bazen bu izleri takip etmeye. Ama çok da fazla umursamıyorum. Eninde sonunda, elinin altında zengin bir kütüphane olan, interneti kullanabilen, ara ara da bolca okumaya yapmaya zamanı olan şanslı birisiyim sadece. Mason tanıdığım bile yokmuş! (Sayenizde farkettim. Tabii mason olduğunu bilmediklerim varsa bilemem!)
Sorularınıza gelirsek. 1 Numara arayışında değilim. An itibariyle operasyonun iç ve dış planlayıcıları olduğunu düşünüyorum. Dış planlayıcıların NATO olduğunu, iç planlayıcıların ise 65 yıldır Türkiye’yi yöneten ittihatçı sağ koalisyon olduğunu düşünüyorum. Bu koalisyonu daha önce de yazmıştım. Sivil ve askeri bürokrasi, sermaye çevreleri, istanbul müslümanları (yani dış dünyayla ilişki ağları gelişmiş olan ve nakşi ağırlıklı çevreler), siyasal iktidar ve sentezciler (ki zaten bir kısmı sivil ve askeri bürokrasi, sermaye çevreleri, istanbul müslümanları ve siyasal iktidar arasında yer alıyorlar).
Hedefin ise 2.5+ farklı kesim olduğunu düşünüyorum. Bir kere susurlukta uç vermiş olan Gladio’nun içerisinde yer alan ve suça bulaşmış oldukları için tasfiye edilmesi gerekenler birinci kesim. Böylece birileri karanlık geçmişin hesabını verecek geri kalanlara uzanmayacak şekilde çıkarılan kontrollü bir yangın. İkinci kesim ise bu ittihatçı sağ koalisyondan ülkeyi temizlemek isteyen ve kısa bir süre için iktidarı ele geçirenler. Bunlar özellikle 90 sonrasında NATO’nun çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarlarının örtüşmediğini düşünen ve Türkiye’nin daha bağımsız bir yol tutması gerektiğini düşünen çevreler. Diğer buçuk hedef ise operasyonda taşeronluk hizmeti veren (çok muhtemelen operasyon sonrasında günah keçisi ilan edilmesine daha baştan karar verilen) Cemaat çevresinin kendi hesabını da arada görmek amacıyla torbaya dahil ettiği (daha doğrusu etmeye çalıştığı) kesimler. Aklıma Türkan Saylan, Nedim Şener, Ahmet Şık, Hanefi Avcı ve İlhan Cihaner gibi isimler geliyor. Bir de tabii operasyonun ardından günah keçisi olduklarını farkettikleri için kendi güçlerini de göstermek amacıyla post-operasyon olarak gerçekleştirilen İlker Başbuğ gibi isimler de söz konusu (bunlar da 2.5+ daki +)
Ganser’in makalesini (sanırım kitabın özeti olsa gerek) yeni okudum. “Gerçek Ergenekon’u perdelemek amacıyla yazılan” ifadesiyle neyi kasttetiğinizi anlamadım. Ama makale kabaca bugün doğruluğu herkes tarafından bilinen Galdio’yu anlatıyor. Söyledikleri, yani komunizmle mücadele amacıyla NATO ülkelerinde kurulan cephe gerisi ordular artık bilinen ve kimsenin inkar etmediği şeyler. Bu konuda aksini yazanlar mı var? Gerçek Ergenekon diye kastettiğiniz ise bugün davada sanık olanlar ise yukarıda yazdığım gibi bence onlar değil. Hatta gene yukarıda yazdığım gibi Gerçek Ergenekon (Türkiye’nin Gladio’su) tam tersine bu operasyonu yapanlar. İttihatçı sağ koalisyon yani. Kendi kullandıklarından birilerinin bugün sanık olması bir şeyi değiştirmiyor. Tam tersine ellerini yıkama çalışmalarını gösteriyor. Yarın bir gün “Cemaatçi” (bu arada ben daha önceki yazdıklarımda da dile getirdiğim gibi Cemaatçi olarak nitelenen bu arkadaşların da ne kadar cemaatçi olduklarını tartışmak gerekiyor) devlet görevlilerinin özellikle Balyoz gibi çuvala sığması mümkün olmayan mızraklar nedeniyle yargı önüne getirilmesi de, hem de bizzat bu ittihatçı sağ koalisyon tarafından, gene bir şeyi değiştirmeyecek. Gerçek suçlular, operasyonu yönetenleri perdelemiş olacak o kadar…
Öte yandan seçmiş olduğunuz e-mail adresindeki Nuri Demirağ da aslında bilfiil bu ittihatçı sağ koalisyonu oluşturanlardan. Nuri Demirağ, yakn dostları Nuri Killigil (Enver Paşa’nın kardeşi) ve yukarıda yazdıklarımda adı geçen Hüseyin Hüsnü Erkilet (ki Çınaraltı dergisini çıkarmışlardır) öteden beri Almanlarla (Ganser’in makalesinde adı geçen Gehlen gibi) birlikte hareket eden kişiler.
Turancılarımızın önemli bir kısmı 1. Dünya savaşından dolayı Almanlara yakındır. 2. Dünya savaşı sonrasında S.S.C.B’nin Batı Almanya’yı ve hatta kalan dünyayı işgali tehlikesi karşısında ABD ve İngilizler, eski Nazilerle işbirliği yapmışlardır. Bu Nazilerle işbirlikleri aslında savaş öncesinde de söz konusudur. Arabistan Kralı’nın danışmanı olan Philby ve daha sonra CIA başına geçecek olan Dulles savaş öncesinde komunist tehlikeye karşı Nazilerle ortak iş yapmışlardır. Savaş bitince de bu bağlantılar üzerinden komunistler hakkında birikimi olan Gehlen’i yeni kurulan CIA çerçevesinde değerlendirmiş ve anlaşılan BND’yi kurmasının önünü açmışlardır. Turancılarımızın koalisyona dahli bu ilişkiler ağı üzerinden söz konusu olmuştur. Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı kitabında Nazilerle Turancılarımızın ilişkileri ve onların CIA arasındaki bağlardan birisi olan Ruzi Nazar hakkında bilgiler yer alıyor. Cengiz Özakıncı’nın Yeni Osmanlı Tuzağı ise Gehlen bağlantıları anlatılıyor.
Koalisyon da yer alan tasavvufi akımlar ise İngilizlerle tarihi bağları olan kesim. Özellikle Mısır ve Hint müslümanları üzerinden kurulan ilişkiler söz konusu. 70’lerden sonra ise körfez sermayesi ki Kuveyt – Katar – Emirlikler gibi İngiliz egemenliği altında olan, Suud’lar gibi ABD’nin payına düşen bağlantılar var. Korkut Özal’dan Kemal Unakıtan’a pek çok ismi bu kapsamda dile getirmek mümkün. Sermaye kesimi de bir yandan Avrupa ile ilişkiliyken diğer yandan ABD şirketlerinin yerli ortakları. Özetle tüm yollar (Turan- İslam – Batı) NATO’ya çıkıyor. Türkiye’nin NATO’ya girişiyle söz konusu Gladio ülkeye yerleşmiştir.
NATO ise sermayenin komunizm korkusu temelli kurulan uluslararası bir örgüt. 50’li yılların başında İngiliz – ABD ve Almanlar arasında kısmi bir mücadele de olsa 60’lardan itibaren Washington bu operasyonun sevk ve idare merkezi. Eğer bir mastermind varsa dün George Bush bugün de herhalde Obama’dır. Ya da onların bu coğrafyayı yönetsin diye delege ettikleri bir memuru.
Zekeriya Öz’ün bu ilişkiler ağını çözebilecek birisi olduğunu ise düşünmüyorum.
Sevgiler.
Not: Konuyu gene dağıtma pahasına bir şeyler daha yazmak istedim.
40’lı yılların ortalarında Almanların savaşı kaybetmesi ufukta görününce Türkçülerimiz 3 Mayıs 1944 tarihinde tabutluklara konulur. Faris Erkman’ın “En Büyük Tehlike Türkçülük” broşürü fitili ateşlemiştir. Savaşın ardından ise ABD ve eski Naziler arasında kurulan işbirliği, SSCB’nin Türkiye üzerinde yarattığı tehdit sonucunda ise içerde tutulmalarına gerek kalmayan ve kurulmakta olan koalisyona destek veren Türkçüler serbest bırakılır.
En büyük tehlike Türkçülük broşürünün yayınlanması üzerine yukarıda dile getirdiğim Çınaraltı dergisinde bu konuda bir anket yayınlanır. Temelde bazı isimlere gerçekten en büyük tehlike Türkçülük müdür diye sorulur. Sorulara “En Büyük Tehlike Türkçülük değil onu en büyük tehlike görenlerdir” diye yanıt veren o sırada henüz Almanya’ya doktora yapmaya gitmemiş ve lise öğrencisi olan ve daha sonra Milli Görüş hareketini kuracak olan Necmettin Erbakan’dır!
Bülent Ecevit fullbright bursuyla Amerika’ya giden (sanırım ilk) gazeteci adaylarındandır. Yukarıda dile getirmiş olduğum ve İslamic Review dergisinde makalesi yayınlandığında ise Londra’da ki Türk Elçiliğinde stajyer olarak çalışmaktadır. Sanskritçe’ye merakı sanırım o dönem başlamıştır. Belki de Abdülhamid’in Çin’e üniversite kursun diye gönderdiği dedesinden etkilenmiştir. Ya da CHP milletvekili babasından. Ya da Robert Kolej’de okurken bir Amerika’lı hocasından.
Alparslan Türkeş’te zaten NATO kapsamında Özel Harp eğitimi almak için Amerika’ya giden ilk 16 subaydan birisidir.
Bir de kiminin Nurlu Süleyman dediği, kiminin ise Morrison şirketinin temsilcisi lduğu için Morisson Süleyman dediği, AP’ye başkan adayı olduğunda yalan bir mason değildir belgesi verildiği için Türk Masonlarının ikiye bölünmesini tetikleyen Süleyman Demirel var…
NATO’ya girişimizin ardından sanmam ki Türk Siyasetinde dört bir taraftan boş bırakılmış bir yanımız kalmış olsun…
Ülkenin genlerine 300 yıldır Ruslarla yapılan savaşlardan kaynaklanan Rus korkusu öyle bir sinmiş ki, bütün siyasilerimiz anti komunizm mücadelesinde NATO’nun çizdiği çerçevenin dışına çıkmayı pek düşünmemiştir. Düşünenlerin ise çok fazla yol aldığını sanmıyorum. Nitekim soğuk savaş bittiğinde ve anti komunist cephe dağıldığında, NATOyla çıkarlarımızın artık çok da örtüşmediğini düşünen, bilhassa Güneydoğu’da ABD’lilerin yeri geldiğinde PKK ile işbirliği yaptığını gören TSK üyeleri bu durumu sorgulamaya başlamalarının ardından, henüz Türkiye’yle işleri bittiğini düşünmeyen güç çevrelerinin gazabına uğramış ve uğramaya da devam etmektedir.
Not 2: Nuri Killigil’in fabrikasının (bu arada Demirağ ve Killigil silah sanayimizin öncüleri sayılabilir, bir anlamda o dönemin kalebodurları yani 🙂 ) havaya uçurulması ve ABD’ye yakın duran DP kurucusu Ahmet Emin Yalman’ın daha çok Almanlara yakın (ama gene DP destekçisi) çevrelerde yetişmiş olan Hüseyin Üzmez tarafından vurulması bir anlamda NATO’nun ilk dönemlerindeki güç mücadelesinin sonucu muydu?
08 Kasım 2012 01:34
Kemal, sanırım NATO misyonunu doldurdu. Geçmiş tarihimizle ilgili yazdıkların doğru fakat günümüze geldiğinde durumlar karışıyor. İlk mesajımda da yazdığım İtalya’daki P2 olayına benzer bir yapının ülkemizde faaliyette olduğunu düşünüyorum. Bunu şimdilik sıradan vatandaşların kanıtlaması imkansız, Devletin güvenlik kurumları bunları çözecek. Düşün 20 yılda Özal soruşturmasını çözdürmeyen bir iradeyi “Balyoz Davası ve Gerçekler” bloğunun yorumları kısmında anlatmamızı beklemeleri saflıktır. Ben sana kısa bir resim çizeceğim, kısa ve ÖZ;
Son zamanlarda dikkat edersen MİT’le alakalı bir girişim olduğu zaman Mehmet EYMÜR sıcağı sıcağına Medya’ya çıkıyor. MİT’in konuşan yüzü olduğunu inkar edemeyiz, zamanlaması ise manidar. helede programlarında “dur arkadaş ben mesajımı vereyimde ne konuşursanız konuşun” psikozu içerisinde olduğu görülüyor. Zaten Erdoğan gelin beni alın diyor, yani kilit isim Hakan FİDAN. Onu oraya getiren irade Erdoğanı’da kontrol ediyor.
