Faruk Mercan ile Twitter’da devam eden Balyoz “tartışması”

03 Haziran 2012

CEMAAT, GENEL

Abone Ol

Subscribe to our RSS feed and social profiles to receive updates.

43 Yorum “Faruk Mercan ile Twitter’da devam eden Balyoz “tartışması””

  1. Kurmanbek Allahverdiyev Says:

    Dani Bey, Faruk Mercan’in daha önceki yazdiklari ve ciktigi programlarda söylediklerine dikkat etseydiniz aslinda kendisiyle bu kadar yazismaya degmeyecek, somut olgular karsisinda ancak kakafoni yapabilen birisi oldugunu görürdünüz. Bu adamcagizin kapasitesi bu kadar. Ortada bir iddianame ve somut olarak yüklenen bir suc var ise ve suclamaya teskil eden delillerin sahteligi bir degil iki degil 132 kere ispat edilmis ise ve sizin karsiniza cikan ve kendine kanaat önderi, köse sahibi denilen birisi “bunlar teknik ayrintidir, uzmani degilim” diyor ise aslinda söylemek istedigi “Türkce okumayi, rasyonel düsünme ve temel mantik cikarimlarini bilemiyorum” demektir.

    Kendisi farkinda olmadan ve agzindan kacirarak davanin sahte bir dava oldugunu ve tamamiyle sirke dönüstügünü de itiraf etmis.

    Bu blogda bile, davayi sahiplenip Faruk Mercan’dan 10 kere daha tutarli konusabilen, yazabilenler var. Hepimizin vaktine yazik.

  2. muzo657 Says:

    Sevgili Dani ve Pınar, Faruk Mercan programdan sonra keşke ben de Baransu ve Görmüş gibi yapsaydım da katılmasaydım pişmanlığını yaşıyor. Programı izleyenler açık ve net bir şekilde gerçeği gördü. Kendisi de ne güzel yazmış ” medeni tartışmalarda kendini zayıf görenler çarpıtma yapar” demiş. Biz kimin “çarpıtma” yaptığını gördük. Programa katılma hatasını sizin Twitter mesajınıza cevap vererek tekrarlıyor, battıkça batıyor.

  3. BM Says:

    “Bütün sahtecilik iddialariniz dijital verilerle ilgili ve bu konuda fikir beyan edecek kadar bilgim yok dedim. Ne deseydim?”

    Allah akil fikir versin.

    • Baris Says:

      Herseye ragmen faruk beye programa katildigi icin tesekkur etmek durumundayiz. Sahte delillerin teferruat olarak gorulmesi inanilir gibi degil. Kendisi acikca gecmiste yapilan hatalarin bu dava ile masum insanlardan cikarilmaya calisildigini kabul etmistir. Bu dava bunlari tartismanin yeri olamaz. Unutulmamasi gereken bu insanlar bir askerden once birer bireyler ve yapmadiklari birsey yuzunden en temel hak olan ozgurluklerinden mahrum birakilmislardir. Gecmisle bu sekilde yuzlesmeye calismak son derece hatalidir

  4. Kemal Says:

    Merhabalar,

    Benim ilgimi çeken başka bir şey var.

    Faruk Mercan’ın da içinde bulunduğu ve onlarca daha isim sayabileceğim yazarlar cephe savaşı veriyor gibiler. Şöyle ki, birilerinin bu davalar yürütülebilsin diye delil yarattığı artık gün gibi aşikar olmasına rağmen gene de bu konuda tek cümle sarf etmiyorlar. Cepheyi Plan Seminerinin yapılış motivasyonu üzerine kurmuşlar ve sadece o bağlamda konuşuyorlar.

    “Teknik konularda bilgim yok” deniyor ama bir buçuk senedir gündemde olan Yeni Recordati İlaç çelişkisini yok varsayıyorlar ve görmezden geliyorlar. Pınar Hanım’ın haklı olarak gündeme getirdiği “Peki 2003 sonrası kurulan diğer ecza depoları niye eklenmemiş de adı değişen firma güncellenmiş” ya da “2002 sonrası alınan 4×4’ler niye güncellenmemiş de plakası değişen güncellenmiş” sorusu kimseye kaçacak alan bırakmıyor.

    Tek kelime “calibri” demeden yani “teknik bilgi gerektirmeden” bütün kurguyu yani yapılan sahteciliği deşifre eden bu olgular cevapsız kalıyor, sizi gidi 28 Şubatçılar sizi gidi 12 Eylülcüler suçlamasıyla sahayı kirliliğe boğarak sıvışmak tercih ediliyor, o kaçacak delikleri kapattığınızda ise çaresizlik içerisinde kıvranmaya başlıyorlar.

    Biz bu blogun okurları (bir kaç istisna dışında 🙂 ) bu durumun uzun zamandır farkındayız. Açıkçası bana göre yukarıda dile getirdiğim cephe savaşı verenler aslında bu durumun bize göre çok daha uzun bir süredir farkında!

    Sabri Uzun’un 2003’de ve 2006’da “Bana getirilen dosyalara “Buradan bir şey çıkmaz” demiştim. Ayağımı kaydırdılar.” dediğini hatırladığımızda “Buradan bir şey çıkartmak için bir şeyler eklememiz söz konusu olabilir. Ama süreç içerisinde yoğun bir kamuoyu desteğine ihtiyacımız var. Hadi bir el atın” teklifiyle medya, siyaset ve bürokrasi çevrelerinden ortak bulmuş olmaları pek de mantıksız sayılmayacak bir önerme olacaktır.

    Uzun süredir bu blogda yorum yazanlar arada sırada “devletimizin bu durumu kendi çıkarları için kullanıyor olsa da bu kokuya fazla dayanamayacağını ve bu hesabı da birilerinden zamanı gelince tahsil edeceğini” dile getiriyoruz. Kimileri bunu “gün gelir hesap döner” şeklinde bir “temenni” olarak nitelese de devletimizin yakın tarihi sürekli kendi çıkarları için kullandığı ve yarattığı kokuya dayanamayarak deliğe süpürdüğü operasyonları seyretmekle geçen birisi için temenni olmaktan çok gerçekleşmesi sadece belli bir zaman meselesi olan bir örüntü (pattern) aslında.

    Nitekim seçimler öncesinde bu blogda (yaklaşık bir yıl kadar önce), Tayyip Erdoğan’ın bu hesabı tahsil edeceğine dair naif bir beklentim olduğunu dile getirdiğimde Bülent Bey’di sanırım, benim yazdıklarını kendisinin de yakın çevresine cemaatten kurtulmak isteyenlerin Ak Parti’ye oy vermesi gerektiğini dile getirdiğini söyleyerek desteklemişti.

    Geldiğimiz nokta çok yavaş işlese de sürecin gerçekten de böyle işleyeceğinin ipuçlarıyla dolu. Özetlemek gerekirse, Ak Parti elini temizleyerek hesabı cemaate kesiyor. Ergenekon içerisine Türkan Saylan gibi isimleri de dahil ederek önce CHPyle, sonra kasetler yüzünden MHP, KCK yüzünden BDP ve en sonunda da MİT kriziyle Ak Parti ile ilişkisi kesilen cemaatin Türkiye sınırları içerisinde siyasal destekçisi kalmamış, en son cüppeli ve Fenerbahçelilerden dahi izole edilerek uçurumun kenarına getirilmiş durumda. An itibariyle de son bir tekme vurmamak için yapmaları gerekenlerin ne olduğu konusunda ise uzlaşıldığını zannediyorum…

    Şimdi cemaat, hesabı kendi içerisinde “çürük elma” olan birilerine keserek yola devam etmenin hesabını yapıyordur doğal olarak. Faruk Mercan’ın sorunu bu yol ayrımında duracağı yeri belirlemekte zorlanıyor olması.

    Yazının başına dönersek, artık delillerin sahte olup olmadığını tartışmanın bile abesleşti. Üstelik eğer gerçekten Ak Parti devlet-millet kaynaşması noktasında idarenin kendisinde olduğuna kani olmuşsa çok yakın bir gelecekde bu durum faş edilecek ve bugün cephe savaşı veren onlarca ismin önemli bir kısmı tek bir işaretle başka bir cephe hattına çekilerek belki de orada mücadeleye devam edecek ama “sahtecilik iddialarına” karşı durmayacak ve üzerine gidilmesi gerektiğini savunmaya başlayacak.

    Zaten başta ifade ettiğim bana ilginç gelen nokta da bu. Özgür bireyler olduklarını düşünen, akıl ve mantığın en güçlü araçlar olduğunu ifade eden bu kişiler nasıl oluyor da söz konusu işaret gelmeden savunma hatlarından ayrılamıyorlar? Elbette sorunun yanıtı içerisinde. Demek ki iddialarının aksine özgür değillermiş. Yani iddialarının aksine yaratılanların en şereflisi olduklarına inanmıyorlarmış. Yani iddialarının aksine kul hakkını yemekten korkmuyorlarmış…

    **********************

    Uzun zamandır ben çetenin cemaat içerisinden çıktığını düşünmüyorum. Biliyorum geçen sene yazdığım yorumlarda bu konuda bu kadar emin yazmıyordum. Hatta çete aslında cemaatin organik parçası iddialarına çok yakın düşünüyordum (sadece emin değildim). Artık ise hiç öyle olduğunu sanmıyorum (gene emin değilim elbette).

    Hatta, ben artık cemaatin bu olayda kurban olduğunu düşünüyorum. 🙂

    Cemaatin en güçlü olduğu yer emniyet istihbarat olunca, bu durumun doğal bir başka sonucu da emniyet istihbaratın en güçlü olduğu yerlerden birisinin cemaat olması. Yani söz konusu arkadaşların cemaat kimlikleri mi istihbaratçı kimlikleri mi daha ağır basıyor emin değilim.

    1949 yılında üçüncü Said döneminden beri soğuk savaşın ülkemize hediye ettiği ve o gün bu gündür farklı aktörler eliyle ülkeyi yöneten zihniyet ve kadronun içerisinde yerini almış olan, önceleri Nur talebeleri sonraları da Gülen cemaati olan bu “camia”, 65 yıldır Türkiye’de sürekli verilen görevi ifa ediyor. Söz konusu zihniyetin verdiği görev ne ise, liderleri üzerinden tabana bu işler yaptırılıyor. Yani liderleri aslında devlet memuru…

    Türkiyeyi yöneten zihniyet ve kadrolar hakkında uzun zamandır çok daha net bir görüş sahibiyim. Bu zihniyet, önceleri Demokrat Partisi ardından Adalet Partisi ardından Milliyetçi Cephe, ardından dört eğilimli ANAP ardından Tansu Çiller’li RefahYol ve en son olarak da Ak Parti üzerinden, ara dönemlerde ise NATO müttefiği TSK’nın askeri yönetimleri üzerinden ülkeyi yönetiyor. 65 yıldır aşağı yukarı aynı kadro ve ideolojiyle (Sentez İdeolojisi) yönetilen ülke duvara tosladıkça, kadrodan birileri tasfiye ediliyor ama ideoloji değişmediği için aynı cümlelerle konuşan başkaları direksiyona oturuyor ve aynı yol üzerinde ilerlenmeye (ve duvarlara toslamaya) devam ediliyor.

    65 yıldır bu durum değişmiyor. Ve 65 yıldır Nur talebeleri ya da Gülenciler (yani “Camia”) aynı yolda gidecek olan bu arabanın sürücü koltuğuna oturtulmuyor!

    Bir kere yazmıştım sanırım (bu blogda) bana göre Gülen’in 80-90 arasındaki görevinin fakir muhafazakar ailelerin çocuklarını bilimle fenle buluşturmak olduğunu. Darbe döneminde okul kütüphanelerine “bilim teknik dergisi” sızıntıyla giren cemaat, özel kolej ve fen lisesi açıyordu, başka ülkelerin islamcıları gibi medrese değil. Ülkeyi yöneten zihniyet, yani Sentez dediğimiz şey bir yanıyla Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muassırlaşmak (çağdaşlaşmak) üçlü yapısıyla Ziya Gökalp’in formüle ettiği ve İbrahim Kafesoğlu’nda da pek değişmeyen Türk-İslam sentezi kurgusuyken, bir diğer yanı Akıl ve Nakil’in senteziydi.