Gazete arşivlerine bak, Mehmet AĞAR’ı ziyaret eden kişilere bakarsan küçük bir Kurtlar Vadisi konseyi çıkar.. Spor, siyaset, iş adamları, askerler vb.. liste uzar.
Baykal görüntülerini kim yada kimler yaptı. Siyasi irade bunu neden çözemiyor çünkü elleri kirli..
Camia dediğin kişilerin arkasında Rand, NSA, CİA, istihbarat ajansları, NGO’lar var ve çok güçlüler, artık kendileri bazı gelişmelerde bulunmak istemeselerde bu süreçlerde olacaklar. Kontrol yabancılarda, istedikleri gibi yönetiyorlar. F. Gülen ise sadece medya’da görünen yüzü, arka taraf çok karışık.
SAKIK, soruşturmanın gizli tanığı, komutan sanık, Kılınç ise tanırım iyi adamdır diyor. Yani cenazede saçmalıyor veya artık gelişmeleri takip edemiyorlar !!!! Mikrofon geldi, ehh çocukları boş bırakmayalım, iki lafta biz edelim durumunda..
Zaten tüm ideoloji, sermaye falan hepsi zaten tek kapıya çıkıyor. Bizim esas düşmanımız dünyadaki büyük 20 – 30 yada 15 aile , finans şirketleri olması gerekirken zamanımızı boş ideolojiler içeriisnde koşuyoruz.
Sen olsan Kemal, Türkiye ile İran’ı nasıl kapıştırırsın? AKP içerisindeki İran damarını kesmekle yani ATALAY’a operasyonla süreci başlatırsın ki buda zaten başladı, devam ediyor..
Özet olarak Camia ve Masonlar şuanda 2 güçlü grup olarak arzı endam ediyorlar. Benim şahsen gördüğüm resim budur ve ABD, İngilizler ve Almanlar bunu kaşımak için herşeyi yapıyor. Senin sentezciler, Turancılar ekolü vb.. ya da Milli Görüşle yazdıkların doğrudur fakat artık bunlar nosyonlarını doldurdular. Bitti, kitaplarda kaldı onlar, şuandaki bilfiil faal gruplar, yapılanmalar nedir, ne değildir.. Kim neyi temsil ediyor. gazeteciler neden istihbarat servislerinin peşine takılıyor, neden bilgi fukarası olduk. Nereye gidiyoruz, AB’deki 100 yıl savaşlarını birileri ülkemizde faaliyete mi geçirmek istiyor.
Nato’nun gizli orduları kitabı arkasındaki irade esas Ergenekon yapısıdır. Yani gerçek olan, onu söylemek istedim. Aynı Ergenekon yapısı Mehmet Eymüğr’ün arkasında, aynı güç, Aziz Yıldırım arkasında, aynı güç Ağaoğlu’nun arkasında, aynı güç Taraf Gazetesinin arkasında, tutunabilmek içinde şuanda Erdoğan’ın arkasında, şu Ergenekon soruşturmasının arkasında, (Gül, Erdoğan’dan çok daha güçlüdür) fakat sahadaki adamları o kadar amatör ki bu sitede hergün deşifre ediliyorlar, malzeme bu kadar yapacak birşey yok. Eski ergenekon yaşlandı, yenisinde akıl yok, ileriside karanlık..
Zaman kötü, ticaret kötü, Türkiye’de iş yapmak ne kadar zor, insanların birbirine olan güven kalmamış bitmiş.. Çoktan bittikte işte uzatmaları oynuyoruz..
08 Kasım 2012 14:06
Sevgili Hasan,
Karamsarlığa gerek yok. Ülke tarihinin çoğu bundan kötü dönemler ve daha kötü yönetimlerle dolu. Kimseye de bir şey olduğu yok. Bizler bizden öncekilerden iyiyiz, bizden sonra gelen bizi geçecek. Ben genel olarak çok iyimser bir insanım. Bilmem yazılarımdan belli oluyor mu?
Öte yandan sana algı yönetimine dair bir soru sormak istiyorum.
Önder Aytaç ve yakın çevresi “İran Damarı” olarak özellikle Beşir Atalay’ı ve onun göreve gelmesinde destek verdiği şahısları (ki Hakan Fidan da bir tanesi) nitelendiriyor.
Buraya kadar tamam.
Peki neden?
Herhangi bir bilgin var mı?
Neden bu isimler “acemler” ya da “iran damarı” ?
Bu kişiler şii mi?
Değil. Gayet sünni hatta Atalay’ın yakın olduğu bir cemaat bile söz konusu.
Ya da ne bileyim İran İslam Devrimi sempatizanı mı?
O da değil. En fazla gençliklerinde sempati duymuşlardır ki an itibariyle siyasal islamcı kökenden gelip de sempati duymayanı yok. Hatta koyu sünniler bile o dönemde “Tamam şiiler ve bize uymazlar ama Kemalist devrime beş basar” modunda gezerlerdi.
Peki niye bu isimler iran damarı?
Bir algı yönetimi söz konusu kanımca. Ben eski yazılarına bakıp neden “acem” olarak nitelendirildiklerini bulmaya çalıştım. Ben bulamadım. En fazla MİT başkanı olarak Hakan Fidan’ın özellikle Nükleer meselesinde Türkiye ve Brezilya olarak 3-5 kez ziyaret edip durmasına atıf var. İyi de bunun neresi “acemlik”? Arabulucu ülke Türkiye değil miydi zaten? Gitmeden ne yapacaklardı? Telepatiyle mi anlaşacaklardı?.
Senin bildiğin başka bir neden var mı?
Sevgiler.
11 Kasım 2012 15:42
Beşir Atalay AKP’nin ergenekoncu bakanlarından biri. Adı geçti diye belirteyim dedim.
11 Kasım 2012 02:59
Merhabalar,
Hani diyorum ya bu soruşturmaların arkasında Türkiye’yi 65 yıldır yöneten (daha doğrusu idare eden) Türk-İslam sentezinin sermaye, İstanbul dindarları, sivil ve askeri bürokrasinin bir kanadı yani bütün azametiyle “İttihatçı Sağ” var, bu yazacaklarım da sanırım bu iddiaya destek olacaktır.
Şimdiden uyarayım. Biraz uzun. Okuyacak olanlara şimdiden teşekkürler.
Alparslan Türkeş’in Özel Harp Eğitimi almak için ABD’ye gönderilen ilk subay kadrosundaydı demiştim bir önceki yorumda. Ardından merak edip acaba ABD arşivlerinde bu bağlamda neler var diye bakmak istedim. Ama çok geçmeden daha başka bir şeyi fark ettim…
Alparslan Türkeş’in 1948-50 arasında ABD’ye giden ilk ekip arasında olduğunu biliyoruz. Hatta biraz daha meraklılarımız “ilk 16 kişi” arasında olduğunu da biliyoruz.
Peki nereden biliyoruz?
İnternette pek çok kereler tekrarlanan bu bilginin kaynağını tam olarak bilemiyoruz. Bunun nedeni de kimsenin bilgiyi aldığı kaynağı belirtmeye tenezzül etmemesi.
Ama benim anladığım kadarıyla, kaynak Ecevit Kılıç’ın Özel Harp Dairesi (2007 Günce Yayınları, 2010 TİMAŞ) adlı kitabı.
Bunu biraz Ecevit Kılıç’ın yapmış olduğu bir hatadan dolayı biliyoruz. Şöyle ki Ecevit Kılıç, ABD’ye giden ilk 16 kişilik subayın arasında yer alan 8 ismi kitabının (7. Baskı, TİMAŞ) 32. Sayfasında veriyor. İsimleri aşağıda bulacaksınız. Ama aralarındaki bir isim Fikret Ateşdağlı olarak veriliyor.
Öte yandan böyle birisi yok. Gerek Cumhuriyet’in (1930’dan beri) gerekse Milliyet’in (1950’den beri) arşiv tarafmalarında bu isim bulunmuyor. Üstelik gazetelerde terfi edilen subaylar listesi düzenli olarak yayınlandığından her subayın adı var arşivlerde. Ama böyle bir isim hiç terfi etmemiş görünüyor! Özetle Fikret Ateşdağlı diye bir subay bulunmuyor.
Öte yandan o dönem bir Faruk Ateşdağlı söz konusu. Kendisi 27 Mayıs’ın ardından kısa bir dönem Seferberlik Tetkik Kurulu’nu (STK) (yani malum Özel Harp Dairesini) yönetiyor. Zaten Ecevit Kılıç’ın kitabında ilerleyen sayfalarda STK’nın ilk çalışan kadrosundan İsmail Tansu’yla yaptığı röportajı aktardığı sayfalarda Faruk Ateşdağlı’nın adını kullanmaya başlıyor. Demem o ki 32. sayfada bir hata söz konusu. Sehven mi yapılmış bilemiyorum. Mümkün görünüyor.
Listedeki tek hata ise bu değil. Çok daha ciddi hatalar söz konusu ama bunları öğrenmek için bir müddet daha sabretmeniz gerekecek…
Ecevit Kılıç’ın bu kitabındaki iddiaları aslında önceleri çok dikkat çekmiyor. Ama 2009 sonunda tekrar gündeme geliyor ( bu sefer daha geniş bir yayınla). Nitekim 2010 başında kitap bir daha yayınlanıyor (Bu sefer TİMAŞ’tan). 2009 sonunda tekrar gündeme gelen – gündeme geliş nedeni aşağıda açıklanıyor- bu iddiaların özellikle Türkeş’e yönelik olan kısmına Ümit Özdağ sert tepki verir. Pek çok itirazı vardır. En çok da Türkeş’in “Özel Harp Eğitimi” aldığına yönelik iddialarına. İtirazlarını tek tek sıralamayacağım ama bir-iki tanesine özellikle değinmek istiyorum.
Ümit Özdağ, “Türkeş’e eğitim Özel Harp eğitimi değil, İleri Piyade Tekamülü eğitimidir, ve de piyade okulunda verilmiştir” demektedir. Yani aslında Özdağ da, Türkel’in 1948 yılında ABD’de eğitim aldığını doğrulamaktadır ama “İngilizce sınavını başarıyla geçen 16 kişiden biri” olduğu için “Piyade eğitimine” ABD’ye gitmiştir. Yoksa bu seçimin ne 1944’te Türkçülük davasında yargılanmasının, ne Turancılarımızla 40’ların başındaki Nazi, sonundaki “eski” Nazilerle ilişkisinin rolü olmuştur (Gehlen- BND kurucusu-, Ruzi Nazar gibi isimlerin ortak düşman komunizme karşı savaşın ardından artık CIA ile çalıştığını hatırlayalım). Yani Özdağ’a göre Türkeş, sınavı geçmiş ve piyade eğitimine hak kazanmıştır.
Gerçekten de Türkeş, Georgia’da Fort Benning’de almıştır bu eğitimi (en azından bir kısmını, diğer kısmı ise Fort Bragg olabilir…) ve burası bir piyade okuludur. Ama geniş bir alana yayılmış olan bu okulun daha sonraki dönemlerde yaygın olarak bilinen adı School of America’s’dır ve 1946’dan itibaren 64,000’i üzerinde Latin Amerikalı askeri işkence, terör, sabotaj ve psikolojik harp için eğitmiştir. İnternette bu konuda yeterince kaynak var. Üstelik Talat Turhan’ın Derin Devlet kitabında da, Amerikalı senatörlerden yapılmış alıntılar dahil olmak üzere farklı kaynaklardan okulun nasıl “özel harp” amaçlı eğitimler verdiği anlatılmaktadır. (Bu arada Talat Turhan’ın kitabı bu konulara ilgi duyanlar için oldukça fazla bilgi içermekte ve internetten okumak da mümkün).
Tartışmayı burada keseyim. Öyle ya da böyle, Ümit Özdağ bile son tahlilde “Evet Türkeş 1948’de Amerika’ya giden subayların arasındadır” demektedir.
Peki Ecevit Kılıç’ın kitabında yazdığına göre ABD’ye 1948 yılında giden ilk 16 subay arasında yer alan Alparslan Türkeş’in yanındaki diğer isimler kimlerdi?
Kitabın bir baskısı elimde var (7. Baskı TİMAŞ, 2010). Bu 16 isim arasından kitapta adı verilen sekiz kişi ve haklarında kısa bilgiler (benim derlemem) aşağıda listelenmiş durumda.
1-Turgut Sunalp: 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in Başbakan olmasını istediği MDP’nin genel başkanı, Kıbrıs Türk Alayının başındadır (60 sonrası anlaşmayla giden Türk alayı) ve 12 Mart döneminde işkenceleriyle ününe ün katan Faik Türün’ün yardımcısı. Sanırım sağcı, hatta ittihatçı sağcı demek yanlış olmaz.
(Dağıtma pahasına not: Faik Türün’ün Necmettin Şahiner’in yazmış olduğu Nurculuk Nedir kitabında bir röportajı var. Said-i Nursi’yi yere göğe sığdıramamış. Bir de Saidi Nursi’nin 50’lerdeki avukatı Bekir Berk’i. Bekir Berk önceleri Türk Milliyetçiler Derneğinin ilk başkanı 50’lerde kurulan dernek Ahmet Emin Yalman suikast girişiminin ardından kapatılır. 1969 ise AP’nin oylarının bölünmesi tehlikesiyle Bekir Berk tarafından 27 Mayıs ve Türkeş adında Türkeş’e aleytar bir broşür yazılır. Nurcular arasında tartışma ve bölünme yaratan bu broşürün dağıtılmasına Fethullah Gülen karşı çıkar.)
2- Daniş Karabelen: Özel Harp Dairesinin kurucu başkanı. Kore’ye giden Türk Tugay’ının başındadır. 27 Mayıs’ın ardından emekli edilir. Kardeşi DP milletvekilidir. Kurtuluş savaşında Teşkilat-ı Mahsusa’da görev alır daha doğrusu yukarıda dile getirmiş olduğum Mustafa Sagir olayının ardından kapatılan Karakol örgütünde (Hintli Sagir’i İstanbul’dan Ankara’ya getiren örgüt.). Daniş Bey de benim katagorime göre prototip bir ittihatçı sağcı.
(Dağıtma pahasına gene not: hep merak etmişimdir 12 Eylül’ün hemen ardından Sızıntı dergisinde Fethullah Gülen darbeyi öven ve orduyu Son Karakol olarak niteleyen bir yazı yazar. Acaba bu Karakol o Karakol mu? )
3- Ahmet Yıldız: 27 Mayıs’ın Milli Birlik Komitesi Üyesi. Ardından senatör oluyor. Halkevleri Genel Başkanlığı yapıyor ve 12 Eylül sonrasında Halkevleri davasından yargılanıyor. Anlaşılacağı üzere “sol” siyasi görüş sahibi.
4- Suphi Karaman: 27 Mayıs’ın MBK üyesi, SODEP kurucusu, daha sonra İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı. Yani gene solcu.
5- Mucip Ataklı: 27 Mayıs MBK üyesi, 1983 yılında Halkçi Parti milletvekili seçiliyor, eski senatör, Suphi Karaman’la birlikte dokunulmazlığı Milli Devrim Ordusu üyesi olmaları iddiasıyla kaldırılıyor, Can Ataklı’nın babasının kuzeni yani büyük amcası. “Solcu”.
6- Faruk Ateşdağlı: 1951 yılında TSK’daki ilk cuntayı kurduğu iddia ediliyor. 1958 yılında Türkeş’in Talat Aydemir cuntasına katılmasını sağlıyor(muş). Türkeş bu emri Talat Aydemir’le pek anlaşamıyor olsa da, severek yerine getiriyor(muş). 27 Mayıs ardından Daniş Karabelen’in yerine Özel Harp Dairesinin başına kısa bir dönem için geçiriliyor. Kimilerine göre TSK içerisindeki her cuntada yer alan kimilerine göre de TSK içerisinde herkesin saygı duyduğu ( aslında her ikisi de aynı şey mi acaba??) birisi. Nazlı Ilıcak da anlaşılan saygı duyuyor.
7- Refik Tulga: 1947-50 yılları arasında Washington’da Türk Büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak çalışıyor. Ardıdan DP iktidarı sırasında Türkiye’ye dönüyor ve Celal Bayar’ın başyaveri oluyor. 27 Mayıs’ın ardından ise İstanbul Vali ve Belediye Başkanı oluyor. Emekliliğin ardından ölümüne kadar arasıra Cumhuriyet gazetesinde yazıları çıkıyor. Gördüğüm kadarıyla düzgün, insancıl ve bağımsızlıkçı bir çizgide yazıyor. Pek Özel Harpçi gibi değil aslında. İlhami Soysal’ın kitabına göre (aktaran Uğur Mumcu) masonmuş. Bülend Ulusu da (ki yukarıda adı geçiyor) Masonmuş. Masonlar’ın dindarlarla yakın ilişkisi var. Soner Yalçın haklı sanırım…)
8- Alparslan Türkeş
Liste gerçekten zengin. Solcusu, sağcısı, ortacısı hepsi ABD’ye Özel Harp Eğitimi almak için giden ilk 16 arasında, Ecevit Kılıç’a göre…
Suphi Karaman, Mucip Ataklı ve Ahmet Yıldız isimleri ise çok ilginç. Sonuçta sol harekette yer alan özel harpçilik bayağı ilginç bir durum oluşturuyor.
Hele Suphi Karaman’ın Perinçek’in yardımcısı olması işi daha da ilginç kılıyor. Ne de olsa, Suphi Karaman’ın Doğu Perinçek’le birlikte Bilecik’te Ergenekon yeniden yapılanma belgesini yazan ekipte olduğu iddiası söz konusu…
Nitekim bu isimler üzerinden basınımızda Gladio (yani NATO’nun Özel Harp Dairesi) ve Ergenekon (dava sanıkları) arasında ilişki kuruluyor. Bir de tabii sağcısından solcusuna sokakları yönlendirip darbe ortamı hazırlama geleneği olan bir TSK algısı ve onun akıl hocası olan meşhur gladyo…
Seferberlik Tetkik kurulu Türkiye gündemine, “müthiş altı ay”ın son (neden müthiş olduğunu düşündüğümü görmek için daha önceki yorumlara bakınız) günlerinde yani 2009 Aralık sonunda Bülent Arınç’a suikast iddiası söz konusu olduğunda girmişti.
Hatırlarsınız kozmik oda meselesini…
(Not: Bu arada Bülent Arınç suikastına ne oldu? 50-60 yıl sonra da birileri, Bülent Arınç (Allah gecinden versin) lafın gelişi 103 yaşında vefat ettiğinde, zaten ona 2009 yılında kozmik suikast planlamışlardı, ölümü kesin suikasttır mı diye yazar mı?. Sırf bunu engelemek için mücadele etmeye değer…)
Kozmik oda baskının ardından Seferberlik Tetkik Kurulunun (STK) tarihçesine yönelik ilk yazı (bulabildiğim kadarıyla) 26 Aralık 2009 tarihinde T24 haber sitesinde yayınlanır. Fazla yorum yapılmayan yazıda STK’ya yapılan aramaya değinilir ve ardından STK’nın kuruluşu için 16 subay’ın ABD’ye gönderildiği, bu gönderilen kişilerin Turgut Sunalp, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman, Fikret Ateşdağlı ve Daniş Karabelen olduğu yazılır. Üç isim eksiktir listeden (Mucip Ataklı, Ahmet Yıldız ve Refik Tulga).
Kaynak ise belirtilmemiştir. Faruk Ateşdağlı yerine Fikret Ateşdağlı adının geçmesi Ecevit Kılıç’ın kitabının ilk sayfalarının referans alındığına işaret etse de aynı listede yer alan diğer üç isim neden eksiktir? Belki de bu üç ismi tanıyan birileri listedeki bu isimleri makul görmemiş ve elemiştir. Daha açık yazayım sola yakın duran bu isimler gizlenmiş olabilir mi? Ama ya Suphi Karaman? Öte yandan bir alternatif daha vardır. O sanki daha akla yatkındır. Ecevit Kılıç’ın kitabını kullanan ama her nedense bu üç ismi kullanmayan bir başka haber kaynak olabilir. Nitekim biraz daha aşağıda da göreceğiniz üzere buna benzer bir durum söz konusudur…(sadece Ahmet Yıldız’ın yokluğu soru işaretidir bu teoriye göre, ya da Suphi Karaman’ın varlığı…)
Ertesi gün 27 Aralık tarihinde Radikal gazetesinde Tolga Akiner imzalı bir haber olarak ABD’ye giden ilk 16 subay arasından altı kişinin ismi sıralanır. Refik Tulga ve Mucip Ataklı’nın ismi yoktur haberde. Gene kaynak belirtilmemiştir. Ama Ecevit Kılıç’ın kitabı dğrudan kullanılsaydı her halde bu iki isim de olurdu diye düşünüyorum. Ya da T24 olsaydı Ahmet Yıldız da eksik olurdu… Öte yandan Ecevit Kılıç’ın yapmış olduğu Fikret Ateşdağlı hatası tekrarlanmıştır aynen T24 gibi. Bu durum da, Ecevit Kılıç’ı kullanan ama bir nedenle söz konusu iki ismi kullanmayan bir başka habere dayanıyor olma olasılığını güçlendiriyor.
Biz en iyisi İz sürmeye devam edelim.
Ertesi gün (28 Aralık 2009), Refik Tulga ve Mucip Ataklı’nın olduğu ama Fikret/Faruk Ateşdağlı’nın olmadığı bir başka listeyi (yani Eceviy Kılıç’ın 8’inden 7sinin olduğu bir listeyi) Nazlı Ilıcak Sabah gazetesineki köşesinden yayınlar. “Kara Kutu Aralanıyor” başlıklı yazısında, komunizmle mücadele tehlikesi geçince Gladio’nun Ergenekonlaştığı ve “irtica” ve “bölücü” tehdit ile mücadeleye giriştiği iddia edilir, bu süreçte de psikolojik harp yaparak bu tehditlerin abartılmasını sağlamaya yönelik eylemler yaptığını yazar. Zaten “ilk 16 subay listesinde” 27 Mayısçılardan (Suphi Karaman, Mucip Ataklı ve Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş ), 12 Martçılara (Turgut Sunalp) ve 12 Eylülcülere (gene Turgut Sunalp) bütün darbeciler yeralmaktadır. Nazlı Ilıcak’a göre bütün darbelerin Galdyonun eseri olduğu ortaya çıkmıştır. Belli ki 12 Eylül için de, bu kişiler ateşe yakıt sağlamışlardır. 2000’lerde de Ergenekon olarak yakıt sağlama operasyonları yapmışlardır..
Nazlı Ilıcak da kaynak belirtmemiştir. Ama listedeki farklılıklar Nazlı Hanım’ın da daha önceki T24 ya da Radikal haberlerini kullanmadığını göstermektedir. Öte yandan Ecevit Kılıç’ın listesinde olup Nazlı Ilıcak’ın listesinde olmayan Fikret/Faruk Ateşdağlı ismi ise soru işareti uyandırmaktadır. Belki de T24’te listeden çıkarılan Ahmet Yıldız gibi Nazlı Hanım da Faruk Ateşdağlı’yı bir nedenle listeden çıkarmıştır. Kim bilir?
28 Aralık 2009 tarihinde Yeni Asya gazetesinde de Radikal’de çıkan haber benzeri bir haber yer alır. Daha çok Radikal’deki habere atıfta bulunur.
3 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde Fikret Karagöz’ün, Özel Harp Dairesi’nden emekli Yarbay Şenol Özbek’le yapmış olduğu bir röportajı yayınlanır (ki 3 Ocak 2010 tarihli Zaman gazetesi de röportajı olduğu gibi okuyucularına aktarmaktadır). Şenol Özbek de bir “ABD’ye giden ilk 16 subay” iddiasındadır ve isimler verir. Bu isimler beş kişidir Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp, Suphi Karaman, Ahmet Yıldız ve Seferberlik Tetkik Kurulunun kurucusu olarak bilinen Daniş Karabelen. Aralarında Refik Tulga ve Mucip Ataklı yoktur. Faruk Ateşdağlı’nın ismi de (doğru olarak) anılmaktadır aslında. Ama ABD’ye giden ilk ekip arasında değil de, “27 Mayıs sonrası Karabelen’in yerine Özel Harp Dairesinin başına geçirildi” denilerek. Şenol Özbek 27 Mayıs’ın ABD’ye giden subaylar listesinde adı olmayan (ama kendi ifadesine göre 50’lerde ilk ekibin parçası olarak STK’da görev almış olan) İsmail Tansu ve Daniş Karabelen’in 27 Mayıs’ta tasfiye edildiğini söyler.