    49 sonrasında soğuk savaşta dindarların ABD’de, Kore’de, ne bileyim Endonezya’da ve tabiki Türkiye’de de komunismle mücadele için en önemli silah olduğunu düşünen “stratejik akıl” için, Türkiye’de Akıl ve Nakil sentezi, üzerine yatırım yapılabilecek iyi bir sentezdi.

    Öncelikle bir şeyi açmak istiyorum. Dış destek maddi şartlar bağlamında önemli kaynak sağlıyor olsa da ben iç dinamiklerin bir çözümü olduğunu düşünüyorum söz konusu sentezin. Hatta çok uzun süredir pişirdiği bir çözüm…

    Çünkü, 19. yy’dan beri bu coğrafyanın içerisinden “Batı’ya karşı niye kaybediyoruz?” sorusuna yanıt arayan en dindarından en liberaline pek çok çevre tarafından da bu cevap veriliyordu. Sadece Osmanlı coğrafyasında değil aslında İslam coğrafyasında önemli bir kesimin uzun zamandır bulabildiği yanıttı. 1800lerde tanzimat döneminde bu doğrultuda yapılan çalışmalar, 2. Abdülhamid zamanında dahi kesilmemiş binlerce ilkokul, orta okul, lise onun döneminde açılmış ve rekabet edebilmek için aklın dışında sağlam bir araç olmadığı fikri kabullenilmişti. Kaynağını anımsamıyorum ama ararsam bulabileceğimi sanıyorum, 1900 yılında devlet bursuyla İngiltere’de okuyan kız öğrenci sayısı 20’ymiş. Kendi imkanlarıyla gidenleri ve Fransa ya da Almanya ya da Avusturya ya da İsviçre gibi ülkeler de cabası…

    Hani durumu olduğundan daha fazla abartmak istemem ama Akıl ve Nakil’in sentezi, bir başka deyişle Kur’an ın akılcı yorumu, bir aralar MHPnin sıklıkla dile getirdiği Maturudi okulunun “Eğer ayet akılla çelişirse, aklını dinle. Demek ki ayeti sen yanlış yorumlamışsın” anlayışı, bu coğrafyanın endemik bitkisi. Bu coğrafya Hattilerden bu yana bu fikirlerin rüzgarlarıyla serinliyor. Yani dışarıdan ithal edilmiş bir ürün olmadığından, Osmanlı aydınları da doğal olarak bu sentezi çözüm olarak buluyorlar. Tarihsel dinamikler aslında ülkemizde laikliğin neden kolayca kök saldığı verimli bir toprak olduğunu da açıkıyor. Bugün İslam coğrafyasında “Kadın ve erkek mirastan eşit pay alacak” diyen birisinin toplumdan destek bulması mümkün değilken Türkiye’de kadınların mirastan daha az pay almasına yönelik bir değişikliğe %90’ların üzerinde karşı olunmasının nedeni de bu değil mi?

    Sanırım ne demek istediğim anlaşıldı. Daha fazla örneklendirmeye devam etmeyeyim. Demem o ki, Türkiye’de egemen olan anlayış kişi ve kurumlardan bağımsız İnönü ve Celal Bayar’ın, Abdülhamid ve İttihat ve Terakki’nin, Ecevit ve Demirel’in ortak kurgusu.

    Gerek Pan İslamizm gerekse Pan Turancılık yani Türk-İslam sentezinin kökleri hem Abdülhamid hem de İttihat ve Terakkinin kullandığı siyaset değil miydi? İttihat Terakki, hem turancıların da, islamcıların da birlikte yer aldığı bir yapı değil miydi? Enver Paşa turan coğrafyasında ölmeden önce “Halife’nin Cihadına çağrı versinler” diye İslam aleminin dört bir tarafına Teşkilatı Mahsusa ajanları göndermemiş miydi? Bugün islamcılığın öncüleri olarak adlandırılan pek çok isim İ.T. içerisinde siyaset yapmıyor muydu? Demokrat partinin kurucuları Celal Bayar da Fuad Köprülü de ittihatçıydılar…

    Bu ülkede sanırım İttihatçı ve Abdülhamidci olmayan tek devlet adamı Atartürk idi. O en azından belli bir dönemden sonra Osmanlının emperyal ideallerini paylaşmıyordu. Yurtta Sulh Cihanda Sulh diyordu. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız gerektiğini öğütlüyordu. Gerçekçiydi. Tarih boyunca ne ittihadı islamın en de Turan birlikteliğinin gerçekleşmediğini ifade ediyordu (Bkz. Nutuk). Emperyal hedefi olup gücü olmayanların ise emperyallerin elinde oyuncak olmaktan öteye gidemeyeceğini dillendiriyordu. Ölümünden sonra bu sözleri çok yüksek sesle dillendiren fazla kişi kalmadı. İsmet İnönü Dünya savaşı dışında tutarak bu ideallere sahip çıktığını gösterse bile ülkemizin yüzyılardır Ruslar için sıcak denizler önünde engel olmasının yarattığı gerilime daha fazla dayanamadığından olsa gerek kendisinin emperyal niyetlerle olmasa bile, “Yıkılmasının ardından elbette bize de pay düşecektir” beklentisinde olanların da içerisinde yer aldığı koalisyonun kurulmasına, Türkiye’nin yönetimine gelmesine ve Türkiyenin uluslararası anti komunist cephenin parçası olmasının önünü açtı.

    İşte Türkiye’nin yönetimini ele alan bu yapı o gün bugündür ülkeyi yönetiyor. Emperyal söylemleri olan bu yapının ne kadar Atatürkçü çizgi de olduğu tartışılır. Hatta bana göre aynen Atatürk’ün öngördüğü gibi gücü olmayan bir ülke emperyal hedefler için yola çıktığında birilerinin arasında oyuncak olmaya devam etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.

    Benzer bir durum aslında Cemaat için söz konusu. Gülen dahi (2005 röportajında sanırım) ABD ye rağmen bir şey yapılamayacağını söylüyor. Bu cümleler emperyal bir hedef olarak kurgulanan Türk okullarının ve Türk işadamı örgütlerinin doğal olarak asıl kural koyucuların izin verdiği sınırlar içerisinde ve onların şartları içerisinde yaşam alanı bulduklarının teyidi değil mi? Kaldı ki, bu okulların varlığını devam ettirebilmek için masada önümüze konulan faturanın ne olduğunu biliyor muyuz? Merak ediyorum Gülen’in Mavi Marmara çıkışı okulları ve işadamları için ödediği bir diyet miydi? Öte yandan emperyal söylemler her gün Başbakan seviyesinde tekrarlanan bir ülke olmasak, siyasetinde ve toplumsal yaşamında dini, mezhepsel ve etnik ayrımcılık gündemde olmasa yani “yurtta sulh” olsa, çok daha geniş bir coğrafya da etkili olacak ve ülke çıkarlarına daha çok hizmet etmek söz konusu olmayacak mıydı? Aynen Atatürk’ün öngördüğü gibi…Neden bu konular aklı selimle tartışılmaz ve hep hamasetle yol alınmaya çalışılır? Aslında milliyetçi ve muhafazakar pek çok kişi “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” çizgisinin hem kendi yaşamı hem de çocuklarının yaşamı için çok daha iyi şartları sağlayacağının farkına varmayacak mıdır?

    Nereden nereye geldim. Yazmaya devam edecek olsam sonu gelmeyecek bir noktaya gittiğimi düşünüyorum. En iyisi burada keseyim.

    Demem o ki, bence Gülen kendisine verilen görevlerden en öncelikli olanını yerine getirdi. Çocukları eğitti, hem dinine bağlı hem de iyi eğitim almış bir nesil yarattı. Şimdi bu çocukların ülke yönetimine gelmelerini talep ediyor. Ama ona görevi verenlerin kendi çocukları var! Bu talebi karşılamaya da hiç niyetleri yok görünüyor. Zaten oldukça liberal yetişmiş, pek çok bağlamda “light” buldukları, itikadi olarak sağlam olmayan bir kökten gelen (hiç risaleleri okudunuz mu?), emperyal hedefler için de görev ifa etmiş olan (özellikle 90 sonrasında) ve doğal olarak da bu görevi sırasında “emperyal dış güçlerin” etki alanı içerisine girmiş bu kesime direksiyonu vermek hiç bir zaman gündemlerinde olmamış ve nitekim 65 yıldır da vermemişlerdi.

    Demem o ki, cemaat artık sermaye olarak değil borç olarak, kurtulmaları gereken bir üretim fazlası ya da atığı olarak karşılarında duruyor. Allahtan iyi eğitilmiş olan bu çocukların önemli bir kısmı bu durumu sorun bile etmeyecektir. Sorun edecek olanların ise sanırım tasfiyesi Balyoz vs. gibi davalar üzerinden yapılacaktır.

    Neden kurban olduklarını düşündüğümü umarım anlatabilmişimdir.

    Öte yandan her ne kadar çevreyi merkeze taşıyarak sekülerleştiren, öyle ya da böyle İslam coğrafyasının en akılcı eğitimini vererek yetiştiren, ülkenin merkez sağ siyasetinin bel kemiğini oluşturan Türk-İslam sentezi ise bizi sürekli duvara toslatmaya devam edeceğini görmek için de alim olmaya gerek yok. Kürtleri entegre etmek için Sünniliği şişirirsen Alevileri kaybedecek, onların özellikle Türkmenlerini dahil etmek için Türkçülüğe gaz verirsen Kürtlerden dikiş tutmayacağı açık değil mi? Kaldı ki karpuz gibi ikiye yarılan Kürtleri içeride tutmanın yolu laikliğe vurgu yaparak BDP’lileri sisteme çekmekten mi, yoksa devam ettiği üzere Sünnilikle kalanlarını mı sisteme çekmekten geçtiği, yakın bir gelecekte Sünni Kürt partisi kurulursa ne yapılacağı vs. gibi sorular karşısında aklın yolu siyasetin kutuplaşma karşıtı, etnik ve mezhepsel kimlikler üzerinden değil zaten komünizm korkusu da kalmadığına göre artık ekonomik tercihler üzerinden yapılmasından geçmiyor mu?

    Sevgiler.

    • Olasılıksız Says:

      Sn Kemal,

      Mükemmel bir yorum ve analiz yazmışsınız.

      Ancak size katılmadığım bir nokta var… Cemaat şu anda yönetimde hatırı sayılır söz sahibi konumda. Bunun için iktidara kendisinin veya kendisine yakın görüşün gelmesi gerekmiyor. Cemaat kadrolaşması AKP’den önce başlamıştı, halen devam ediyor. Önemli bürokratların ciddi bir kısmı bu kökten geliyor. Öyle ki, devlette en güçlü kadrolara sahip eski ülkücü yapılanma bile bunun karşısında duramadı ve ezilip gitti.

      Tabi gevşek yapılı ve gönüllülüğe dayalı bu yapılanmanın ne kadar güçlü olacağı sorgulanabilir. Bence asıl tehdit bu yanılgıdır. Bugün Cemaatin yaklaşımı bir çeşit masonik örgütlenme benzeri “kendinden olanı kollayacaksın, sana karşı olana birlikte hareket edeceksin” şeklindedir. Bunu özellikle son 10 yıldır açık bir şekilde hissediyor ve yaşıyoruz.

      Bu ayrıntı dışında yazdıklarınızı gerçekten zevkle okudum.

      • Kemal Says:

        Merhaba Olasılıksız,

        Teşekkürler güzel sözleriniz için. Yazıyı beğendiğinize sevindim.

        “Masonik yapı” atıfınız bende bir şeyler düşündürdü. Bu konuda kafamda bir şeyler var. Daha çok somutlaştırmış değiilim ama etli bir konu olduğunu düşünüyorum. Özellikle İngilizlerin Hindistan ve Mısır (Ahmediler/Afgani/ Mehmet Akif çevresi) politikası üzerinden Osmanlı ve birinci dünya savaşına, Amerika’nın Suudi politikası üzerinden (ARAMCO ve Rabıta) 2. dünya savaşına ve sonrasına, aynı şekilde gene ABD’nin Ruslara karşı Nazilerle işbirliği üzerinden (Turan ve Kafkas halkları temsilcileri ve Türkiye bağlantıları/ Gehlen Örgütü/ Enver Paşa/ Turancılar), 2. dünya savaşı sonrası soğuk savaş yıllarına sarkan yakın tarih içerisinde aslında üzerinde düşünülecek, konuşulacak, öğrenilecek çok şey var.

        Bazen Gülen cemaatinin “İngiliz bu işi nasıl yapıyorsa biz de öyle yapalım” diyen yerli bir aklın ürünü olduğunu (bu bağlamda “islamcı masonlar” olarak adlandırılabileceğini cünkü eğitime vurgu, ticaret birliği, hoşgörü vs. gibi iki yapı arasında söylem birliği çok bariz), bazen de “Adı ne olursa olsun. Amaç hasıl oluyor ya (bağnaz ve yıkıcı müslümanları, akılcı, serbest ticaret yapan, düşman olmayan, diyalog taraftarı bir topluluğa dönüştürme amacı). Önemli olan o” diyen yabancı bir aklın ürünü olduğunu düşünüyorum. Bazen de senteze teslim oluyorum, hacı hacıyı mekke de bulmuş diyorum.

        İslam henüz barbarların dini olarak kabul ediliyorken, hatta Müslüman değil de Muhammedi olarak adlandırılıyorken, yani oryantalistler bile henüz baş göstermemişken çok daha liberal olan masonlar müslümanları adam yerine koyup muhattap aldıklarından, o dönem yurtdışıyla iletişim kurabilen Müslümanlar doğal olarak masonlarla görüşmek, ilişki kurmak durumunda kalmışlar. O nedenle bugün bile OsmanlıNın ilk elçilerinin mason olduğu söylenilir. Benzer bir şekilde emperyal bir kaygıyla ya da hadi daha masum ifade edelim ve ekonomik bir bakış açısıyla (ki son tahlilde o da emperyal!) yurtdışında yayılma gösteren bir cemaatin “diyalog” demesi tesadüf değil. Aynen evrim sürecinde olduğu gibi “diyalog” demeyenler bu süreç içerisinde tıkanıp yok oluyorlar, sadece “diyalog” diyenler hayatlarına devam edebiliyor. Buradan yola çıkarsak diyalog kurduklarından dolayı “dış güçlerin ajanı” olarak tanımlanmaları haksız bir yargı oluyor. Öte yandan da “dış güçlerin ajanı” olanlar da elbette bu diyalog kuranlar oluyor! Diyalog kurmayanı ajanlaştıramıyor ki. Ya da diyalogtan çıkarı olmayana bir şey teklif edemiyorlar da diyebiliriz.

        Çelişkili mi? Evet çelişkili. Diyalektik burada işliyor.

        Peki bu muammadan nasıl kurtulacağız? Ne yapacağız da ülke içerisinde bir başka ülkenin operasyon yapmasını engelleyeceğiz. En akılcı çözüm emperyal gündemi reddedip, yurtta sulh cihanda sulh diyerek herkesle dost ve barışık, cadı kazanı içerisinde bir “Kanada” yolu tutturmak. İddiasız bir şekilde iddialı olamk. Ülke de rahatlar, önü de açılır.

        İyi de ülkede herkes birbirini dış güçlerin ajanı olarak suçluyor. Eminim hepsinin de haklı olduğu bir yan vardır. Her grup ve çevre içerisinde birileri bilerek ve ya bilmeyerek veya ülkenin çıkarı olarak gördüğünden ajanlık yapıyor olabilir. Bu kadar kutuplaşmış bu insanlardan, birbirine güvenen bir toplumu nasıl kuracağız peki? Bunun da tek yolu “diyalog”…Başka çözüm yolu yok benim görebildiğim.

        Şeffaflık, hesap verebilirlik, muhalefetin nefesini kesmeye çalışmak bir yana tam tersine nefes alıp canlanması için aktif mücadele veren bir iktidar vs. ideallerini gözeten bir yapının kurulmasıyla ancak bu fasit daireyi kıracaktır. Farklılıklar sadece ülkenin genetik kodunun daha sağlam ve darbelere karşı dirençli olmasını sağlamayacak, ekonomik zenginliği, yaratıcılığı vs. de kamçılayacaktır. Ama Ak Partililere sorsanız zaten bu hedefleri gözetiyorlar, cemaatçilere de sorsanız aynı yanıtı alırsınız….

        Neyse daha fazla uzatmayayım. Benim elimde bir değnek yok. Bir şekilde bu düzen değişmeli. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemekden daha büyük bir ahmaklık olmazmış ya, işte o hesap. Bu düzeni değiştireceğiz. Ya da çocuklarımız, ya da torunlarımız, ya da birileri değiştirecektir elbette…

        Öte yandan, Cemaaatin gücü konusunda ise ne yazmış olduğum kadar güçsüz ne de sanıldığı kadar güçlü olduğu konusunda ortak bir notkayı bulabiliriz diye düşünüyorum. Bazı bakanlıkları ve kurumları yakından biliyorum. Belli bir seviyenin üzerine yükselmeleri bilinçli bir şekilde engelleniyor. İçişleri bunlardan birisiydi. Beşir Atalay’ı ergenekoncu ilan etmişlerdi bu yüzden. Aslında hangi bakanları hedefe koyduklarını takip ederseniz nrelerde önlerinin kesildiğini görebilirsiniz. Bildiğim kabinede cemaatçi bakan olmadığı.

        Şu aralar Suat Kılıç’ı ve hatta Davudaoğlu’nu yıpratmaktan çekinmiyor gibiler. Tecrübem diyor ki bunlar tek bir şeyin göstergesi…

        Dediğim gibi gerçek ortalarda bir yerde olsa gerek. ÖYM ve Emniyet ise sağlam oldukları yerdi. Ama iki satırlık bir emirle beş dakika içerisinde görevden alınıveriliyorlar…

        Sevgiler.

      • Kemal Says:

        bir de,

        “…Tabi gevşek yapılı ve gönüllülüğe dayalı bu yapılanmanın ne kadar güçlü olacağı sorgulanabilir. ..”

        demişsin ya. Bu ayrıntının önemli olduğunu düşünüyorum.

        Yeri geliyor devlet kendisi yapamayacağı bir örgütlenmeyi kendisine bağlı ama bağımsız duran bir başka yapı üzerinden yaptırabiliyor. Böylece kendisinden uzak duran birilerini kendi amaçlarında yönlendirebilme fırsatı buluyor.

        Örneğin CIA ya da ABD devletinden kaynak alarak proje yapmayı aklına bile getiremeyecek bir dernek Açık Toplum Vakfından destek aldığını gururla ifade edebiliyor. Öyledir demiyorum ama CIA olsam herhalde Açık Toplum Vakfı gibi bir kuruluş kurardım.

        Öte yandan merkezi bir yapı pek çok bağlamda amaçlara uygun bir yapı oluyor. Erzurumlu Kırkıncı Hoca’nın web sitesinde zamanında Atatürk Üniversitesine karşı çıktıklarını ama Saidi Nursi’nin sonu iyi olacak diye haber yollaması üzerine muhalefeti kestiklerini yazdığı bir anısı var.Eğer devlet Erzurum’a Atatürk Üniversitesi kurarken tek kelimesiyle muhalefeti kesebilecek bir kişi olsun isterse doğal olarak böyle bir kişiyi bir şekilde himayesi altına alabiliyor.

        Evet gevşek yapılı bir camia söz konusu. Gülen’in ikna edilmesi sonucunda bir kısmı zaten otomatikman gereğini yapacaktır. Öte yandan Gülen örgütlenmesi okuluyla, iş adamlarıyla devlet desteğiyle yapıla bir örgütlenme. Yani mülkün sahibi aslında Gülen değil. Ona bunu hatırlatmak için de eminim pek çok kart elde tutuluyordur. Gülen’e gevşek bağlı olanların önemli bir kısmı da rüzgarın nereden estiğini kestiterek yönlerini çevirecektir elbette..

        Son olarak ekleyeyim, söylenildiği kadar güçlü olsa ülkeye dönmez miydi? Yahu bir kaç günlüğüne olsa hasret gideremiyor. En azından bunu açıkta yapamıyor. Bu adamın cezası nedir? Hiç mi bitmeyecek? Haluk Kırcı çıkıyor. O daha niye dönemiyor? Nasıl bir güç bu güç?

        Sevgiler.

        • Olasılıksız Says:

          Evet, ben de bunların sorgulanmasını istemiştim ki, siz çok güzel ifade etmiş ve açıklamışsınız. 🙂

          Gevşek ve gönüllü yapının güçlü olmadığı düşüncesinin çok ciddi bir yanılgı olacağını dile getirdiğim de, bu tür bir enstrumanın ele geçirilmesi zor, duman gibi bir şey olduğunu ama bu dumanın yeterince zehirli olabileceğini söylemek istemiştim.

          • demokrat Says:

            Sevgili Kemal , Olasılıksız ve Fmeraklı Beyler,

            Şu konudaki yorumlarınızı çok merak ediyorum.Yazarsanız sevinirim;
            http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1298381

            • demokrat Says:

              Eleştiri bakımından şunun da çok farklı olmadığını düşünüyorum;
              http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1158

              Bence bir haftalık kronolojik sıralama şu şekildeydi;

              -İktidar çevreleri ve malum ses kayıtları ,yapılması düşünülen hukuk reformunun kapsamı hakkında ipuçları verdi.
              -Yeni Şafak yazarı Ali Akel işten çıkarıldı.
              -Ses kayıtlarının sayısı arttırılarak öncelikle küçükçaplı bir kamuoyu araştırması yapıldı,nabız tutuldu ve tepkiler alındı.
              -Dün itibariyle iktidar kanadı ÖYM leri tu kaka ilan ederek geri adım atılmayacağının sinyallerini yaktı.
              -Camia hareketlendi.
              -B.Arınç yapılacak düzenlemenin iyi olacağını anlatırken ara verdiği sözlerini Camianın ne kadar ulvi bir vazifesi olduğu temalı görüşleriyle süsleme ihtiyacı hissetti.
              -Camia yazarları ,yazılarını sertleştirme ve aba altından sopa gösterme pozisyonu aldılar.
              -Camiaya yakın STÖ ler ve medya yapılacak düzenlemeleri topyekün karalama kampanyasına başladıklarını resmen ilan ettiler.

              Ne oluyor?

              • Olasılıksız Says:

                Sayın demokrat,
                Her iki yazıyı da okudum ama bunlar sürekli takip ettiğim yazarlar olmadığı gibi genel yaklaşımlarını da bilmiyorum. Ancak, her ne kadar bir iktidar-cemaat çekişmesi olduğu taraflarca inkar edilse de MIT krizine kadar tırmanan ve kriz sonrasında iktidar tarafından eşekten düşmüşe döndürülen “tarafın” bir süredir aba altından sopa gösterdiği alenen ortada…

                Bu yazıları da o çerçevede değerlendirmeyi tercih ediyorum.

                Benim fikrim, şu an da bir status quo her iki tarafın da işine geliyor. Ancak, dengelerin bozulmaya başladığı anda özellikle iktidar cephesinin ortalığın tozunu attırması hiç şaşırtıcı olmaz. 200 rütbeli polisi 1 gün içinde sağa sola atayarak gerekirse bunu yapabileceğini zaten gösterdi. Ayrıca, başbakan kendi bilgisi ve kontrolü dışında olan hiç bir şeyden hoşlanmıyor. Eminim şu an ki durum da kendisini içten içe rahatsız ediyordur.

                O yüzden alternatif bir planının her zaman sağ cebinde durduğu kanısındayım.

                Aslında biraz komik geliyor ama, son 1 yıldır yaşanan sürece de bakınca AKP’nin 50-60 yıl öncesinin CHP’si haline geldiğini düşünmek de pek zor değil. Gittikçe daha devletçi, daha kontrollü, daha otoriter bir yönetimle karşı karşıyayız. Hatta, ne kadar dindar adımlar atılıyor gibi görünse de, zivanadan çıkma eğilimi gösteren dinci akımlara da bu hükümetin çok şiddetli karşılık vereceğini düşünmeden edemiyorum.

                Eh, sonuçta Mısır’lılara bile laik devlet olmalarını önermedik mi? 🙂

                Beni tek düşündüren şey, gerçek güç sahibi olan odaklar böylesine güçlü bir yönetimden hoşnut olurlar mı? Çünkü bu işlerin felsefesi “parçala ve yönet” şeklindedir. Hele hele BOP merkezi/başkanlığı falan gündeme gelirse kontrol elden kaçar mı endişesi kimleri sarar düşünmek lazım.