Refik Tulga’nın ve Mucip Ataklı’nın adlarının olmamasından yola çıkarak Radikal gazetesine 27 Aralık’ta bilgi veren kişinin Yarbay Şenol Özbek olduğunu söylemek mümkün gibi görünüyor. Ama Faruk Ateşdağlı’nın ismi Şenol Özbek tarafından doğru bir şekilde kullanmış olması bu olasılığı zayıflatıyor. Benzer eksikliklerin T24 sitesinde de olduğunu hatırlatırım. Tabii bir diğer olasık da Şenol Özbek aslında pek bir şey bilmiyor ve Radikal ya da T24 haberinden öğrendiklerini Taraf’a röportaj diye veriyor. Nazlı Ilıcak’ın yazısını ise pas geçmiş! Özel Harpçi bir subay olduğundan birinci el bilgisi olduğunu düşünüyorum. Ama hem Radikal, hem T24 hem de Şenol Özbek aynı isimleri pas geçmişler. Refik Tulga ve Mucip Ataklı. Bu da tesadüf olmasa gerek…
3 Ocak 2010 tarihinde Akşam gazetesinde Gürkan Hacir de, Mucip Ataklı ve Refik Tulga hariç kalan altı ismi sıralar ve onların ABD dönüşünde Seferberlik Tetkik Kurulunun ilk personelleri olduğu dile getirir. Fikret/Faruk Ateşdağlı yerine ise hatayı çeşitlendirecek şekilde “Fikri” Ateşdağlı demektedir. Yazı ise “Gün gelir, Amerika kendi kurduğu yapıyı dağıtır” mealindedir. Belli ki Gürkan Hacır’ın da elinde Ecevit Kılıç’ın kitabı yoktur ama onu temel alan başka bir kaynaktan yararlanmaktadır ve o kaynak Mucip Ataklı ve Refik Tulga’yı anmamaktadır. Aynen Şenol Özbek gibi…
(Not: Fİkri Ateşdağlı olarak ilk kullanan sanırım açık istihbarat sitesinden Feridun Yıldız’dır – 27 Aralık 2009 tarihli yazı. Belli ki Gürkan Hacir onu kullanmıştır kaynak olarak. Peki Feridun Yıldız kimi kullanmıştır? Birazdan buna bir yanıt vermeye çalışacağım).
2 ve 3 Ocak tarihlerinde Star Gazetesinde Ecevit Kılıç İsmail Tansu’yla bir röportaj yapar. İsmail Tansu, Daniş Karabelen’in 1948’de eğitim almak için ABD’ye ilk giden ekipte olduğunu dile getirir röportajda. STK’da görev yapan ilk on beş isim olarak ise yepyeni bir liste sıralar: İsmail Tansu, Rıza Vuruşkan, Remzi Atılgan, Ahmet Soylu, Cahit Vural, Ahmet Göçmez, Bedri Esen, Nurettin Öktem, Hüseyin Ömür, Recep Atasu, Şadi Demirbilek, Osman Nalbant, Mehmet Kızılsu, Sibkatullah Yalan, Cemal Akkan sıralanır. Daniş Karabelen 16.’dır.
Dikkatinizi tekrar çekmek isterim ki bu 16 isim ÖHD ilk çalışan 16 isimdir, yoksa ABD’de eğitim alan ilk 16 değil. Aslında Ecevit Kılıç da kitabında ilk kadro olarak bu yukarıdaki isimleri sıralamaktadır. Yani Özel Harp Eğitimi alan ilk 16 arasında olduğu iddia edilen sekiz isimden sadece Daniş Karabelen STK’nın kuruluşunda görev almıştır…
4 Ocak tarihinde devam eden röportajda, İsmail Tansu’nun ağzından çıkıp çıkmadığı anlaşılmayacak bir şekilde yukarıdaki sekiz ismin tamamı ABD’ye Özel Harp Eğitimi almak için giden ilk 16 arasında sıralanır. Bu ilk 16’dan sadece Daniş Karabelen Özel Harp dairesinde görev almıştır denilmektedir. Ama dediğim gibi kaynak İsmail Tansu gibi görünse de aslında Ecevit Kılıç kendi kitabındaki diğer listeye atıf yapıyor gibidir..Ufak bir farkla, Faruk Ateşdağlı’nın adını artık düzeltmiştir.
Vakit gazetesinde Abdurrahman Dilipak bir yazı yazar (05.02.2010 tarihli olarak Can Dündar’ın web sitesinde yazı verilmiş – sanırım yazıda Can Dündar’ın belgeseline atıf yapılıyor diye alınmış). yukarıdaki sekiz isim arasından (Refik Tulga ve Mucip Ataklı hariç) diğer altı ismi sıralar ve Ergenekon sanıklarına hitaben “boşuna dert yanmayın. Sizi oraya getiren irade bugün ise böyle istiyor der”, Gürkan Hacır gibi. Özetle Gladio ve Ergenekon aynı yapı demeye getirir. Aslında yazının Gürkan Hacır’dan apartılmış tek yanı bu değildir. Dilipak Gürkan Hacir’in hatasını tekrarlar ve Ateşdağlı’nın ismi olarak Fikri’yi kullanır…Anlaşılan Abdurrahman Dilipak Gürkan Hacir’in makalesini beğenmiştir ve içerdiği hatalarına kadar isim vermeden intihal yapmaktadır…
Buraya kadar yazdıklarımı özetleyecek olursak, Ecevit Kılıç’ın kitabında sekiz isim verilmiştir (kaynak belirtilmeden – not: Acaba 7. Baskı öncesinde de aynı isimler mi verilmiş kontrol edemedim ama aksi bir bilgi de yok. Üstelik aşağıda yazacağım üzere aynı isimler olduğunu desteklen bir bilgi söz konusu…).
Öte yandan, 26 Aralık günü T24 ve Radikal gazetesi ise bu listeden sadece beş ismi (artı Faruk Ateşdağlı) ismini “ABD’de 48’de eğitim alan ilk subaylar” olarak dile getirmektedir. 3 Ocak tarihli Fikret Karagöz’ün yapmıl olduğu röportajda da, ÖHD eski personeli (E) Yarbay Şenol Özbek aynı altı ismi anmaktadır. Nazlı Ilıcak’ın aynı gün yazmış olduğu yazı da ise sadece yedi isim vardır. Diğerlerinin unuttuğu iki ismi eklemiş ama Faruk Ateşdağlı’yı dışarıda bırakmıştır.
Ardından bu yazılar, bazen aynen bazen hafif değiştirilerek pek çok haber sitesinden yayınlanıyor ve bu bilgiler bir anlamda kamu malı oluyor.
İki soru aklıma geliyor. Bir tanesine birazdan cevap vereceğiz. Diğerine ise spekülasyon yapacağız.
1- Bu isimler gerçekten ABD’ye giden ilk subaylar mı?
2- Listelerdeki farklılıklar, farklı kaynakları mı işaret etmektedir yoksa basınımızdaki yaygın tembelliğe mi? Ayrıca acaba birileri birilerini hedef göstermekte pervasız davranırken birilerini korumakta mıdır?
1. Sorunun yanıtını birazdan vermeye çalışacağım.
2. Sorunun yanıtını ise tam olarak bilemiyoruz. En fazla soruda yapmış olduğum spekülasyonlardan birilerinin olması söz konusu olabilir.
Aslında biraz daha deşmek mümkün görünüyor.
Bu listeler neden farklı?
İnternette STK ve söz konusu subayların ABD’ye gönderilmesine yönelik olarak, kozmik oda aramasından daha önce yazılmış, sayıca daha az yazı bulunmaktadır.
12 Ağustos 2008 tarihinde Radikal’de bir haber yayınlanıyor. Yazı aynı gün Rizgari’nin web sitesinde de yayınlanıyor. Radikal’deki yazıyı kimin yazdığı belli değil. 26 Haziran 2007 tarihinde annesinin evinde cephane bulunan Fikret Emek’in Seferberlik Tetkik Kurulu bölge başkanlığı yapmış olduğundan hareketle STK’nın tarihçesi sorgulanıyor.
Bu yazıda sekizlik listedeki Refik Tulga ve Mucip Ataklı hariç altı isim ABD’ye gönderilen ilk subaylar ve STK’nın ilk ekibi olarak dillendiriliyor. Haberde Faruk Ateşdağlı ismi yanlış haliyle yani Fikret Ateşdağlı olarak yer alıyor. Yazıda kaynak yok ama arada İsmail Tansu’nun 12 Mayıs 2008 tarihinde Aksiyona verdiği röportaja atıf var. İsmail Tansu’nun Aksiyondaki söz konusu röportajında ise isim vermiyor…
Bu durum da Ecevit Kılıç’ın kitabında anılan bu isimlerin kaynağının aslında İsmail Tansu olmayabileceğini işaret ediyor. İsmail Tansu hiç bir açık röportajında isim vermiyor. Halbuki Ecevit Kılıç yayınladıktan sonra bundan çekinmesine gerek var mı? Öte yandan , kitapta İsmail Tansu’nun söylediklerinin yer aldığı kısım ve bu sekiz kişilik ismin yer aldığı kısımlar birbirinden farklı. Üstelik Tansu’nun anlatılarında Faruk Ateşdağlı adı doğru bir şekilde yer alırken, kitabın başlarında (32. sayfa) yer alan bu listede, yukarıda dile getirilmiş olan yanlış yapılıyor…
Öte yandan, 12 Ağustos tarihli Radikal haberi sanırım daha önce anmış olduğumuz yazıların önemli bir kısmının da kaynağı! Belli ki bu yazıyı yazan kişi ya Refik Tulga ve Mucip Ataklı adlarını pek popüler bulmamış, ya da başka bir nedenle listeden düşmüş. Bu yazıya atıf yapan T24, Radikal’in 2009 yazısı, aynı şekilde açık istihbaratta yayınlanan Feridun Yıldız imzalı yazı, onu kullanan Gürkan Hacir ve ondan intihal eden Abdurrahman Dilipak, görüldüğü üzere kullandıkları yazının gerçekliğini pek de sorgulamamaktadır.
5 Eylül 2008 tarihli Vakit gazetesinde Hasan Karakaya, Genç Birikim’de yazan Ali Kaçar’ın yazısından geniş bir alıntı yapar. Alıntıda da Özel Harp Eğitimi için ABD’ye giden ilk 16 isim arasından sekiz isim yayınlanmıştır. Söz konusu sekiz isim de Ecevit Kılıç’ın listesiyle aynı isimlerdir. Genç Birikimin arşivine erişemedim. Archive org da pek işe yaramadı. Muhtemelen Hasan Karakaya’nın alıntı yapılan yazı Eylül 2008 tarihli Genç Birikim’de yazılmış olan “5-6 Eylül Olayları ve Kontrgerilla” başlıklı yazı. Yazıya erişemediğim için kaynağını ya da bir kaynak belirtilip belirtilmediğini bilemiyorum.
Ama isimler aynı olduğuna göre Ecevit Kılıç’ın kitabı kullanılmış olabilir. Ali Kaçar en azından tembellik yapmamış ve muhemelen Radikal’in 12 Ağustos 2008 tarihli yazısıyla gündeme getirdiği listeden yola çıkıp asıl kaynağa ulaşmış. Ama çalışkanlığın da bir sınırı var…Faruk Ateşdağlı’nın adı kitabın başındaki yanlış haliyle yani Fikret olarak yazılmış. Öte yandan bu durum, Ecevit Kılıç’ın eski baskılarında (En azından 2008 sonrası) da aynı sekiz ismi sıraladığına işaret ediyor.
Peki ASIL kaynak kim? Yani Ecevit Kılıç’a bu isimler kim tarafından veriliyor?
Ecevit Kılıç kitabında İsmail Tansu’ya ve MİTçiler Mehmet Eymür, Yavuz Ataç, Nuri Gündeş’e, ayrıca Hasan Kundakçı, Ercüöment Gedikli (Bahçelievler Katliamı sanığı, eski ülkücü, yeni BBPli), Zeki Çatlı (A. Çatlı’nın kardeşi), Tahsin Güldal, Daniele Ganser, Hasan Fehmi Güneş ve Rahşan Ecevit’e ismen bir de ismini açıklayamadığı kamu görevlilerine teşekkür ediyor.
İsmail Tansu hiç bir açık röportajında isim vermediğine göre aklıma Ecevit Kılıç’a bu isimleri ya Eymür gibi Mitçilerin ya da ismi açıklanmayan kamu görevlilerinin verdiğini söylemek mümkün.
Neden bu kadar üzerinde duruyorum kimin bu listeyi verdiğini derseniz onun yanıtı da aşağıda;
Çünkü liste YANLIŞ ve MAKSATLI.
Listede yer alan ve Seferberlik Tetkik Kurulunda (STK’da) çalışan ilk ekip arasında olan ve hatta kurucu başkanı olan Daniş Karabelen’i ve ABD’de eğitim aldığını Ümit Özdağ’ın da doğruladığı Alparslan Türkeş’i geçiyorum. Bu arada Alparslan Türkeş 27 Mayıs’ta MBK üyesidir belki ama çok geçmeden diğer 13 arkadaşıyla uzaklaştırılır…
Öte yandan yukarıda adı geçen Talat Turhan’ın kitabında, Ahmet Yıldız’a bu durumu sorduğunu ve onun Fort Bragg’de eğitildiğini söylediğini, 27 Mayıs sonrasında ABD’lilerin kendisine yanaştığını ama bakmışlar iş yok geri çekildiğini söylediğini dile getiriyor. Yani Ahmet Yıldız gerçekten de ABD’de eğitim almış.