                • canislupus Says:

                  Mit kriziyle ilgili benim kulağıma şöyle bir bilgi geldi. Mitçilerin RTE’nin bilgisi dışında pkk ile bir takım pazarlıklar yapması ve bu pazarlıkların, verilen sözlerin ortaya çıkması halinde RTE’nin çok zor durumda kalacağı, bundan dolayı buna engel olduğu. Tabii bu da bir komplo teorisi olabilir.

                  Polis atamalarına gelince, bu normal bir durum, her sene aynı dönemde aynı şekilde atamalar yapılır. Bir sene önceki, ondan önceki vs atamalar da aynı şekilde.

                  Bu iktidarı getiren bir güç varsa, onu böyle güçlü hale getiren de zaten odur. O yüzden kontrolü elden kaçıracaklarını sanmıyorum. Eğer Türkiye’yi ortadoğunun en büyük gücü haline getiriyorlarsa ve İsrail’e alternatif/hatta ondan daha güçlü bir bir ülke haline getiriyorlarsa, işin içinde başkanlık sistemini getirme de varsa, o zaman ortadoğunun yeni Amerikasını (küçük Amerika denebilir) yaratıyorlar denebilir…

                  • Olasılıksız Says:

                    Polislerin ataması normal atama değildi. Normal atama geçenlerde yapıldı, 2000 küsür polisin ataması yapıldı.

                    MIT’çilerle yürütülen pazarlıklarda doğrudan başbakanın talimatı var. Bunlar ortaya çıktı. Zaten inkar da etmedi. Sonradan bu konuda soruşturma ve işlem başlatılması, hele hele başbakanın “sır küpüm” dediği kişilere yönelik girişimde bulunulması başbakanı koruma içgüdüsüyle açıklanamaz.

                    Küçük Amerika meselesine gelince, bu güçler her zaman istedikleri ortamı yaratmakta başarılı olamıyorlar. İran ve Afganistan örneğini o yüzden vermiştim. Doğu bloğundan da Doğu Almanya iyi bir örnek olabilir. Uzun dönemli bakıldığında toplumları siyasi ve ekonomik nedenlerle gütmek pek kolay değil. Hele hele kozmopolit, savaşçı ve isyankar toplumlarda daha zor.

                    • canislupus Says:

                      Afganistan tam da onların istediği durumda şu an. Nasıl mı? Uranyum, plütonyum, doğal gaz vs onlar kontrol ediyorlar (eskiden ruslar ediyordu), uyuşturucu yetiştirilmesi de onların kontrolünde, oradan dağıtılması da, daha ne olsun. Bütün bunları taliban kontrol ediyor gibi görünebilir, ayrıca görüntüde ISAF ile taliban mücadelesi de var ki bu sadece görüntü. Üstelik talibanı kuran da onlar. Onlar için önemli olan zaten bu tür şeyler, halkın ne durumda olduğu değil…
                      Irak da tam istedikleri gibi bir durumda, Suriye’yi de istedikleri duruma getirecekler, şimdi bunun için uğraşıyorlar, sonra da İran…Sonra da Türkiye diyenler olacaktır ama benim görüşüm Türkiye konusunda değişir…

                • demokrat Says:

                  Sayın Olasılıksız

                  Teşekkür ederim.Yazdıklarınıza katılıyorum.Mahcupyan hariç ben de çok sık takip etmiyorum ama şu görünen kronoloji bir kaç haftalık inceleme yapmaya yöneltti beni.Ne yalan söyleyeyim en ikircikli dönemlerde bile bu kadar açıktan tehdit ettiklerini görmemişim.Bugün de üç haber başlığı altında ve Mahcupyan’ın yazısıyla devam ediyor.Klasik cemaat+AKP=Yeni düzen betimlemesine ters biraz.Açıkcası bu duruma sığ ‘çıkar çatışması’ bağlamında da inanmak istemiyorum,problem daha derinmiş gibi görünüyor.
                  AKP ‘nin -lideri ve parti genlerinde zaten var olan durumun- su yüzüne çıkması sonucunda belirginleşmeye başlayan otoriterleşme eğilimleri CHP’yi aratmayacak gibi yalnız burada AKP’nin avantajı bir süre önce demokratikleşme adına az da olsa yaptıkları ve önlerinde yanlıştan dönebilecek zamanları olması.Zaman ne gösterir bilemiyorum ama sizin yazdılarınızdan olası bir iktidar ve ABD çekişmesi ufukta sonucuna varıyorum.Benzer konularda Mehmet Hoca’nın (Altan) görüşlerine değer veririm ,otoriterleşme konusunda aynı görüşleri seslendiriyor ama bir farkla ;camianın yayın organlarında.

                  • Olasılıksız Says:

                    Evet… bence de “problem kesinlikle daha derin.”
                    Ne kadar derin olduğunu önümüzdeki süreçte daha iyi görebileceğiz. Ama 250. madde, gayri yasal ele geçirilmiş kayıtların basında kullanılamaması, “dalga dalga boğuluruz” söylemleri, basına yönelik üstü kapalı tehditler (muhalif basını kasdetmiyorum) bazı şeylerin iç dinamiğindeki ahengin bozulduğunu gösteriyor.

                    Yandaş basında da bazı yazarların ciddi yalpalamalar yaptığını, 2 gün önce yazdığıyla tümüyle çelişen şeyler yazabildiklerini sık sık görüyoruz.

                    Kaypaklığa eğilimli bir millet olduğumuz için güç dengeleri değiştiği anda güçlü tarafa doğru hızlı bir akım görmemiz sürpriz olmaz.

            • Kemal Says:

              Merhaba Demokrat,

              Şahin Alpay’ın yazısında dile getirilen ve seçim sonrası ortaya çıktığı öne sürülen:

              “Milli irade, millet benim… Halk çıkarını bilmez, ben bilirim. İhaleleri kimin alacağına, medyanın neyi yazacağına ben karar veririm… Futbolu, sanatı, tiyatroyu, dini, kürtajı, sezaryeni en iyi ben bilirim… Halkın yarısının oyunu alan hükümeti eleştirmek Türkiye’nin kalkınmasını istememek, yabancıların oyununa gelmek demektir, ihanettir…”

              cümleciklerinin her birine(şaşırmayın kürtaj ve sezaryen dahil olmak üzere!) 2007-2011 arasında da pek çok örnek vermek mümkün. Yani aslında kantarın topuzu 2007’den beri kaçmış durumda. Sadece Şahin Alpay bunu daha geç fark edenler arasında.

              Neler oluyor sorusuna cevabıma gelince, yukarıdaki yazılarda aslında bakış açım belli. Olan biten yeni bir şey yok, muktedirler arasında kardeş kavgası var. Nasıl sonuçlanacağını ise sadece iç dinamikler değil biraz da uluslararası konjonktür belirleyecektir.

              1940’lı yılların başında Almanlar Stalingrad’a kadar ilerlemiş olduğunda esir düşen 5-6 milyon Rus askerinin 1 milyonundan fazlası Müslüman Türklerdi. Turancılarımız, ordudan emekli olmuş bir general ve hatta muvazzaf bir generalimiz Hitler’le görüşerek bu esir Türklerin Rusya’ya karşı kullanılabileceğini dile getirmişlerdi. Tarafsız ülke olan Türkiye’nin lideri İnönü “bir olasılık Rusya parçalanabilir, doğru bir pozisyon almalıyız” kaygısıyla Hitler ve Türk Generalinin görüşmesine yol vermişti. Plan gerçekleşir ve 150-200 bin Türk askeri Alman ordularında Ruslara karşı savaşırlar. Zaten Ruslardan bağımsızlık isteyen Orta Asyalı bu askerlerin savaşta taraf değiştirmesi kolay olmuştur.

              Rusya 1944’de artık Hitlerin ordularını geriletmeye başlayınca, yani savaşta rüzgarın yönü belli olunca Turancılarımızın ülkenin güvenliğini tehlikeye attıkları iddiasıyla meşhur 44 Türkçüler davası açılır. Tabutluk denen hücrelere konulurlar.

              Savaş biter. Uluslararası kapitalizm için tek tehlike komünist Rusya olur. Bu arada Rusya Berlin’e girmiş TC-Hitler görüşmelerinin belgelerine erişmiş ve Türkiye’ye gözdağı vermeye başlamıştır. Kore’de, Balkanlarda, Almanya’da, Doğu ve Orta Avrupa’da ve hatta Afrika’da Ruslarla bir mücadele kaçınılmaz olunca, Nazi İstihbarat subayları CIA’nın kurulmasında en büyük kaynak olur. Doğal olarak da, Nazilerin Ruslara karşı işbirliği yaptığı Orta Asyalı Türkler ve onların Türkiye’deki bağlantıları olan Türkçü ve Turancılar da…Rus tehdidi karşısında, Batı’ya demir atma kararı vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti için Turancılar gene değerli bir kaynak halini alır ve serbest bırakılırlar.

              Nereye geleceğim…

              Türkçüler/Turancılar 40-49 arasında ülkemiz için bir kaynak mıydılar yoksa bir ara iddia edildikleri gibi hain mi? Bu sorunun yanıtını devletimiz o sırada sınırlarında sürmekte olan savaşta sahadaki duruma göre veriyor. Yani bir ideoloji ve ona inanları devletimiz yeri geliyor kullanıyor, yeri geliyor tedavülden kaldırıyor, sonra tekrar piyasaya sürüyor. Elbette bu güçlü ve merkezi bir devlet anlayışının olduğu coğrafyalarda kaçınılmaz. Normal olanı ise siyasi görüşlerin yayılması ve örgütlenmesi özgürlüğünün güvence altında olması, dış konjonktür de doğru düşerse bu görüşün halkın desteğiyle iktidara gelmesidir. Devletin hem gücü hem de kaynaklarıyla bu süreçte taraf olması adaletsizliktir. “Benim beden dilimi anlaması lazım çalışacağım bürokratın” diyerek devletteki bütün kadroları belli bir siyasi rengin farklı bir tonu ile dönüştürdüğünde, bizim demokrat geçinenlerimiz “Diledikleriyle çalışma hakları var. Herkes böyle yapıyor” diye alkışlamayıp, “Biz farklı olacağız, artık ülkede demokrasiyi kurumsallaştıracağız iddiasıyla gelenler böyle yapmamalı” diye bir pozisyon alsalardı, Şahin Alpay geç yazılmış olan bu yazıyı bekli de hiç yazmayacaktı.

              Sizin sorunuza geleceğim. Neler oluyor?

              Sorunuzun cevabını Suriye – İran – Rusya – Çin zincirindeki gelişmeleri dışlayarak vermek pek mümkün görünmüyor.

              Turancılarımız 1900’lerin başından 1950’lere kadar Almanya ile sıkı ilişkiler geliştirmişlerdi. Enver Paşa’nın kurduğu ilişkiler ardından devamcıları üzerinden gelişerek sürdürülmüştü. 2. Dünya savaşı sonrasında Almanlar ABD himayesi altına girince bizim Turancılarımız da doğal olarak ABD himayesine girdiler. Onlarca, yüzlerce isim saymak mümkün. Ama Alparslan Türkeş’in ABD’ye gidip eğitilen ilk 15-20 Özel Harpçi subaydan birisi olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır örneklendirme bağlamında. Bu arada istihbarat’ın ülkelerin kaderleri üzerinde ne kadar etkili olduğuna dair bir örnek olarak Lawrence’ı ve ardından da Philby’i anmak lazım diye düşünüyorum.