Turgut Sunalp konusunda ise pek bilgi yok. Ama 36’da Harbiye’den 45’te ise Harp Akademisinden mezun olmasına rağmen, 5 Mart 1984 tarihli bir röportajında “Biliyorsunuz tahsilimi de ABD’de yaptım” dediğine göre ABD’de bir eğitim almış olsa gerek. Zaten 1960’da Kıbrıs Türk Alayı’nın başında olması (STK’nın özel ilgi alanı Kıbrıs sorunuydu, TMT, 6-7 Eylül olayları v.s.), 12 Mart ve 12 Eylül’deki rolü de bunu teyyid ediyor. Unutmadan ekleyeyim Turgut Sunalp 27 Mayıs’da MBK üyesi değildi (Kıbrıs’ta görevliydi darbe sırasında).
Listede yer alan bu dört isim ABD’de eğitim almış görünüyor. Peki diğerleri?
Yani:
Faruk Ateşdağlı
Refik Tulga
Mucip Ataklı (Diğer MBK üyesi)
Suphi Karaman (yani Gladio’dan Ergenekon’a Kayıp Halka!)
Bir kere listedeki Refik Tulga’nın o sırada (1948’de) eğitim aldığını söylemek mümkün değil. Çünkü 47-50 yılları arasında ABD’deki askeri ataşemiz olarak görev yapıyor. Bir yandan bu görevini yapıp bir yandan da Fort Benning gibi okullarda eğitim alması çok mümkün değil sanırım. Nitekim dönünce de Celal Bayar’ın başyaveri olarak çalışır. Yani Özel Harple uğraşmıyor…
Faruk Ateşdağlı ise yukarıda dile getidiğim gibi cuntaların pek çoğunda yer alıyor. Hatta 1949 yılında kurulan (yani 50 seçimlerinden önce!) ve aralarında o dönem genç bir general olan Cevdet Sunayında olduğu, 46 seçimlerinin hileli olduğunu düşünen 50’de yapılacak seçimlere hile karışmasını engellemek bu uğurda gerekirse yönetime el koymak isteyen subayların arasında yer almaktadır! (Kaynak: Ömer Sami Coşar ve Abdi İpekçi 27 Mayıs 1962 tarihli yazı dizisi – Milliyet). Aslında bu bilgi bile 1948’de ABD’de eğitim almadığını (çünkü 49’larda İnönü karşıtı cunta faaliyetleri içerisindedir) göstermektedir! Öte yandan hakkında çok bilgi bulunmuyor. Sevilen sayılan bir subay. 1952’de Bükreş’te askeri ataşe olarak, 1956 yılında ise Elazığ’da topçu subay olarak görev yapar. Pek ABD’de eğitilmiş bir kariyer değil gibi anlayacağınız.
Üstelik 1958’de emekliliğini ister ve emekliye ayrılır! (Bilinmeyen Yönleriyle 27 Mayıs, Sezai Okan – Milliyet 29.Mayıs.1989).
Yani Faruk Ateşdağlı 1960 27 Mayıs’ın da emeklidir! (Zaten bu nedenle sanırım hakkında çok fazla bilgi bulunmuyor…)
Emekli subayı alıp STK’nın başına geçirmek 27 Mayıs hareketinin karakterine dair ilginç bir bilgi snuyor bize. Şöyle ki 27 Mayıs sonrasında Seferberlik Tetkik Kurulunun başkanı Daniş Karabelen emekli edilir. İsmail Tansu ve onun gibi pek çok subay STK’dan alınır. Deyim yerindeyse STK dağıtılır. Hatta başına o sırada emekli bir subay olan Faruk Ateşdağlı getirilir.
Gladyo eğer STK ise ve onlar ABD’de özel harp eğitimi almış subaylarsa bu durum bile 27 Mayıs’ın Gladyo’yu tasfiye ettiğini göstermektedir. Evet 27 Mayıs NATO’ya ve Cento’ya bağlıdır, ama belli ki ABD’nin derin yönetimine karşıdır. Nitekim kendi aralarından ABD’de “eğitim” almış olan Alparslan Türkeş’i çok geçmeden uzaklaştırılması da bunu göstermektedir. Kaldı ki, 27 Mayıs’tan 3 gün sonra Kore’de ki Türk Tugayı eve getirilmiştir… Kanımca 27 Mayıs Batı yanlısıdır ama ABD (ya da ABD istihbaratında örgütlü Almanlar) değil de İngiltere’ye yakın bir darbedir. Bu konuda daha sonra kısmet olursa daha fazla yazmaya çalışacağım.
İyi ama peki söz konusu listede yer alan, üstelik ABD’de Özel Harp Eğitimi almış olan Milli Birlik Komitesi üyeleri ne oluyor?
Onlar da Ahmet Yıldız gibi “imalat hatası” mı?
Mucip Ataklı ise havacıdır. Milli Birlik Komitesi üyesidir. 3 Ağustos 1960 yılında Cumhuriyet gazetesinde Nobel’e en çok aday olan meşhur romancımız Yaşar Kemal’in yaptığı röportajdan öğreniyoruz ki ortaokulu memleketi Erzurum’da, Liseyi 1938’de Maltepe Askeri Lisesinde bitirir. 1940’ta da Harp Okulunu bitirip havacı Subay olur. Eskişehir Havacılık okulunda 2 yıl pilotaj tahsilinin ardından pilot olur. 46’da Harp akademisine girip Kurmay subay olur. Bundan sonra da üç yıl Hava tabiyesi ve hava stratesjisi okuyup yarbay olur ve harp akademisinde öğretmen olur. Daha sonraki yıllarda ise 15 ay Paris’te kalmış, tatillerde gezdiği ülkeler olarak da Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere’yi saymaktadır.
Özetle, ne eğitimi sırasında ne de sonra (röportaj tarihine kadar elbette) ABD’yi görmemiştir!
Peki kayıp halka Suphi Karaman?
Ne de olsa Ergenekon belgesini yazan, Doğu Perinçek’in sağ kolu, İşçi Partisinin genel başkan yardımcısı. O ABD’de Özel Harp Eğitimi almış mıdır?
Aslında 2009 sonu 2010 başında basında bu liste dalga dalga yayınlanırken OdaTV’de 5 Ocak 2010 tarihli o sırada (sanırım halen) Silivri’de bulunan Hikmet Çiçek tarafından yazılmış bir haber yayınlanır “Yandaş Medya Uyduruyor” başlığı altında. Haberde Radikal’de çıkan haber ve Nazlı Ilıcak’a atıfta bulunulur ve bu listede yer alan Suphi Karaman’ın adının tam bir uydurma olduğu, 27 Mayıs’ın o dönemki adıyla “Menderesin Gestaposuna” yani Milli Emniyet, Özel Harp Dairesi ve o zamanın MİTi olan MAH içerisinde örgütlü ABDci derin çekirdekin tasfiye edildiğini yazar Hikmet Çiçek.
Kendisine de şahit olarak Suphi Karaman’ın oğlunu yani Suay Karaman’ı göstermektedir. Suay Karaman “Ne 48 ne de başka bir yıl. Babam hiç bir zaman ABD’ye gitmedi” demektedir…
Yukarıda atıfta bulunduğum, Ecevit Kılıç’ın iddialarına karşılık verdiği röportajda da, Ümit Özdağ, Suphi Karaman isminin listede olmadığını söylemektedir.
Elimizde bir başka daha kaynak var. Gene büyük ustaya dönelim ve bakalım Yaşar Kemal’in 10 Ağustos 1960’da Cumhuriyet gazetesinde Suphi Karaman’la yapmış olduğu röportajda bir şey bulabilecek miyiz.
Suphi Karaman’da bayburtluymuş (1922). Erzincan Askeri Ortaokulunu, Bursa Askeri Lisesini, Ankara Harbiyesini ve Polatlı Topçu Okulunu bitirmiş ardından ise 1948-50 yıllarında Harb Akademisini bitirip kurmay olmuş!
48de ABD’ye giden ilk partide olma olasılığı kalmıyor yani…
Yarbayken Almanya’da kurs görmüş. İtalya ve Fransaya da kısa süreli seyahatleri olmuş. ABD’yi ise aynen oğlunun söylediği gibi hiç görmemiş…
Fransızca ve biraz da İngilizce bilirmiş.
Ümit Özdağ’ın dile getirdiği üzere, zaten ABD’ye gideceklerin seçiminde kullanılacak olan İngilizce sınavını geçme şansı pek yok gibi.
Özetle hem Mucip Ataklı’nın hem de Suphi Karaman’ın ABD’de Özel Harb Eğitimi gördüğü bilgisi tam bir uydurma.
Şimdi soru Ecevit Kılıç’a bu bilgiyi kim verdi?
Bu iki ismin yer aldığı MBK’ya, Özel Harp Dairesini tasfiye ettikleri için kızgın olan İsmail Tansu mu bu isimlerin kaynağı? Yani bir kızgınlık mı bu isimlerin listeye girmesinin nedeni?
Ama İsmail Tansu hiç bir zaman açık bir şekilde bu isimleri anmamış.
Kaldı ki Ecevit Kılıç’ın kitabında bu isimlerin yer aldığı listede Faruk Ateşdağlı adı yanlış bir şekilde Fikret Ateşdağlı olarak yer alıyor olması, bu hatanın sehven mi yapılmış, yoksa aslında duruma pek de hakim olmayan olaylar hakkında ikinci el bilgi sahibi olan, üstelik bu iki ismin listeye dahil edilmesiyle Ergenekon soruşturması bağlamında kamuoyunu yönlendirmede çıkarı olan birisi mi bu isimlerin kaynağı?
Bunun yanıtını sadece Ecevit Kılıç ve ona bu bilgiyi sağlayan biliyordur elbette…
Peki bütün bu hikayeden başka ne sonuçlar çıkartabiliriz?
Bu listenin 2. kere gündeme gelmesi Bülent Arınç suikastiyle söz konusu oluyor. Üstelik 10 Ocak 2010’da, yani üç beş gün sonra “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşetleri atılıyor…
Bu listenin üzerinden sağlı sollu koalisyon ve darbe yapmak için olaylar çıkartan TSK bağlamında kamuoyu oluşturuluyor. Açıkçası ben düne kadar gerçektende, Suphi Karaman’ın “ilk 16 subay” arasında olduğunu sanıyordum. Bunun nedeni ise yüzlerce site üzerinden, aslında bir kaynaktan sahaya sürülen bir bilginin farklı kalemler tarafından tekrarlanması üzerine tüm kamuoyuna ulaştırılması, bu listedeki yanlış bilgilere yönelik yapılan yayınların ise oldukça kısıtlı bir imkan bulabilmesidir.
Eğer OdaTV haberi üzerine Nazlı Ilıcak, T24, Radikal Gazetesi, Akşamdan Gürkan Hacır, Star’dan Ecevit Kılıç, Taraf ve Zaman gazetesi yaptıkları hatadan dolayı özür dileselerdi ben çok daha önceden bu konuda doğru bilgiye erişmiş olurdum…
Başka ne sonuç çıkar?
Genelkurmay başkanının eli armut mu topluyor?
Bir liste üzerinden TSK içerisinde darbeden darbeye koşan, sağcı solcu bir gladyo algısı yaratılıyor, TSK ise sessiz kalıyor…
Benim yaptığım gibi bir gün otursa detaylı araştırma yapsa açık kaynaklardan bu listenin yalan olduğunu bulabilecek. Ya da bir emir verse arşivleri taratsa bu işlem iki-üç saate hatta belki dakikaya sığacak. Hiç bir şey yapamıyorsa elinin altındaki internet sitesinden girip Bilgi Edinme hakkı çerçevesinde ATASE’den bilgi isteseymiş, 15 gün içerisinde bilemedin 4 hafta da yanıt alırdı diyesim geliyor…
Bu ihmal mi yoksa bilinçli bir sessizlik mi?
Asıl soru burada…
Koca Genelkurmay’da maaş alan yüzlerce subay ne iş yapar? Hepsinin mi eli kolu bağlı. Bazen diyorum bana verecekler 10-15 tane subayı bütün bu dezenformasyon olaylarını tek tek çıkartayım gün yüzüne…
Koca ordunun kaynakları, insaf yahu…
Ama dediğim gibi benim kanaatim durumun ihmal değil de “bilinçli sessizlik” olduğu yönünde. Başka türlüsünü aklım gerçekten almıyor…
Bu arada yazmadan geçemeyeceğim.
Bir de Ergün Diler adlı Takvim gazetesinin çok bilmiş bir yazarı var. Bu yıl yazdığı tam dört yazısında Muhteşem Süleyman (11 Haziran 2012), Nurettin Veren ve Cemaat (12 Haziran 2012) , CIA ajanı ve Berlin Büyükelçiliği (1 Kasım 2012), Gizli savaş (9 Kasım 2012) Suphi Karaman’ın Özel Harp Eğitimi alan 16 Türk Büyüğünden birisi olduğunu yazdı. Allah için dersini çalışmış ve Faruk Ateşdağlı’nın adını doğru yazmış ama o kadar…
Bu Çalık grubunun çok ilginç bir konumu oldu, MİT-Cemaat kavgasında. Çalık Malatya’lı birisi. Zaten Ak Parti Malatya milletvekili Öznur Çalık’ın eşiyle Ahmet Çalık’ın dedeleri kardeşmiş. Malatya ise tam bir derya. Yetiştirdikleri arasında sadece İnönü ve Özal yok. Ayrıca dünya çapında meşhur teröristlerimiz Mehmet Ali Ağca ve Oral Çelik de Malatyalı. Keza Ömer Lütfi Topal ve Abuzer Uğurlu’yu da Malatya’ya borçluyuz. THKO lideri Teslim Töre’de Malatyalı. Eşref Bitlis ve Behçet Oktay da…Ahmet Kaya da, Zerrin Özer de, İlyas Salman da Kemal Sunal da Malatyalıymış. Yukarıda adı geçmişti Güldal Akşit ve tabii babası Galip Demiral da Malatyalı…
Yazarlardan da Ahmet Kekeç..
Emre Uslu’ya göre MİT içerisinde önemli üç gruptan birisi “Malatyalılar” grubuymuş.
Malatyal’lı bir başka ünlü daha var aslında (Not. Gene konuyu mu dağıtıyorum ne?)
Musa Çağıl, yani namı diğer Saatçi Musa. Aslında Saatçi Musa Sivas Kangal doğumluymuş. Ama 2 yaşında Malatya’ya göç etmiş. Bir röportajında Cumhuriyet gazetesinin Elaziz temsilcisi Muhsin Parla’nın (Doğrusu Muhiddin Parla olacak sanırım) bir gün onu Büyük Doğu’yla tanıştırır. 47 Yılında da Malatya Kültür Derneğini kurarar. 48-49 yılları arasında birileri ABD’de Özel Harb Eğitimi alırken onlar Necip Fazıl’ı bir hafta ağırlarlar Malatya’da. Ahmet Emin Yalman’a suikast planlayıcılardan birisidir..
“Ahmet Emin Yalman’ın da düzeneleyicisi olduğu bir yarışmada birinci seçtikleri güzel, Rus Erkeklerden hoşlanırım” dediğinde kanlarına dokunmuş (tabii yerseniz…). Sadece yaralamaya karar vermişler. Aslında önce yumurta atalım demişler ama Saatçi Musa vuralım demiş.”
Amhet Emin Yalman suikastinin Türkiye’de açıklığa kavuşturulmasının kritik bir dönemeç olacağını düşünüyorum. Saplantı diyebilirsiniz. Ama içimden bir ses her ikisi de Demokrat Parti’li olan (hoş o dönem Ahmet Emin yavaş yavaş Menderes’i eleştirmeye başlamıştır) iki grup arasından bir suikast nasıl çıkar?
Siyasal karakterlere baktığımda Ahmet Emin Yalman daha çok sufi akımlara yakın bir çevrede yaşıyor. Sanki kentli islam çevresi diyebileceğimiz bir çevre. Sabetaycı bir kökeni var ve Soner Yalçın’ın yazdıklarının da gösterdiği gibi İstanbul dindarlarıyla yakın ilişkileri söz konusu sabetaycıların bir kısmının. Bir kısmı ise Enver Paşa’ya yakın duruyor. Öte yandan Necip Fazıl daha milliyetçi bir islam’ın temsilcisi. Bir rivayete göre Enver Paşa’ya yakın olan Kuşçubaşı Eşref (ki 150liklerden ve ancak Atatürk’ün ölmesinin ardından Türkiye’ye dönebiliyor) Hüseyin Üzmez’i tebrik ediyor ve manevi oğlu ilan ediyor…
Sanki bana Ahmet Emin Yalman İngilizlere yakın duruyor, Necip Fazıl ve çevresi ise ABD ve onların o sıra yakın kankası olan Almanlar tarafından etki altında. Ahmet Emin Yalman sanki İslam ve Türk sentezine uzak duruyor ve aksi yönde yayın yaparak etkili oluyor. Öte yandan NATO’nun daha doğrusu ABD’nin işine tamam komunizm karşıtı dindarlık iyi ama SSCB’deki Türkler yumuşak karın. Kaldı ki Naziler döneminden sağlam bir SSCB göçmeni Türkçü ekip kurulmuş ve olduğu gibi ABD’nin ellerinin altında duruyor…Bu suikast Türkiye’de ki İttihatçı Sağın ideolojik olarak yerleşmeleri bağlamında bence dönüm noktası. Neyse bu kadar dağıtma yeter…
Saatçi Musa’ya döneyim. Saatçi Musa 27 Mayıs sonrası afla çıkar ve Ankara’ya yerleşir. Dükkanı ise İttihatçı Sağ diye adlandırdığım herkesin gelip toplanıp sohbet ettiği yerdir. Necmettin Erbakan’dan Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’dan Abdullah Gül’e…
Sanırım “karargahtan” geçen tek suikastçi Hüseyin Üzmez değildir.
Daha önce de blog yorumlarında adı geçen İhsan Arslan’da Saatçi Musa’nın karargahından geçmiştir. Hatırlarsınız Demokratik Parti kurucusu Saadettin Bilgiç evindeki bomba olayında onu anar. Bir de tabii Balyoz Delillerinin yaratılmasında dahli olduğu iddiaları vardır. Elbette bilemiyoruz gerçekleri.
Dur bir gün fırsat bulursam da bu Saatçi Musa ve çevresini açayım. Aslında anıları yayınlandı ve halen de yaşıyor. Bölük pörçük röportajlarda acaip zengin malzeme var. Türk-İslamcı çevrelerden olup da dış ülkelerin elinde oyuncak olanları mı ararsın, suikastçileri mi…
Bu İttihatçı Sağ’ın hayatını yazsak tam roman olacak bir konu.
İnsan bunları düşündükçe Gladyo Silivride mi yoksa iktidar da mı merak etmiyor değil…
Yazdıkça konu konuyu açıyor. Hadi bir konuyu daha açayım.
Abdurrahman Dilipak’ın bir yazısı var. 2 Ağustos 2008 tarihli Dilipak 21 yaşındayken ve 12 Mart’ın ardından MNP kapatıldığında MNP davasından mahkum olmuştur…
Erbakan ise İsviçre’ye gitmiştir. Onu İsviçre’ye Murat Bayrak götürmüş, oradan da yukarıda adı geçen listenin içerisinde yer alan Turgut Sunalp getirmiştir. Dilipak başka bir yazısında (Kazıdıkça başlıklı) amacın yükselen sol hareket karşısında Sol – İslam sayılabilecek bir parti kurdurulması olduğunu yazar. Aslında bu girişim yeni değildir. Yaşar Tunagür, 1962 yılında Seyyid Kutup’un İslamda Sosyal Adalet kitabını çevirir. Aynı sıralarda İslamla Sosyalizm Bağdaşmaz adlı bir eser de çevrilir. Bu kitabın da teması aynıdır. İslam sosyal adaleti savunur ama sosyalizmi asla! Bu kitabın yazarı İbadullah Han (mıydı) tam hatırlayamadım ama orjinal metin yukarıdaki bir yorumda adını verdiğim ve Ahmedilerin yayın organı olan İslamic Review’da yayınlanmıştı. O sırada Islamic Review (belki de hep!) İngiliz ve/veya ABD gizli servislerinin kontorlü altındaydı.
Neyse hedef sol duyarlı bir İslam anlayışını oluşturmak ve böylece komunizme meyil etmeyen bir ideolojik oluşum içerisinde, merkezde değil de çevrede yer alan, yani düzenin ezdiği radikalleşme tehlikesi olan kesimleri kontrol altında tutmaktı. Emin Çölaşan 78-79 yıllarında Ankara Sağmalcılar (sanırım) Cezaevine gider ve bir ülkücü lider ve bir solcu liderle görüşme yapar. Ülkücü lider ülkücü olma nedeni olarak gençliğinde okuduğu “İslamla Sosyalizm Bağdaşmaz” kitabından etkilenerek ülkücü olduğunu söyler! Neyse bu konu da bayağı etli bir konu. Kısmet olursa bir ara da bu konuda bir şeyler yazmak isterim.
Ben başa döneyim.
Erbakan’ı İsviçreye götüren Murat Bayrak, aslında Balkan göçmeni olan ve Sancak Air ve Sancak Tül (halen var mı) sahibi kişidir. Halen hayattadır ve sanırım Almanya’da yaşamaktadır. Neyse Murat Bayrak anlaşılan Nazi işgali sırasında Nazilerle işbirliği yapmış bu nedenle Tito döneminde Türkiye’ye sığınmıştır. 1970’lerde Adalet Partisi milletvekilliği yapmıştır. Sahip olduğu Sancak Tatil Köyünde komando kampı kurmuş ve fabrikasındaki işçileri ve diğer gençleri Komando eğitiminden geçirir. Yani sanıldığının aksine komandolar Türk siyasi hayatına Adalet Partisi üzerinden daha doğrusu Murat Bayrak üzerinden girmiştir.
Çanakkale milletvekiliyken, ziyarete gelen Süleyman Demireli (ya da kongre sırasında) bu komandolar koruyunca olay olmuş ve hakkında dava açılmıştır. Nasıl açılmasın komando kıyafetli ama kamu personeli olmayan militanlar. Sanki bana Nazi Almanya’sı…
Neyse, bir dönem Süleyman Demirel’e rakip olur ama kaybeder. 77 seçimlerinde de aday gösterilmez. Çareyi MHP’ye geçmekte bulur ve MHP yöneticisi olur. Milliyetçi Cephe döneminde TRT genel müdürlüğü de yapan Nevzat Yalçıntaş’ın iktidar içi tartışmalar nedeniyle görevine son verilince (Bu arada hatırlarsınız Toplumla İlişkiler Başkanlığı o dönem henüz kurulmamış olsa da o işlevi yerine getiren bir kurum vardı. TİB’in etki alanı içerisine ise Anadolu Ajansı – TRT – YÖK gibi kurumlar girmekteydi).Neyse TİB gibi Türk-İslam gömleğini ülkeye giydirmenin aracı olan bir kurumun olduğu ülkede TRT genel müdürü olarak gene Türk-İslam sentezinin teorisyeni sayılabilen Nevzat Yalçıntaş olması gayet makul… Neyse bu kadar uyumlu bir birlikteliğe rağmen MC hükümeti görevine son verince tatile Sancak Tatil Köyüne gidecek kadar da yakınmış Murat Bayrak’a.
Murat Bayrak 12 Eylül sonrasında Almanya’ya kaçar. Tutuklan(a)mayan bir MHP yöneticisi olur. Gazete arşiverinde Karases Cemalettin Kaplan’ın Almanya’dan oturum almasına ön ayak olduğunu dile getirdiği bir demeci var. Bu arada Fehmi Koru 1987’de Zaman gazetesinden atıldığında “Patronunun Cemalettin Kaplan’ın arkasında Murat Bayrak var demiş olmamı beğenmemiş olabilir” demiş.
Şu aralar da Abdi İpekçi cinayetine dahlini iddia ediyorlar (ki eğer Uğur Mumcu teorisi doğruysa Ruzi Nazar (Aklıma bir şey düştü. Taraf gazetesine yazının başında dile getirdiğim röportajı veren ÖHD (E) Yarbay Şenol Özbek’de acaba Özbek midir?) – Nazi – CIA – Frank Terpil – Paul Henze gibi isimlerin yanında isminin anılması oldukça olağan…) Bu arada Karacan yönetimindeki Milliyet ve Abdi ipekçi nedense bana hep İngilizlere yakın, ardından gelen Aydın Doğan’ın Milliyet’i ise Alman/ABd çizgisinde gibi gelir…
Neyse Murat Bayrak fabrikasındaki işçilere damadını dövdürür. Damadını bir kaç kez de sanırım kurşunlatır. Damadı kim diyeceksiniz Tamer Yiğit. Aktör. Jön. Aslında o da Milliyetçi ama anlaşılan oyuncu çevreler kayınpederi rahatsız ediyormuş. 12 Eylül sonrası Almanya’ya kaçınca sanırım araları biraz daha iyileşmiş. Etkisi var mı bilemiyorum amaTamer Özyeğitoğlu bugüne bugün Ak Parti kurucusu!
Son olarak Murat Bayrak da dindar gençlik istemektedir:
” Dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz. Gerekirse bunlara silahlı eğitim de yaptırılmalı. Bir kenarda bulundurulmalı. Türk ordusunun ıslahı şarttır. Atatürk reformlarına baştan sona karşıyım”
Tam tekmil bir film!
Şöyle diyeyim, Erbakan’ı 12 Mart’ta İsviçre’ye götüren, 70’lerde AP milletvekili olan, komandoları ve Cemalettin Kaplan’ı yetiştiren, Nazi geçmişli, elinin altında ciddi bir sermaye olan bir şahsiyet….