              İslamcılarımızın bir ayağı Hindistan ve Mısır üzerinden hep İngilizlerle iletişim içerisinde oluyor. Onların muhataplarının İngiliz olduğunu ya da onlar için çalıştığını düşündüklerinden emin değilim. Muhtemelen Hindistan Müslümanları olarak görüyor olabilirler. Örneğin Mustafa Sagir denen Hint Müslümanının 1920 yılında Ankara’ya milli mücadeleye Hindistan’ın katkılarını sunmak amacıyla geldiği iddiasıyla Mehmet Akif’in evinde kalmış, gizli yazışmalarının yakalanması sonucunda da aslında amacının Mustafa Kemal’i öldürmek olduğu ortaya çıkmıştır. Yani İngiliz gizli servisinin kadrolusu olan bu ajan Afgan Emir’ini öldürdükten sonra Ankara’ya gene görevli olarak gelmiştir. Gelmeden önce İstanbul’da Fatih’te Kıztaşı civarında kalmıştır. Yargılanması sonucunda idama mahkum olmuştur. İdam edilmesini engellemek için Ahmedilerle bağlantılı olan bir Hintli ve o dönem İngilizlerin kontrolü altında olduğu çok daha ayan beyan olan ismaili Ağa Han mektup yazar. Halen Fatih semtimizde Ahmediye diye bir sokak vardır. Kurtuluş Savaşı sırasında milli Mücadele karşıtı Ahmediye diye bir örgüt kurulmuştur. Bir gün bir tarihçi bunları elbette ele alır ve derinlemesine inceleyecektir…

              Demem o ki İslamcılarımızın bir kısmı bilerek ya da bilmeyerek İngilizler tarafından etki altına alınmış, 2. Dünya savaşı sonrasında İngilizlerin dünya gemisinin komutasını ABD’ye vermesiyle ABD etkisine açık bir hale gelmişlerdir. Bir başka kısmı ise özellikle 30larda petrol bulunmasıyla önemli bir kaynak harcama potansiyeli ortaya çıkan ve daha o yıllarda İngilizlerin değil de ABD’nin etkisi altına giren Suudi Arabistan ve onların bağlantıları üzerinden gene son tahlilde ABD etkisi altındadır.

              Öte yandan Avrupa’lı emperyalistlerin karşısında bir destek arayışında olan, yeni yeni yeşeren milli sermayenin baktığı ülkedir ABD. Emperyal değildir (en azından ilk bakışta ve o dönemde). Tam tersi kendisine pazar yaratmak için emperyal ülkelerin kolonilerinin bağımsızlığını desteklemektedirler. Zaten kendileri kanlı bir savaşla bağımsızlıklarını İngilizlerden almıştır. Bugün olanın aksine o dönemde İngilizlerle stratejik ortaklık söz konusu değildir, hatta çoğu zaman Fransa daha yakın bir müttefik olarak görülmektedir. Nitekim 2. Dünya savaşına bile ancak Japonların Pearl Harbour’u vurmasıyla katılır ABD. İngiltere’ye açılan savaş sonucunda otomatik olarak değil…Neyse, bizim sermayedarların bir kısmı ABD’ye sıcak bakmaktadır. Kurtuluş Savaşı sırasında başlar ABD mandasına sıcak bakmak. Savaşın kazanılmasının ardından ise işbirliği ve ticaret çerçevesinde ilişkiler artarak devam eder. Amerikan markalarının Türkiye yatırımları olur ve elbette Türkiye temsilcileri.

              2. Dünya savaşı sonrasında gerek Almanya, gereke İngiltere üzerinden gerekse doğrudan ABD’yle ilişkilerimiz derinleşir. Sermaye (ki masonlar da var) – Turancı ve İslamcı koalisyonuna Rusya korkusu üzerinden Cumhuriyetçilerde destek verir. Ülkeyi o gün bugün yöneten büyük koalisyonun dış dinamikleri kanımca ve kabaca bu şekilde olsa gerek.

              2. Dünya savaşı öncesi bilhassa İngiliz ve Alman çekişmesi ve İngiliz -ABD çekişmesi bağlamında taşların yerine oturması o kadar kolay olmaz. Goodyear’ın Türkiye temsilcisi, Demokrat Parti Kurucusu Ahmet Emin Yalman’ın, Necip Fazıl’ın öğrencisi Hüseyin Üzmez tarafından vurulmasını başka nasıl açıklarız? Yani Pax Amerikana denen durum mutlak olarak geçerli değil. Ara sıra bu cephe içerisinde kendi çıkarlarına yönelik çeşitli operasyonlar yapan ülkeler olmaktadır. An itibariyle yeni Ortadoğu haritaları masada. Ülke sınırları değişmeyecek olsa bile ülkelerin etki sahalarının sınırları tartışılıyor ya da tartışma bitti ama gereği yapılmaya çalışılıyor diyebiliriz.

              Suriye politikası bağlamında Fransa ve Avrupa Birliği, ABD, İsrail, Rusya farklı düşünüyor. Rusya’nın etki sahasında olan bir ülke Suriye. Öte yanda 1. Dünya savaşından beri Fransa’ya bırakılmıştı. Elbette Batı dünyasında. Ama 40 yıldır bu meyveye dokunamadılar. Fransa’daki Ermeni yasasının geçirilmesi ve sonra AYM’den dönmesi, Sarkozy’le atışmalar vs. hepsi Suriye konusunda Türkiye’yle bilek güreşiydi diye düşünüyorum. Obama farklı telden çalıyor, ABD’nin “establishment” denen yapısı ayrı telden çalıyor. İsrail’i yönetenler ayrı telden çalıyor, İsrail halkı ayrı telden çalıyor. Yani kaos orada devam ediyor. Öyle olunca da bütün bu yapıların Türkiye’de etki edebildikleri yapılar arasında da kaos durumu ortaya çıkıyor.

              Özetle halktan yana yeni bir şey yok. Gene filler tepişiyor, çimenler eziliyor. Halk kenarda bakalım n’olcek diye bakınıyor. Bu süreç 5 yıldır devam ediyor.

              Kardeş kavgası demiştim. Necip Fazıl / Ahmed Emin örneğinde olduğu gibi…

              Ergenekon’da öyle değil mi? “Veli Küçük ve Gülen Komünizmle mücadele derneği kurucuları” diyen Tuncay Güney hem Samanyolu TV çalışanı hem de Küçük çevresinde olan birisi değil mi?

              Bu blogda hatırlarsanız Sivas Katliamının yıldönümünün Zaman gazetesinin yıllar içerisinde nasıl haberleştirdiğini yazmıştım. “Madımak Otel Yangınında Ölenler” den başlayıp “Sivas Katliamı” başlığına evrilmelerine bakmıştık. Gülen okullarında yetişen çocukların, gençlerin, büyüklerin (yıllar ne kadar hızlı geçiyor!) gerek eğitimleri gerekse insaniyetleri bağlamında bir sorunum yok. Bu ülkenin iyi yetişmiş insanları önemli bir kısmı. Ama açık konuşmak gerekirse onlardan çok daha iyi yetişmiş çok daha fazla insan da var. Maşallah ülkemizde insan kaynağı sorunu yok… Ama Gülen devlet görevlisi olunca (ben öyle düşünüyorum) tabanda olmasa da teşkilat içerisinde yer alan orta üst kademe abiler /yöneticiler / sorumlular, doğal olarak devletimizin ideolojisiyle, yani yukarıda dile getirdiğim koalisyonun ideolojisi olan ideolojiyle (sentez ideolojisi) yetişmiş durumdalar.

              Demem o ki, aslında sanılanın aksine özgürlükçü, demokrat, farklılıklara zenginlik olarak bakmak gibi bir durum söz konusu bile değil. Söylemde güzel ve yakışıklı durduğundan, özellikle ABD’de yaşayanların zaten politik doğruculuk (ya da yıllar içerisinde en azından bir kısmının içselleştirmiş olmaları) nedeniyle sürekli dillendirmekten hoşlandıkları cümleleri gerçekten inandıklarını söylemek zor. Diğer başlık altında size yazdığım bir yazıda ismini vermediğim üç farklı yazar, üç farklı bakış açısı, üç farklı çevreden besleniyor olmalarına rağmen özünde aynı şeyleri söylediğine atıfta bulunmuştum. Birisi Ergenekon’u yapan, diğeri Ergenekon’dan içeride tutulan bir diğeri de Ergenekon torbasına konulmayla konulmama arasında gidip gelen ve an itibariyle hükümetteki konumunu sağlamlaştırmış bir çevreden diye tarif etmiştim. İlk ikisinin ismini vereyim.

              Ergenekonu yapan çevreden olan kişi, Yusuf Gezgin mahlaslı ve Hanefi Avcı’nın emniyetteki imam dediği kişiydi. Ergenekondan içeri alınan ise Ergun Poyraz. Nasıl olur demeyin ama o kadar çok yazılarını okudum ki sizi temin ederim önemli bir kısmı aynı kalemden çıkmış bu yazıları yazanlardan birisisin içeride diğerinin ise onu içeriye sokanlar arasında olması ilk bakışta bir çelişki gibi duruyor. Aslında çelişki olmadığını bu kişilerin kavgasının ideolojik bir kavga değil tam tersine operasyonel bir karar aşamasında farklı tercihler yapmış olmaları olduğunu gördüğünüzde anlıyorsunuz. Ülke yönetiminin teslim edildiği kişilerin çizgi içerisinde kalıp kalmayacağı konusunda yapılan bir tartışma sonucunda farklı pozisyonlar alıyorlar temelde. Aynı anne ve babanın çocukları kardeş kavgası veriyor. Bugün Oda Tv’de Ergun Poyraz’ın pazartesi yaptığı savunmanın detayları var. Neden böyle olduğunu, ne kadar kardeş olduklarını, aslında aynı yağmurda ıslandıklarını çok daha detaylı bir şekilde kendisi ifade ediyor ( http://www.odatv.com/n.php?n=refah-partililer-in-kasetlerini-kimlerden-aldi-0406121200 ). Okumanızı tavsiye ederim. Oda TV dışında pek ilgi çekmediğinin altını çizip, neden ODATV operasyonu sırasında özgürlüklerimize yapılan bir müdahale olduğu konusunda ısrarcı olduğumuzun bir başka örneği bu haber. Ülkede demokrasi isteyenlerin neden o gün ODATV’nin basılmasına seyirci kalmaması gerektiğini ve sesini yükseltmiş olmasını gösteriyor. Bu arada Ergun Poyraz’ın konuşmasının başında “jandarmadan belge almadım” demiş olması yalan bir beyan olmasa da aslında eksik bir beyan, belge almamıştı ama dosyadaki kayıtlardan yakın çalıştıklarını biliyoruz diyelim ve devam edelim…

              Pek çok şeyi anlayamama nedenimizin yapay bir şekilde bölünmüş tarih anlayışı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, sanki Türkiye’de iki çizgi var. Birisi Abdülhamid – Serbest Fırka – Demokrat Parti – Adalet Partisi – ANAP – Ak Parti çizgisi diğeri ise Ittihad ve Terakki – Atatürk – Halk Fırkası – CHP çizgisi. Kanımca en büyük hata bu önermede yapılıyor. Halbuki kökende Abdülhamid ve İttihad/Terakki aslında aynı siyaset anlayışının temsilcileri. Osmanlı ve Emperyal. Turan ve İslamcılık mayalarında var. Arada Atatürk bütün bu çizgilerin dışında tek başına yer alıyor. Soğuk savaş döneminde ise ülkede tek anlayış var. Her birimizin içerisine yerleşmiş, kimimizde daha az kimimizde daha çok olan bir anlayış. İktidar sürekli bu anlayışın en kuvvetli olduğu kişilerde bulunuyor. Darbeler öncesi, darbeler ve darbeler sonrasında. Şöför değişiyor ama yol aynı. Mhp’lilerin 12 Eylül sonrasında ifade ettikleri gibi “Biz içerideyiz ama görüşlerimiz iktidarda”. Sentez denilen bu anlayış bazen karşımıza Pan İslamcılık ve Pan Turancılık olarak çıkıyor, bazen Türkçülük ve İslamcılık, bazen Türk-İslam Sentezi, bazen de Yeni Osmanlıcılık.

              Ülkemizdeki sorunların kaynağı bence bu anlayış. Elbette sadece sorun üretmiyor ve çözdüğü, katkı yaptığı da pek çok şey var ki halen kullanımda bu anlayış. Öte yandan bu gömleği yırtmadan daha fazla serpilemiyoruz. Ülkemiz 25 yıldır dünyanın 16. Büyük ekonomisi. Üretim üssü. Ama yaratıcılık konusunda bir sıçrama yapılmış olması söz konusu değil. Yaratıcılık merkezi iktidarın bu kadar güçlü olduğu, halkın çoğunluğu böyle istiyor diye azınlıkta kalanların önünün tıkandığı yerlerde gelişmiyor. Gelişmeyince de rakip olamıyorsunuz. Şahin Alpay’ın yazdığının aksine son 10 yılda küreselleşmenin yarattığı zenginlikten yeterince nasiplenememiş bir ülke Türkiye. Elbette payımıza düşenin bir kısmını aldık ama kurulu kapasite o çok eleştirilen 70’ler, 80ler ve 90lar da edinilmişti. 2000lerde değil. Görünen o ki eğer gömleği yırtmazsak bu demir attığımız yerde kalacağız. Bu tabii ki benim düşüncem.

              Ülke içi kavgalar bir yanıyla çıkar paylaşımı, bir yanıyla dış patronların rekabetinin ülkedeki temsilcilerine yansıması, bir yanıyla sorunları görüp bir şeylerin değiştirilmesine yönelik iyi niyetli mücadelelerin sonucu. Dönüp dolaşıp, sürekli Balyoz davasında yalan deliller üreten sahtekarlar çetesinin bütün bağlantılarıyla teşhir edilip yargı önüne çıkartılmasının demokrasi için en önemli adım olduğunu dile getirenlerimiz, sürecin sadece çıkar ve dış patronlar arasındaki kavga olmaktan çıkartılıp hukukun ve adaletin egemen olduğu bir ülke özlemine dair kararlılığın gösterilmesi olduğunu düşünmemiz.

              Bundan sonra ne olacak?

              Bu demin de saydığım nedenlerden dolayı çok da öngörülmesi mümkün olmayan bir şey. Suriye – İran – Rusya – Çin zinciri yani…

              Suriye’ye müdahale etme bağlamında sadece Sünni Müslüman Türklerin bir talebi olmadığını sanırım sizde farketmişsinizdir. Tam tersine Laik Müslüman Türk çevrelerin yani ülkeye egemen olan çevrelerin de bu bağlamda traf olduklarını görmek şaşırtıcı olabilir. Mesela Vatan ve Milliyet gazeteleri bayağı ciddi taraf olmuş durumda. Çalık’ın gazteleri, Star grubu, Gülenci Medya vs. herkes bu bağlamda hem fikir. Benim gördüğüm kadarıyla üzerinde uzlaşılan görüş Esad’ın bir isyan sonucu alaşağı edilmesinin sonucunda ne derece radikal olacağı bilinmeyen Sünni bir iktidarın kurulmasını engellemek amacıyla, kontrollü ve Ak Parti gibi bir yapının eliyle çok da radikalleşmeye yol açmadan Esad’ın uzaklaştırılması öngörülüyordu. Bizim merkezde yer alan gücümüzün radikalliğe yol açan faktörleri güçle yerinden uzaklaştırıp (gerekirse vurarak) karşı ucun isyan potansiyelini sıfırlamak gibi bir aracı kullanmakta mahir olduğunu düşünüyorum. Örneklemek mümkün ama elbette spekülasyondan öteye değil…

              Neyse, Mayıs ayında yapılan seçimler ve gidişat sonrasında aslında Esad’a karşı muhalefetin sanıldığı kadar güçlü ve radikal olmadığı görülmüş olması gerekiyor. Rusya’yla ilişkiler (boru hatları, Akkuyu vs. ) rotaya konulmuş, Obama’nın isteksizliği vs. hepsi bir araya konulduğunda hükümetin ve devletin geri adım atması bana kaçınılmaz görünüyor. Öte yandan Cemaat çevresi ise Suriye’de rejim değişikliğinin savunulmasına devam ediyor. Hükümetin geri adım atması olasılığı yaşanmakta olan sorunlardan bir tanesi olabilir.

              Tabii ilk mesajımda yazdığım gibi en başat sorun cemaatin devlet içerisinde kökleşmesinin engellenmiş olması. Özellikle MİT içerisinde köşe başlarını (en azından açıktan) tutamadıkları ortada. TSK içerisinde de açıktan bir konumlanma olmadığını görüyoruz. Emniyet içerisinde bile istenildiği kadar duruma hakim olunması söz konusu değil. Kanun değişikliğinden sonra daha net göreceğiz ÖYM içerisinde ve HSYK içerisinde de cemaat etkisi kırılacak gibi…

              Tekrar başa döneyim. Yeni bir şey yok. Kendi aralarında kavga ediyorlar.Bu kavga ideolojik değil. Bakmayın birinin diğerini Putinleşmekle eleştirdiğine. İki-üç sene önce Putinleşmekle eleştirenleri ülke birliğine ve dirliğine dinamit koymak isteyen ergenekoncular olarak suçlayanaların bugün Putinleşmekle eleştirmeye hakkı olabilir mi? Sahi Nuray Mert’e ne oldu? Ruşen Çakır? Mirgün Cabas? Bir ara Oray Eğin vardı. Neyse en azından Soner Yalçın’ın, Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın yanında değiller.

              Demek seçimlerden sonra otoriterleşmeye başladı Ak Parti öyle mi? Hangi seçimler? 1946 seçimleri mi?

              • demokrat Says:

                Kemal,

                Teşekkür ederim yanıtın için.Kantarın topuzunun kaçtığı konusunda hemfkirim ama senin kadar kesin sınırlar koyamıyorum.Bana göre bu durum yavaş yavaş belirginleşti ve şu günlerde hiç olmadığı kadar sertleşti/sertleşmeye devam ediyor.
                Tereddütteyim, bir yanım senin gibi düşünüyor, en azından siyasi bir ortam yaratmada ve strateji üretmede gerçekten iyi eğitimli kadroların (camianın) aktif rol alarak şekillendirici olduğunu ve geçmiş/gelecek analizlerini ortak paydada birleştirerek ‘yön’ belirlediğini içselleştiriyor, diğer bir yanım ise açıkçası bu fikre (yetenek bazında baktığımızda) karşı çıkıyor.
                Tereddütteyim ,bir taraftan ”Sadece Şahin Alpay bunu daha geç fark edenler arasında.” derken iyiniyetle yaklaştığınızı görüyorum,diğer taraftan acaba diyorum buradaki durum Kemal’in de dediği gibi bir ‘farkediş-uyanış’ mı yoksa çok çok çok daha basit bir emir komuta zinciri mi?

                Kısa geçeyim Ergun Poyraz’ın söylediklerinin bir kısmının inandırıcı olmadığını düşünüyorum.Bu kadar karmaşık ilişki yumağından tek bir doğru çıkacağına inanamam.Yaşamının uzunca bir dönemini ikili oynayarak geçirdiğini itiraf edivermiş.Odatv ‘de ise o kadar çok saptırma ve cehalet gördüm ki muhtemelen bu yazıda ne demek istediklerini kendileri de bilmiyorlar.

                Başlangıçta (belki de) çok haklı bir çıkış noktası olan ve sırtını dayadığı ezilmişlik/yok sayılmışlık/özgürlüklerinden alıkonulmuşluk üçgeninde bir diyalektik felsefeye dayandığı için biraz da marksist diyalektikle (sadece şekilsel) bakımdan benzerlikler gösteren bu hareket nasıl oldu da hayal bile edilemeyecek bir imparatorluğa dönüştü?Bu dönüşüm acaba hareketin tohumlarının atıldığı onlarca yıl önce öngörülmüş müydü?Sanmıyorum ki dünya üzerinde bu kadar kısa sürede bu kadar yol alacak başka bir akım/sistem olsun.Böyle bir kutsal hareket noktasından doğan enerji şimdilerde materyalizm ve mistisizm arasında turlarken kan mı kaybediyor yoksa güçleniyor mu kestiremiyorum.Malumunuz diyalektiğin temel çıkış noktası her şeyin sürekli bir değişme, hareket ve gelişme süreci içinde olduğudu.Yani bize hiçbir şey olmuyor gibi göründüğünde bile, madde sürekli olarak değişmekte.Sanırım işin bu boyutunu (benim gibi) ıskalayanlara bu hareketlilik inanılmaz görünüyor.Sonra şaşırıyoruz devlet nasıl bu hale geldi diye.Oysa ki -haklısın- aslında hep burjuvaydı ve değişen bir şey yok.

                Avrupa’ya baktığımızda ya da dünyanın diğer devletlerine ,kapitalist ekonomiler can çekişirken, demokratik hak ve özgürlükler yavaş yavaş askıya alınıyor, ırkçılık ve faşist eğilimler güçleniyor.Karşılığı da yok değil tabii aynı oranda olmasa bile sınıf mücadelesinin yeniden yükseliş eğilimi gösterdiği ülkeler var.Özellikle Yunanistan, İrlanda,Fransa. Bunun bize yansıması da bu şekilde ne yapalım desek bu kez hissettiklerimizle tam örtüşmüyor.Birincisi henüz ekonomik olarak çatışma noktasına gelmemişiz,ikincisi halkımız daha o seviyede değil.

                Aslında muktedir güçler arasındaki ”bu çatışma ideolojik değil” demişsin ya ben ideolojik olduğuna inanmak istiyorum.Diğer türlü hepten yanmışız vesselam.

                • demokrat Says:

                  ….
                  Başbakan Tayyip Erdoğan, dün ATV’deki ‘Başbakan ile Gündem Özel’ programında Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak, Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu ve Hürriyet Gazetesi yazarı Taha Akyol’un sorularını cevapladı. Erdoğan, özel yetkili mahkemeleri düzenleyen CMK 250, 251 ve 252. maddelerin değiştirilmesiyle ilgili tartışmalara temas etti. Tasarıya henüz son şeklinin verilmediğini söyleyerek, “Darbelerle mücadele asla sonlanmaz. Ergenekon, Balyoz, çeteler, mafyalarla mücadele gayretini şimdiye kadar biz göstermedik mi? Bu adımları biz atmadık mı? Buradan geri adım atmamız söz konusu değil.” dedi. Değişikliğe ilişkin medyaya yansıyan tasarılarla ilgili olarak, “Tutuksuz yargılanabileceği halde tutuklu yargılanan insanlar var. Askerdir, gazetecidir, siyasidir kim olursa olsun.Bu yargıyı da sıkıntıya sokuyor. Yargıya güven ciddi manada artmışken şimdi azalmaya başlıyor. Bunları da görmemiz lazım.” ifadelerini kullandı.

                  Başbakan Erdoğan, böyle bir değişikliğe neden ihtiyaç duyulduğu sorusunu cevaplarken, MİT krizini hatırlattı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, KCK soruşturmasını yürüten özel yetkili savcı tarafından şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığını belirten Erdoğan, kuvvetler ayrılığı ilkesinin zedelendiğini ve ‘devlet içerisinde devlet’ görüntüsünün verildiğini söyledi. Bunu kabullenmelerinin mümkün olmadığını dile getirerek şunları kaydetti: “Devletin işleyişine çomak sokuluyor. Bölücü terör örgütünün yayın organlarında çıkmış haberleri müsteşarıma yıkmaya kalkarsanız, bununla yargılamaya kalkarsanız buna müsaade etmemiz mümkün değil. İyice çizmeyi aşan bir şey oldu. Başbakan olarak direkt bana bağlı olan müsteşarıma sahip çıkmazsam… Alacaksanız o zaman beni alın, onu değil. Çünkü talimatı veren benim. Yargı bize bu konuda yardımcı olması gerekirken elimiz, ayağımız gibi olan bu kadar önemli kurumları endişeye sevk ederse bu insanlar bir daha nasıl çalışacak? İster istemez bizi ‘Demek ki bu madde haddinden fazla yetki alanı doğuruyor, devlet içinde devletiz havasına sokuyor’ düşüncesine itti. Savcı, ‘Ben cumhurbaşkanına varıncaya kadar istediğim anda buraya çağırırım’ diyebilir.”

                  Tutuksuz yargılama,devlet içinde devlet…?

                  • Olasılıksız Says:

                    Demek ki, bir süredir dile getirilen kaygılar ve Saman basının sürekli ses kayıtları vs. ile 250. maddeyi pompalaması boşuna değilmiş. 🙂

                    • demokrat Says:

                      Çatışma son sürat devam ediyor,bakalım ortaya ne çıkacak merakla bekliyoruz…

                  • canislupus Says:

                    Ergenekon cemaati yenecek mi acaba? Ben de merak ediyorum…

                  • canislupus Says:

                    Sayın Başbakana şunu sormak lazımdı, gelsin beni alsın diyor ya, şimdi birine diyelim ki bir suç işleme talimatı verdiniz, o kişi de suçu işledi. O zaman sadece suç işleme talimatını vereni mi yargılamak gerekir yoksa suçu işleyeni de mi yargılamak gerekir?
                    O zaman her ”ben aldığım emri uyguladım” diyeni serbest bırakmak gerekir…

  5. Olasılıksız Says:

    Sayın Pınar Doğan,

    Az önce Tarafsız Bölge programını izledim. Taraf gazetesi yazarlarının konuyu saptırma ve yanıltma taktiklerine alışkınız ama Özel Görevlendirilmiş hizmet hukukçusunun akıl almaz laf kalabalığı ve gerçekleri saptırma çabasını da dehşetle izledim.