Kurtlar Vadisinde olsa “Yok” artık diyeceğiniz bir karakter olmaz mıydı?
Adam kanlı canlı yaşıyor.
Gladyo mu dediniz?
Kimse sorgulamaz mı?
Murat Bayrak aklıma bir şey daha getirdi (üşendim yukarıya bakmayacağım. Yazının başında dağıtmayacağıma söz ver mişmiydim? )
Neyse Murat Bayrak’lının en azından bir dönem nakliye (Sancak Air) ve oteli (Sancak Tatil Köyü) varmış.
Bir süredir bir kişinin eğer bir nakliye firması ve içinde kumarhane olan birisi mutlaka bir de istihbarat servisiyle ilişkisi olduğunu düşünüyorum. (Bak bu da ayrıbir yazı konusu oldu. Kısmet). Nedeni açık aslıda. İstihbarat toplamak ve borçlandırmak için kumarhaneli bir otel ideal yer. Öte yandan operasyon lojistiği de ancak nakliye firmasıyla sağlanır.
Hele bir de Malatyalıysa, kesin benden uzak dursun! 🙂
Sevgiler.
Yazının İlk Kısmının Kaynakçası:
12.05.2008, Aksiyon / İsmail Tansu Röportajı
12.08.2008, Radikal / Gladyo-Ergenekon yol kardeşliği
05.09.2008 – Vakit / Hasan Karakaya (Genç Birikim’den Ali Kaçar’a atıf yaptığı yazı)
26.12.2009 – T24 – Özel Kuvvetlerde devlet sırrı gerginliği
27.12.2009 – Radikal / Tolga Akiner – Seferberlik Tetkik Kurulu nedir?
28.12.2009, Sabah / Nazlı Ilıcak “Kara Kutu Aralanıyor”
03.01.2010 Taraf / ÖHD eski elemanı (E) Yarbay Şenol Özbek röportajı
02-05.01.2010 – Star / Ecevit Kılıç – İsmail Tansu röportajı
11 Kasım 2012 18:26
Teşekkürler Kemal bey,bilgilendik.:)
12 Kasım 2012 01:13
Asıl ben teşekkür ederim.
Hep birlikte bilgileniyoruz. 🙂
Sevgiler.
13 Kasım 2012 15:27
Sevgili Kemal. döktürmüşsün yine. Eline,kalemine,yüreğine sağlık. Hepsini de okuyamadım. Vakit bulup okuduğumda ben de katkı sunmak isterim.
Ancak can alıcı soruyu sormuşsun ya
“Bu ihmal mi yoksa bilinçli bir sessizlik mi?
Asıl soru burada…”
Evet.bütün olay bence de gelip burada düğümleniyor.
Neden bu dezenformasyon,psikolojik harekat ve açıkca savaş hali varken TSK mücadele etmedi?
Nurettin Veren’in , 2006 yılında Askeri Savcı’ya anlattığı bir bölüm var.
“Siz elinizdeki teknik imkanlarınızla yedidüvele karşı kahramanca savaşabilirsiniz. Bir çuval şeker ve tuzu karıştırsam elinizdeki cihazlarla birbirinden ayıramazsınız. Sizin karşınıza çıkan tuzla şekerin birbirine karışmış halidir. Bu işi çözme metodu; bizim karşımızda hiçbir tarikat duramaz anlayışı olmamalı. Sizin bünyenizde birbirinin aynı; kristalize olmuş tuz ve şeker var. Bunun tespiti kolay değil.”
Evet fena halde tuz’la şeker karışmış durumda,maalesef.
13 Kasım 2012 16:47
Hablemitoğlu’nun kitabındaydı sanırım,pirinçteki siyah taşları ayıklaması kolay,ya beyaz taşlar ?
11 Kasım 2012 18:38
Ufak bir ek yapayım…
12 Aralık 1969’da Bilgiç’in evine bayram ziyaretine gelmiş bir grup genç bulunmaktadır. O sırada vestiyerde bir paket alev alır. Paket’in içerisinde kara barut, yanıcı bir madde ve pille hazırlanmış bir düzenek vardır. Başlayan yangın, ev halkının çabalarıyla bir süre sonra söndürülür.
Olayın ardından Dil Tarih Fakültesinde okuyan bir genç tutuklanır. Bu genç adını ara sıra andığımız İhsan Arslan’dır. Aynı zamanda TRT’nin Kürtçe Haberler servisinde çalışan İhsan Arslan ifadesinde “Bilgiç’in, AP’de ikilik yarattığı” gerekçesiyle bombayı koyduğunu söylemiştir. Arslan, bayramın birinci günü, ikinci başkanı olduğu Üniversite Fikir ve Aksiyon Birliğinden bazı arkadaşlarıyla beraber Bilgiç’in evine ziyarete gitmiş ve düzeneği yerleştirmiştir. Düzenek için gerekli kimi malzemeleri daha önce çalıştığı bir hastaneden edinmiş.
Bir ek de, STK bağlamında yapılan alan çalışması hakkında yapayım.
Ecevit Kılıç’ın kitabı 2007’de çıkıyor. Ama 2006 yılından itibaren Sabri Yirmibeşoğlu’nun ve Kemal Yamak’ın anıları STK’yı gündeme getiriryor.
Kemal Yamak emekli orgeneral. Özel Harp Daire başkanlığı yaptı (1971-74 arasında – Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ÖHD başkanıydı). 1981-84 yılları arasında Diyarbakır Sıkıyönetim komutanı yani Diyarbakır Cezaevinden sorumlu komutandı. Kara Kuvvetleri komutanlığından emekli olur v eardından Turgut Özal vefat edene kadar Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği yapar…
Kemal Yamak 2006 yılında anı kitabında Özel Harp ve STK’yı gündeme getirir. Meşhur Ecevit’li anektodu. Yani her partideki özel harpçi milletvekillerini v.s.
Merak ediyorum bu kitap gerçekten anıları mıydı yoksa devlet görevinin bir parçası mı? Yazdıklarının daha sonra nasıl kullanılacağını biliyor muydu?
Öyle ya da böyle bu iki eski Özel Harpçi’nin açıklamalarının ardından, Ecevit Klıç’ın kitabındaki listeyle birlikte, Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının zihinsel arka planı oluşturulmuş oldu.
Yani, ABD’nin bütün NATO ülkelerinde kurduğu “cephe gerisi orduları” ve bu sivil orduları yöneten TSK. ABD’nin çıkarı için ve önceleri antikomunizm mücadelesinin parçası olarak ardından da (komunizm çökünce) irtica ve bölücülük karşısında bu sivil uzantılarını da kullanarak ülkeyi darbe ortamlarına hazırladı…
Bu zihinsel algının ortaya çıkmasının ardından artık yapılan operasyonlarda suçlu-suçsuz demeden insanların sanık yapılması ve mahkum edilmesine kimse sesini çıkaramaz oldu.
“Darbeci orduyu mu savunuyorsun?” en sık kullanılan karşı argüman oldu.
Peki bu zihinsel algı yaratma çalışmasında söylenenler yalan mıydı?
Mümkün mü?
İnsanlara açık yalanları gerçek diye yutturabilir misin?
Elbette söylenenlerin önemli bir kısmı doğruydu.
Evet bu ülkede komunizmle mücadele edildi. Evet bu iş için devletin bütün kurum ve kuruluşları seferber oldu.
Evet bu iş için sivil örgütlenmeler, dergiler, dernekler, cemaatler, partiler v.s. oluşturuldu ve yurtiçinden/yurtdışından bu mücadeleye kaynak aktarıldı.
Evet bu mücadelede “devlet adına kurşun atanlar” kayrıldı. Görmezden gelindi. Saklandı. Devletin yardımıyla adaletten kaçırıldı. Hatta kimilerinin eline silahı bizzat devlet verdi.
Mehmet Ali Ağca’dan Çatlı’ya. Hizbullah’tan PKK’ya? Yeniden Milli Mücadeleden, İlim Yayma Cemiyetine? Adnan Hoca’dan Fethullah Gülen’e?
Hangi birini örnek vereyim?
Evet toplum mühendisliği yapıldı ve bu iş sırasında da devlet seferber edildi. Yarış hiç bir zaman adil değildi. Köpekler serbest bırakılmış, taşlar bağlanmıştı.
Aynı şekilde komunizmle mücadelenin gereği kalmayınca bu kaynaklar ve bilgi birikimi de bu sefer sadece “irtica” ve “bölücülükle” mücadeleye aktarılabildi. Bu amaçla benzer operasyonlar yapıldı. Keskinlikler törpülendi, karşıtlar yaratıldı v.s.
Bütün bunlarda haklılık payı var elbette.
Ama Ecevit Kılıç’ın listesi gibi bu doğru bilgilerin arasına Mucip Ataklı’nın ya da Suphi Karaman’ın adı sıkıştırılıverildi…
Üstelik bunu yapanlar aslında bütün geçmişteki suçların vebalini boyunlarında taşıyanlar.
Ellerini temizleyip, hesabı birilerine kesiverdiler.
Biz de bu temizeller operasyonunun yapılmasını, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasını kenardan izliyoruz.
Hesap vermesi gerekenler hesap soruyor…
Bu durum da bize garip gelmiyor. Yeter ki birileri hesabı ödesin. Bize yetiyor anlaşılan.
Sevgiler.
11 Kasım 2012 22:47
DÜZELTME:
Biz de bu temizeller operasyonunun yapılmasını, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasını kenardan izliyoruz.
cümlesinde “hesaplaşmasını” kelimesinin ardında “!” olmalı. Yani
Biz de bu temizeller operasyonunun yapılmasını, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasını(!) kenardan izliyoruz.
Demem o ki, ironi yapıyordum. Anlaşılmaması olasılığına karşı ekleyeyim dedim..
Sevgiler.
13 Kasım 2012 20:11
Biz bu temiz eller operasyonunu ergenekon operasyonuyla başlattık. Sonuna kadar gideceğiz.
14 Kasım 2012 21:24
İtalya’daki Temizeller operasyonuyla şimdiki Ergenekon operasyonu arasında en ufak bir bağlantı yok. Sonuna kadar asla gidemezsin, adamı ham yaparlar. Daha nasıl bir yapıyla karşı karşıya olduğunu bilmeyen saftoriklerin yönetim katında olduğu bir süreçten bir cacık olmaz. Suçsuz insanları boşu boşuna hapis yatırıyorlar, başkalarının yaptığı operasyonları suçu olmayan kişilerin üzerine atarak kurtulacağını zannedenlerede yazıklar olsun. Baştan sona yalan üzerine kurulmuş bir soruşturmadan hiçbirşey olmaz. Temizlikimandangelen, MİT müsteşarını içeri almaya yeltendikleri sırada M. Eymür’ün TV çıkışlarını bir daha izle. Belki az birşeyler öğrenirsin, yanındaki gazeteci kılıklı zavallıyada acıyorum, Ergenekon aslında tam dibinde ! Sonuna kadar gidersin, ancak rüyanda..
14 Kasım 2012 23:42
Mehmet Eymür şu anda nerede,hangi kumarhane sahibinin danışmanlığını yapıyor? Kumarhaneler kralı denilen Ömer Lütfü Topal öldürüldüğü zaman Perincek Abdullah Çatlı’nın Mehmet Özbay adına düzenlenmiş polis kimliğiyle dolaştığını açıklamıştı,nitekim Susurluk’taki kazada Çatlı ölünce Perincek’in söyledikleri doğru çıktı.28 şubat hakkında darbeleri araştırma komisyonuna bilgi veren Çiller gazetecilere mağdurum ben mağdurum pozlarında beni ve partimi bitireceklerdi diye sızlanacağına o günlerde kumarhaneleri ele geçirmek için yaptıkları operasyonları da bir anlatıverseymiş ya!Hani Ertuğrul Özkök yazmıştı bunların Kilyos’ta kapattıkları arazileri.Partimden milletvekili ayarttılar,istifa ettirdiler diye sızlanıyor ya,Turizm bakanlığını yapan Bahattin Yücel’e bir soruversinler niye DYP den istifa ettin diye? Mesut Yılmaz Ömer Lütfü Topal öldürülünce bir gecede milyonlarca dolar el değiştirdi demişti sonra da yurt dışında burnuna yumruğu yemişti hatırlarsanız.Bu arada Çiller gibilerinin ifadeleriyle 28 şubat davasının iddianamesinin hazırlanacağı anlaşılıyor.
15 Kasım 2012 10:43
Solmaz Hanım,
İşte isyan ettiğimiz nokta da bu zaten. Hesap vermesi gerekenler, hesap soruyor Sevgili Kemal’in dediği gibi.
Bizim Parlementer Sistem’in en büyük eksikliklerinden biri de bu. Kimse hesabını vermiyor. Aradan yıllar geçince toplum unutuyor ve o kişileri dünün mağduru zannediyor. Türkiye’nin en karanlık yıllarında sorumluluk sahibi bir kişidir kendisi.
15 Kasım 2012 15:39
Bir de Sait Halim Paşa yalısının yanması olayı vardı aklımda kalan,hani bir milletvekilinin televizyon ekranlarından orayı yakacaklar diye bas bas bağırmasına rağmen yakılan yalı.İçeride bulunan milyonlarca lira değerindeki tabloların akıbeti hala meçhul !..
15 Kasım 2012 20:52
ergenekonun türkiye içindeki bütün elemanlarını ortadan kaldırdığımız zaman (çoğunu ele geçirdik, bir kısmı kendini pasifize etti, bir kısmı gizli tanık oldu) yurtdışındakilere dokunmamıza zaten gerek kalmayacak. mehmet eymure gelince, o zaten ergenekonun gizli tanıklarından biri.
16 Kasım 2012 00:40
Temizlikİmandan mı gelir her ne kimsen ,Mehmet Eymür hem gizli hem de normal tanık öyle mi?Bir davada her ikisi birden mi oluyor,adam davada herkesin gözü önünde tanıklık yaptı,kafadan atacaksan bari usturuplu at.Davaları takip etmediğin ve bir şey bilmediğin halde niye buralarda çıkıntılık yapıyorsun ,hayatın boyunca kimse seni ciddiye almadığı için mi buralarda takılıyorsun ?
14 Aralık 2012 01:43
Sayın Solmaz,
Sırrı Sakık Balyoz’un hem gizli(9 nolu), hem de açık tanığı idi. Savcı bunu bilmesine rağmen Sırrı Sakık’ın ifadesinin 9nolu gizli tanığı doğruladığını söylemişti.
Bu oyun, insanlığa atfedilen en aşağılık özellikleri birarada barındıran bir oyun.
15 Aralık 2012 12:24
Haklısınız sayın Altar,hem tanık hem sanık hem de gizli tanık olan bile var.Osmanım Silivri’de görülen bir davanın hem tanık,hem sanık hem de gizli tanığı .
16 Kasım 2012 03:38
Biz derken kimi kastediyorsun? Kimsiniz siz? Yeni derin devlet mi?
16 Kasım 2012 09:16
Sayın Kurmanbek Allahverdiyev,burada yazan bu tip kişileri ciddiye almayın, kişilik değiştirerek yazan birisi var sürekli abuk sabuk bir şey yazıp duruyor.Mehmet Eymür gizli tanık diyor aslında gizli tanık filan değil normal tanık,bir zamanlar ben Özel kuvvetlerdenim diye yazıyordu,içerdeki insanlardan devrelerim diye söz ediyordu ben burada onun kişiliğini açık ettim şimdi başka kimliklerle yazıyor.Bu tiplerle muhatap oldukça kendilerini önemli birisi zannediyorlar,ben yukarıda yazan kişinin de diğer kişiyle aynı olduğunu biliyorum kendini fazla akıllı zannediyor ama değil.İstediği kadar özel isimleri küçük harflerle yazıp kimliğini sakladığını zannetsin tarzını değiştiremiyor sürekli açık veriyor..Ben kimliğini deşifre ettikçe yeni kimliklerle ortaya çıkıyor.Sahi nerede Boraxin,Tercüman,Canislupus,Battlefield3,Adalet savaşçısı,Defondor,ben bunların aynı kişi olduğunu yazınca birden toz oluverdiler?
16 Kasım 2012 20:12
Ben buradayım ama sayende blog sahipleri de başkalarını da senin sandıgın şahıs zannedilip yorum yazmasına izin vermiyor, şimdi bunu da onaylamazsa blog sahipleri şaşırmam.
16 Kasım 2012 20:04
şemdin sakıkın gizli tanık oldugu ortaya çıkınca şaşırdınız mı acaba yoksa zaten duymuşmuydunuz bunu sagdan soldan? mehmet eymürün gizli tanık olduguna niye şaşırıyorsunuz? muhsin yazıcıoğluda gizli tanıktı ama ergenekon onu öldürdü. daha sizin bilmediginiz birçok gizli tanık var üstelik onlar da kamupoyunca iyi bilinen kişiler zamanı gelince onlarda ortaya çıkacak o zaman gene şaşırırsınız. mehmet eymür yıllardır açık tanık olarak zaten sağda solda konuşuyor bülbül gibi ama söyledikleri sadece kamuya söyleyebilecekleriyle sınırlı gizli tanık olarak söylediklerini siz bilemezsiniz. boşuna mı amerikadan geldi buraya biraz düşünün belki anlarsınız. yukarıda birisi doğu perinçekten bahsetmiş. susurluk kazasında (kaza değil tertip) ölenlerden birinin mehmet özbay sahte kimlikli abdullah çatlı oldugunu açıklayan oydu hemde olay olduktan hemen sonra peki nereden biliyordu çünkü susurluk bir operasyondu. derin devletin bir kanadının bir diğer kanadı tarafından tasfiye operasyonuydu. ozamanlar tasfiye edenler perinçekgiller grubuydu şimdi onlar tasfiye edilenler grubunda.
kurmanbek senin sorunun cevabına evet diyorum.
16 Kasım 2012 21:53
Temizlik İmandan gelir;
Olayları bilmiyorsun sağdan soldan duyduklarınla kafadan atıyorsun.Perincek Abdullah Çatlı’nın Mehmet Özbay adına çıkarılmış kimlikle dolaştığını Susurluk kazası olmadan daha önce açıklamıştı.Haberi de kanal D de yayınlanmıştı.Susurluk kazası daha sonra oldu ve Çatlı ölünce gerçekten de Mehmet Özbay kimliğiyle dolaştığı ,hatta kimliğinin de Mehmet Ağar tarafından verildiği ortaya çıktı. Bu arada Perincek grubunu da derin devletin bir kanadı yaptın ya pes,ne biçim bir derin devletse adam her dönemde hapiste.Bence sen artık buralarda fazla takılma,git Akmar pasajında filan takıl seni burada ciddiye alan yok. Bak Adalet savaşçısı da seninle aynı saatte bloga girmiş,Boraxin de sizinle aynı saatte facebook’a girmiş ne tesadüf değil mi?
19 Kasım 2012 00:56
cok haklısınız:)))
17 Kasım 2012 02:34
Herhalde yeni derin devlet, sığ bilgiler üzerinde yükselen kağıttan bir kaplan.. Yazık, beyin bedava ! dedikleri bu olsa gerek.. Oğlum sizde hiç mi beyin çalışmaz, tüm imkanlar elinde hala doğu düzgün bir operasyon beceremiyorsunuz.. Aynı Türkiye’deki ticaretin “karalığı” gibi sizde kara bir düzen gidiyorsunuz.. Ehh ne de olsa bu toprağın çocuğusun ama kafan ceviz tanesi kadar çalışmıyor.
Diğer sorulara genel cevap vermek gerekirse;
1- Evet, gerçekte Kemal’in ortaya çizdiği eski derin yapılanmanın ismini tam olarak bilemiyoruz. İsmi Ergenekon deniyor fakat şuandaki haliyle bu kişiler kahvehane dahi işletemezler.. Bakın M. Eymür’ün TV çıkışlarına bakın, sonra MİT’e düzenlenen operasyonlara bakın ve alt alta koyarak bir resim çıkarın.. yani MİT’in konuşan yüzü M. Eymür diyor ki ” H. Fidan bizimdir, bizim kalacak, tekbir, Allahuekber karışımı bir psikoloji içerisinde..” Eski (artık ismini ergenekon koyduk, XQ veya QA yada ĞĞ ismide konulabilir, biz buna yapı diyelim..) yapının sözcüsü Eymür kumarcının danışmanı olduğu söylendi. Çok güzel bir yerden yakaladın.. Fakat kumarhane işinde yanılıyorsun, orada dönen illegal paralara el konuldu ve gerekliydi de.. Peki solmaztürk o zamanın Susurlukçularını kim birbirine düşürdü?
2- AĞAR’ı cezaevinde ziyaret eden kişileri basına yansıyan kadarıyla olanları oturun bakın, çok ilginç verilerle karşılaşacaksınız..
3- GÜLEN’i yurtdışına çıkaran, Erdoğan’a cesaret madalyasını verdiren sponsoru, İstanbulda yahudilere verilen ihaleleri vb.. hepsini üst üste koy çok daha derin ve ilginç bir yapıya kavuşaçaksın solmaztürk, sana perspektif çiziyorum. Anlaman ve anlatması yada anlaması çok zor bir durum..
4- Perinçek olayını aradan çıkar. Manipülasyon, yönlendirme ve dorğu bir tabirle fabrikasyon yöntemlerini kullanan, geçmişi ingilizlerle şaibeli bir şekilde geçen kişiyi aradan çıkara.. çünkü o da çemberin içinde.. görevini yerine getiriyor..
5- Nato’nun tetikçiliğini ucuza yaparsan vergiler, benzin vb artar. Yazıktır, emperyal olacaksan bu halkıda rahatlatacak şekilde kırıp dök.. Hala milletin üzerinden kazandığınız helal olmayan milyar dolarların peşini bırakın.. yazıktır, ama ülkem insanınada yakışır.. ben olsam hükümette vergileri %100 arttırır, buna karşı çıkanıda 10 yıl hapse tıkarım. insanı biraz rahat yaşat, buna hakkı fakat neredeeee..
Sonuç olarak ABD Türkiye’de yeni kurduğu derin devlet üzerinden eskisini tasfiye ediyor. Eskisinide ABD kurdu fakat dinazorlar işe yaramıyor. Yenisinde de akıl yok, her olayda çuvalladılar.. Kıra döke ABD yeni yapıyla yoluna devam eder..
veya ABD Susurluk sürecinde yaptığı gibi 2 kanadı birbirine tokuşturur Türkiye’nin sonunu getirir.. süreç buna gidiyor.. abd-ingilizler-israil radikal kürtlerin tamamen arkasında.. sokağa dökülüp eylem yapmasından yana, dağdaki pkk militanlarını şehre yerleştirip suriyede gördüğümüz görüntülerin aynısını bize göstertecek, bu süreçte buraya gider..
Bize de en son Felix’in 39 km’den atladığı gibi düşmek düşer.. bize müstehaktır..
17 Kasım 2012 23:48
derin devletin isminin ne oldugunun çokta bir önemi yoktur önemli olan böyle bir olgunun eskiden beri varoldugudur, bugün buna ergenekon derler, yarın başka bişey, daha öncede kontrgerilla derlerdi, özel harp derlerdi. derin devlet olgusu susurluk operasyonuyla kamuya yansıdı ilk defa açıkça ondan önce kamu tarafından bu kadar açık bilinmiyordu. susurlukçuları bugün ergenekoncu diye bilinenler tasfiye etmişti, şimdide ergenekoncuları yeni göreve gelen derin devlet tasfiye ediyor. çoğunun zannettiği gibi bu adamları atatürkçü, cumhuriyetçi vanatsever diye içeri atmadılar, bunların siyasi veya dini görüşünün ne olduguna bakılmaz. onlar görevlerini tamamladı yerlerine yenileri geldi yenisinin hükmüde bayagı uzun süre devam edecektir ama gün gelecek onlarda tasfiye edilecek yerine başkaları gelecektir bu hep böyle olmuştur, böyle devam edecektir. bir zamanlar bir gazeteci türkiye türklere emanet edilmeyecek kadar önemlidir gibi bir laf etmişti, çok tepki görmüştü ama dogru demişti. derin devlet türkiyeyi türklere yönetttiren bir güçtür çünkü büyük güçlere hizmet etmek isteyen bedava/gönüllü adam türkiyede sürüyle vardır. dışarıdan içerideki admalarıyla istedikleri gibi yönetirler, istediklerini yaptırılar, maşa varken elllerini ateşe sokmazlar. bu derin devleti yönetende 3lü koalisyondur. abd-ingiltere-israil. ingiltere beyin takımıdır, abd askeri güç, israil ise istihbarat gücü. bu üçlü koalisyonu yönetenlerde dünyaca iyi bilinen belli başlı aileler ve onların örgütleridir.
Hasan yukarıda güzel şeyler söylemiş örneğin madde 4. işçi partisini kuranda, başına perinçeki getirende mittir daha dogrusu mitteki derin devlet ekibi, zaman zaman perinçeki gelen suikast ihbarlarından korumak için içeri atmışlardır, görevini içerde kaldıgı sürelerdde devam ettirmiştir. ne zaman polis işçi partisi binalarını bassa, silah doküman ele geçirse perinçek ortada yoktur.
hasanın bu dedikleride doğru
Sonuç olarak ABD Türkiye’de yeni kurduğu derin devlet üzerinden eskisini tasfiye ediyor. Eskisinide ABD kurdu fakat dinazorlar işe yaramıyor.
21 Kasım 2012 18:36
Kemal yazılarını yazmakta geç kalma sık sık güncelle..