    Ne yazık ki yanıt verme üslubunuzun bu tür kişiler için fazlasıyla yumuşak olduğu kanısındayım. Kendisi Balyoz davasını sadece gazetelerden okuduğu köşe yazılarına bakarak 1 yıl boyunca uzman hukukçu edasıyla TV’lerde can siperhane savundu. Bu tür kişileri ikna etmek mümkün olmadığı için izlenebilecek tek yol ne kadar bilgi yoksunu olduklarını doğrudan yüzlerine vurmaktır. Çünkü bu kişiler sizin ne söylediğinizle değil, sadece kendilerinin söylemek istediğiyle ilgilenirler.

    Diğerlerinin yaptığı gibi siz de zaman zaman demagojik yaklaşımları kullansanız fena olmayacak. En azından silahlar eşitlenmiş olur. 🙂

    • Mehmet Kurnaz Says:

      Pınar Hanım;

      Maalesef haklı olduğunuz bir konuda haksız duruma düştünüz. Öncelikle sizin o programa canlı olarak katılmanız gerekirdi, hiç bir mazaret bence yeterli değil. Bu dava sadece sizin babanızı ilgilendiren bir dava değil, Türk Milletini ilgilendiren bir dava.
      Düzenbazların yalanlarına daha fazla dayanamadığım için erkenden kapamak zorunda kaldım ama en son sahtekarlıkları saptırma oyununa aldandığınızı görmüştüm.
      Mücadelenizin takdir ve umutla takip edildiğini ve yanınızda Türk Milletinin olduğunu lütfen aklınızdan çıkarmayınız.
      Saygılarımla
      Mehmet Kurnaz

  6. Solmaz Türk Says:

    Pınar hanım;
    Bu davayı çökertecek en önemli delil Süha Tanyeri’nin not defterindeki harflerin taşınarak imal edilmiş olan sahte CD dir.Başka hiç bir delile gerek yoktur.O harflerin nasıl taşınmış olduğu zaten sunumlarla ispat edilmiş durumda.Hukukun egemen olduğu ülkelerde böyle bir sahtecilik ispat edildiği anda dava çoktan düşerdi,ama bu davanın amacı zaten gerçeği aramak değil ,TSK yı kendi amaçları doğrultusunda dizayn etmek.Televizyonda karşınıza çıkan insanlara dikkat edin,onlar karşılarındaki insanları konuşturmamak üzerine eğitim almışlar sanki.Bazen düşünmeden edemiyorum bir yerlerde bu kişilere özel bir seminer mi veriyorlar diye?

    • Kemal Says:

      Sevgili Solmaz Türk,

      Katılıyorum. “Or.K.” bence de önemli bir delil.Üstelik sadece davayı çökertecek değil, gerçek çete davasının açılmasını sağlayacak bir delil. Bir diğer delil ise sanıkların lehine olan bilgi ve belgelerin adli emanette saklanması.

      Bu arada Mehmet Bey’in yorumuna katılmıyorum. Faruk Mercan programı kadar başarılı değildi belki Pınar Hanım ama ne süresi müsaitti ne de karşısında onun konuşmasına izin verme nezaketi gösteren bir Faruk Mercan oturuyordu.

      Diğer başlık altında program sonrası twitter mesajlarını yapıştırdım. %90’ın üzerinde bir oran Balyoz davasının çötüğüne inanıyor. Pınar Hanım bence kısıtlı zamanı içerisinde iyi bir iş çıkardı.

      Sevgiler.

      Not: Twitter mesajlarını buraya da alıyorum bütünlük açısından.

      * Balyoz davasi tartisiliyor ben oturmus medeni1 kasiyorum. 😦 neyse sinavlar bitsin silivriden cikmayacagim.

      * ERGENEKON ..EŞİTTİR BALYOZ ODA EŞİTTİR FENERBAHÇE DAVASI DEMEDİĞİMİZ SÜRECE ÇÖZÜM OLMAZ ÖNCE BUNU GÖRMELİYİZ

      * Balyoz,Odatv,Kafes bu davalarda sahtecilikler bilimsel raporlarla tespit edildi.Bunlar duruşma salonları içinde defalarca söylendi.

      * Balyoz davasının teknik detayları dışında sorulacak soru şu: Bir seminerde “oyun” gereği TC’deki hedefler tek tek belirlenebilir mi? Hayır.

      * Balyoz CD’leri acilinca font guncelleniyor diyen Melih Altinok, adli incelemelerin bu CD’ler acilarak mi yapildigini saniyor gercekten?

      * balyoz = şike davası 3 Temmuz’dan beri hepimiz FENERBAHÇELİYİZ diye aylardır bas bas bağırıyorum ben

      * Pınar Doğan’a karşı Balyoz davasının haklılığını savunmaya çalışmak da az bulunur bir mazoşizm örneği.

      * Bırak tvleri, gazetelerde bile Balyoz davasında savunmanın feryatlarına yer ayırmayan medyanın birdenbire onlara konuşma fırsatı sağlaması?!

      * Balyoz ve Ergenekon’u ne güzel meşrulaştırdılar. Fenerbahçe’yi aklarım korkusuyla insanlar diğer davalara gık diyemiyorlar.

      * 2003 yılında hazırlanmış balyoz delillerinden bazılarında office 2007 için tasarlanmış yazı stilleri kullanılmış. Yani o tarihte o cdler+

      * Balyoz sanıklarının yakınlarını da çağırıp program yapın

      * Daha az konukla balyoz ve Ergenekon davalarindaki yargılama konuşulmali

      * balyoz davalarının tertip olduğu bir çok delille ispatlanmıştır.en büyük ispatı dava yeni başlamışken başbakanın savcısıyım demesi.

      *Turgut Kazan; balyoz davası için “mutala çok önceden yazılmıştı” dedi.. Tanıdık mı?

      * Al Ergenekon’u, vur Balyoz’a ordan sekeni de al bizim Şike’ye..Adamların konuşmaları bile kopi peyst. Allah belanızı versin pislik herifler.

      *@ahmethc maskesi düştü. Bknz. tarafsız bölge balyoz darbe plancılarını konuşturur itirazı olanları hemen susturur.işte sahte democrat

      * balyoz veya ergenekondaki saniklarin ortak ozelligi AKP karsiti olmalarimi? evet.bu adamlarin cezaevinde olmasi kimin isine yarar AKP.eeeee

      * Ergenekon,Balyoz iddianamelerinde bilgisayar Virüsleri ile masum insanlara tecrit uygulandığı ispatlandı..ama tecrit devam etmekte..

      * Tuggeneral (Yörükali pasa )Ali Aydin Balyoz davasindan artik serbest kalsin.Bu zulumdur.

      * Balyoz,ergenekon vs. davaları başladığında bülbül gibi şakıyanların haline acıyoum artık. ZAVALLILAR…

      * Şu an Tarafsız Bölge programında şu gayet açık:Balyoz Davası’nı sahiplenen kesim,kesinlikle taktik bulandırma,anarşi,provakosyon uyguluyor.

      * Balyoz Davası ve bir başka iddianame saçmalığı ve laf dinlemeden konuşan gazeteciler.

      * T.Bolge’de Balyoz tartismasi word’de 2003’te yazilan yazi 2007’de acildiginda hangi fontta acilir da tikandi :)) microsoft arabulucu olsun

      * Reşat ve Melih Beyler teyp kayıtlarının olduğu plan semineri aklandı Bunların içinde Balyoz kelimesi geçmıyor

      * Balyoz davası gerçekten utanç verici bir dava.

      * Balyoz Davasını anlamıyorsunuz diyerek alaylı gülen Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan’mış.Hala halka tepeden bakıyorlar bunlar yaff

      * cnn türkdeki reşat tam bir karmaşa içinde..anlamak istemiyor.aslında öyle bir biliyorki balyoz cd kerinin çakma olduğunuz.

      * Pinar Dogan tek basina Balyoz davasini curutuyor. Anlamak istemeyen zihniyet ustelik bilgiden yoksun birilerinin borazanligini yapiyor +

      * davasına bir de buradan bu gözle bakınız….

      * Balyoz davasını savunan kadın ”Anlamakta güçlük çekiyorsunuz diyor alaylı gülüyor” Bende sana gülüyorum bacım :))

      * Balyoz ve türü ile ilgili tutuklanan generallerin yada subayların aklanmak amacıyla içerde tutulduklarını düşünüyorum.

      *@ahmethc YOKSA BALYOZ SAHTEMİ?demek aklınıza gelmiyormu?

      * Meclis darbe inceleme komisyonu İNCELEMEYİ,balyoz mahkemesi BİLİRKİŞİ yi siddetle reddediyor

      * balyoz planlari, ergenekon yalanlari derken bi an “the biggest loser” adli zayiflama program yaptigindan suphelendim.

      *Balyoz CD’lerinin sahte olduğu ispatlı raoprlu anlatılıyor, Taraf yazarı hala içeriğini tartışıyor. Bu kadar ahmak nasıl yazar oluyor!..

      * Tarafsiz bolge de cnnturk de balyoz davasindaki sahte cdlerden bahsediliyor… Gercekse haince bir basyapit..

      * balyoz semineri tamamıyla hukuki

      * Balyoz müdafileri Çok Demokrat Paşalarımız H.ÖZKÖK ve YALMAN’ın tanık olarak dinlenmesini istedi ancak çağrılmadı

      *Pinar dogan: #SahteCdleriKimUretiyor “balyoz planı” olduğu idda edilen word dosyasında 2007 callibri fontuna referans var

      * Sayın Hakan , Balyoz davası heyeti tarafsız hakim niteliğinden tamamen uzaklaşmıştır.Bu , açık ve net bir gerçektir.

      * Balyoz, Oda Tv davalarında insanlar ‘sehven’ delillerle zindanlarda çürüyor Deniz Feneri soyguncusu Zahid Akman Kanal 7 nin G.Y.Y oluyor !!!

      * sayın Ahmet Hakan bey balyoz davasında . 2003 yılı balyoz cd si nde garamond yazı karakteri nasil kullanılır?

      * işte balyoz davasının en önemli sorunu bu delilleri tartışmıyor, bilirkişi rp kabul etmiyor tanık dinlemiyor

      * balyoz darbe planı ve balyoz yok

      * Yüzünden öfke saçılan Namık Çınar bile bu iş yaş diyorsa, Balyoz davasının saçmalığını siz düşünün!!

      *balyoz darbe planı diye bir plan olmadı 365 kisi biz emir almadık vermedik dedi.Bu davada1kisi bulamazsınız balyoz var diyen

      * darbeleri balyoz sanıkları mı yaptı Namık beye sorar mısınız @ahmethc ,28 Şubat’ın 12 Eylül’ün cezasını neden balyoz sanıkları çekiyor ?

      * Balyoz delilleri çöktükçe sahte kayıtlar servis ediliyor « | Ulusal Bakış http://fb.me/25vADaAts

      * söyleyecekleri balyoz planı kurmaylık ikinci harp okulu, marksism ve liberalizmin sentezi, darbelerle hesaplaşma

      * Balyoz’la ilgili o kadarçok dezenformasyn yapıldı ki bir yalan haber çıkıyor tekzip yapılsa da kimsenin haberi olmyr @ahmethc @tarafsızbolge

      * ergenekon ve balyoz tutuklularinin kararini da tahkim kurulu versin.

      * balyoz davasi da boyle servis edilmedi mı

      *Balyoz çöktü ne yapacaklarını şaşırdılar bu nasıl bir hainliktir

      *Nereden bileceğiz bu kayıtların #sahtecdler e ek olarak #balyoz daki gibi üretilmediğini? İspatlanabilir mi? Hayır. @ahmethc

      *Ne zaman Balyoz davası duruşmasına az bir süre kalsa tutukluların aleyhine yayınlar, programlar artıyor @vardiyabizde

      *Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasıyla; balyoz,ergenekon,kck,darbecilerin davası bir sonuca bağlanmdan bitecek hepsi serbest kalacak+++

      * ÖTE YANDAN BU OLAY TAM OLARAK AZİZ YILDIRIM VEYA FB OLAYI DEĞİLDİR ..ERGENEKON VE BALYOZ NEYSE BU DA ODUR ?HİÇ FARKI YOKTUR !

      * ota boka hatta kürtaja bile el atan başbakan, balyoz-ergenekon-şike davalarına karışmam diyor

      * cmk250’yi konuşmak için balyoz sanığı çetin doğan’ın kızı pınar doğan’ı yayına çıkaran ahmet hakan’ı tebrik edelim,herkes hukuk uzmanı artık

      * konuklarınızın balyoz saniklari hakkinda darbeci,örgüt üyesi diye hitap etmelerini engellemelisiniz,henüz dava sonuçlanmadı!

      * konuklarınızın balyoz saniklari hakkinda darbeci,çeteci,örgüt üyesi diye hitap etmelerini engellemelisiniz,henüz dava sonuçlanmadı!

      * Duruşmada ” sanık iddianameyi çürütmekle görevlidir ” diye beyanda bulunan savcı balyoz davası savcısıdır.İşte ÖYM gerçeği budur

      * Balyoz davasında suç delili olarak ileri sürülen dijital kayıtların sahte olduğu ispat edildi.Reşat bey hala ne darbe++

      * gözümüz aydın!özel yetkili mahkemeler kaldırılıyormuş.tabi balyoz,ergenekon vs davalar bitince…

      * Balyoz tutuklusu bilgin balanlı internete düşen ses kaydında hükümeti tehdit edip ,kin kusuyor…

      * balyoz sanıklarının arkasında CIA,MOSSAD ve uluslararası sermaye olduğunu savunan bir gazetenin yazarlarını çıkartıyorsunuz oraya !

      * bu olayın akp işi oldugunu ben akp grup toplantısında rte şu sözleri söylemişti Türkiye ergenekon balyoz davalarında oldugu gibi temizlnyr!

      * Cnn’de tutuklamalar,yargi kararlari tartisiliyor.tartisma odagi balyoz tutuklulari.kck tutuklamalari ile ilgili en ufak bir cumle yok!

      * futbol stadları bosuna yapılmadı açık hava hapishaneleri …bakınız kod adi balyoz:)

      * savunmalar bitmeden yazılan mütalaalar var. bakınız #balyoz

      * @ResatPetek efendim, balyoz tutuklusu generallerin “hazırlanan kanunla yakında çıkacağız çoluk çocuk intikam alacağız” sözlerini anımsadım

      * Son yargi paketinden davayi protesto eden balyoz avukatlarina ozel yasa cikacak. Sizsiz de karar veririz denilecek. @ahmethc

      * Youtube’ye girip balyoz hukuk yazınca gerekli onbilgiyi oradaki 10:22lik videodan alacaklardir *

      * Pınar Doğan ve diğer tüm Balyoz sanık yakınlarının televizyonlarımızda daha çok yer bulması şart.

      * Bizim davaya benzerlik gösteren Ergenekon ve Balyoz tamamen inandırıcılığını yitirebilirdi bizim aklanmamız durumunda..

    • canislupus Says:

      Bu tür eğitimleri veren kurumlar da var bu eğitimlerden geçen kişiler de var. Bugün bu tür kişileri Tv’lerde bolca görmekteyiz, her kesimden olanları var.

      Solmaz Hanım TSK’yı kendi amaçları doğrultusunda dizayn etmek diyorsunuz, peki bu amaçlar nedir ve dizayn eden kimdir bunu da söyleyebilir misiniz?

      • Solmaz Türk Says:

        Bilinen şeyleri tekrar edeceğim ama BOP mu Gop mu denen proje kapsamında,Condelizza Rice’ın yirmiiki ülkenin rejimini ve snırlarını değiştireceğiz demeci,Irak’da ABD nin amaçları doğrultusunda meclisten onay çıkmaması ,askerimizin başına çuval geçirilmesi olayı,başkanlık rejimi tartışmaları ,yeni anayasa ..Dizayn etme sadece TSK ile sınırlı değil,çeşitli bahanelerle içeri alınanlara bakarsanız resmi daha açık görebilirsiniz.Buna sayın Baykal’a yapılan operasyon da dahil,hatta Yusuf Halaçoğlu’nun Türk Tarih kurumunun başından alınmasını da ekleyebilirsiniz.Savcıların ısrarla Talat paşa kabinesini sorması soru işareti yaratmıyor mu kimsenin aklında?

        • canislupus Says:

          Evet Amerikan derin devletinin en sağlam üyelerinden Condi Hanım yıllar önce ortadoğudaki ülkelerin sınırlarının değişeceğini söylemişti, bir Road Map’ten bahsetmişti, ancak şu ana kadar sınırı değişmiş olan bir ülke yok, yönetimler değişti, belki de önce böyle başlamışlardır, sonra da sınırları değiştireceklerdir.
          Bu adamlar bunları yapmayı kafaya koymuş, ya bizimlesiniz ya da düşmansınız diye resti de çekmiş, eh bunları yapacak güçleri de var, o zaman Türkiye olarak bunlardan en iyi şekilde faydalanmamız gerekir diyorum tabii ki bunun için liderlerin çok iyi bir strateji ve taktik uygulaması gerekir, çünkü şunu kabul edelim ki Türkiye gerçekten ortadoğudaki en önemli ülke, ortadoguyla ilgili planları olanların mutlaka bizim desteğimizi alması gerekir. Biz olmadan istediklerini tam olarak yapamazlar…

          • Olasılıksız Says:

            Sınır dediğimiz şey kağıt üstüne çizilmiş çizgiden ibarettir. Tunus’dan başlayıp Suriye’ye kadar uzanan, hatta Yemen gibi bazı arap ülkelerini de içine alan operasyon gerçekte bir sınır değişimi değil mi?
            Libya’nın yıllar süren ABD “sınırı” artık mevcut mu?

            Şu anda ABD’nin rahat hareket edemediği tek ülke Suriye… orada da Rusya’nın hakim tavrı olmasa şimdiye kadar Esad’ı devirmiş olacaklardı.

            Tabi biz BOP, MOP derken asıl önemli noktayı kaçırıyoruz gibi geliyor bana. ABD’nin bir devlet olarak hakimiyet kurması kimlere yarar? Kendi sınırlarına katacak hali yok. O zaman bu büyük operasyonların ardındaki esas güç para odaklarıdır. Yani çok uluslu enerji, finans vs. kuruluşları. Nitekim bunu Irak savaşı sonrasında cesede üşüşen akbabalar gibi yüzlerce firmanın bir araya gelip yaptıkları paylaşımlarda açıkca gördük.

            Sonuç olarak bizim BOP’nin merkezi olmamız, küçük Amerika olmamız falan boş avuntudan başka bir şey olmaz. Kendi kaynaklarımızı dahi kontrol edemezken çevremizdeki önemli enerji kaynaklarını kontrol altında tutabileceğimizi düşünebilir misiniz?

            Bir bakalım: Petrol yasamızı bile yabancı petrol firmaları hazırlayıp getirmiş. 🙂 Gerçi doğru dürüst üretim yok ama hadi şimdi sıkıysa çıkıp “Türkiye’nin petrolü Türklerindir” diyelim. 🙂 Bakalım ne oluyor. 🙂

            • canislupus Says:

              Condi’nin bahsettiği sınırların fiziksel olarak değişimi. Yani yıllar önce İngilizlerin cetvelle çizer gibi çizdiği Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin sınırlarının değişmesi…

              • Olasılıksız Says:

                Bayan Clinton’ın da “artık bu liderlerle yürümüyor” lafı vardı.. 🙂 Nitekim o liderler son durağa yürüdüler. Sınırı koruyamıyorsanız cetvelle sınır çizmenin ne önemi olabilir ki?

                • canislupus Says:

                  Bayan Clinton’a Amerika’da the ”Most Hawkish Democrat” diyorlar, doğru demişler;)

                  • Olasılıksız Says:

                    Bayan Clinton bugün de “artık Esad gitmeli” demiş. 🙂

                    Demek ki tünelin ucu görünmeye başladı.

          • trekking Says:

            Tecavüz kaçınılmaz zevk alalım bari diyorsunuz yani!

            İlginç.

            Oysa bizim Emperyalizme karşı savaşta Dünya ya örnek olmuş bir liderimiz ve örneğimiz var önümüzde. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

            Onlar istedikleri kadar sınır çizsinler.Sonuçta bu bölgeye binlerce kilometre uzaktalar.Komşu olmaya çalışıyorlar. Ancak Her türlü bedeli ödeme kararlılığı olan Uluslar bu yabancı bünyeyi ve yalancı komşuluğu bertaraf edebilir.

            Şehir devletleri projesi, bütün dünya emekçilerinin çalışanlarının, halklarının karşı çıkması gereken bir projedir. Kaynakların kullanım hakkı ve paylaşım kavgası bir avuç tröste ve şirkete bırakılamaz. Burada dünyanın menfaati yok. Türkiye’nin menfaati yok.

            Ama İktidara gelirken sizi taşıyanlar, elinizden tutanlara karşı veremezsiniz bu savaşı. İşte diğer eşbaşkanların hali.

            Sevgili Olasılıksız’ın dediği gibi “Nitekim o liderler son durağa yürüdüler.”

            • canislupus Says:

              Evet var, Başkomutanımız var. Ancak şu anda öyle biri olmadığına göre ve en azından bu aralar onun gibi biri gelmeyeceğine göre, demek ki günümüz gerçekleriyle hareket etmek durumundayız.

        • BM Says:

          Condoleezza Rice’in Türkiye’nin rejimini ve sinirlarini degistirecegiz demeci yok bildigim kadariyla, o derece ahmak oldugunu da sanmiyorum.

  7. Kemal Says:

    Bünyamin Sürmeli’ye göre Ağustos sıcakları geliyormuş. Pazartesiden sonra daha da etkili olacakmış.

    🙂

    Şaka bir yana benim gördüğüm kadarıyla bu hafta sahaya çıkılıyor. Sonra söyleyeceğimi baştan söyleyim. Maçın sonucunda bence Cemaat boyunun ölçüsünü tekrar alacaktır.

    Bizim devletimizde benim gördüğüm kadarıyla güç sahibi iki taraf var. Bir taraf dini grup ve cemaatlerin varlığının rejim için tehlikeli olduğunu düşünüyor, diğer taraf ise tehlikeli olmak bir yana tam tersine onların toplumda radikalleşme tehlikesine karşı bir aşı olduğunu düşünüyor. Elbette kimi zamanlar kısa dönemli olarak birinci taraf iktidar olsa da, benim gördüğüm kadarıyla 70 yıldır ikinci taraf egemen bir şekilde iktidarda. Öte yandan iktidarın mutlak olmadığını, eş zamanlı olarak bazı kurumlarda birinin, başka bazı kurumlarda da diğerinin borusunun öttüğünü de dile getirmek gerekli.

    Her iki tarafın ortak noktası Türkleşmek , Müslümanlaşmak ve Çağdaşlaşmak ülküsüne bağlılıkları. Temel anlaşmazlık iktidarın parçası haline hiç bir şartta getirmedikleri dini gruplara tahammül çıtaları. Yani daha önce de dediğim gibi özünde kardeşler. Özetleyecek olursak emperyal güdüleri var, bu yüzden de ittihatçı (ve Abdülhamidçi), yani panturancı ve panislamcılar. 80’lerde Türk-İslam ülküsü denen, yakın zamanda da Yeni Osmanlı ya da Yeni Türkiye olarak pazarlanan ideolojinin sahipleri her iki taraf da. Atatürkçü denilecek kişiler ise daha küçük gruplar ve genel de birinci tarafın yanında yer alıyorlar. Liberaller ve demokratlar da gene küçük gruplar ve çoğunlukla ikinci tarafa yakın pozisyon alıyorlar. Ama net bir taraf olma söz konusu değil bu küçük gruplar açısından.

    Bu arada hem panislamcı olup hem de dini gruplara tahammül nasıl edilmez (birinci taraf dediğim tarafın öyle bir pozisyonu var) diyorsanız sizlere vahabilik, selefilik v.s. gibi akımları okumanızı öneririm. Şöyle özetleyeyim İslam coğrafyasında kararlar akıl, nakil ve gelenek üç ayağı üzerinden alınır. Tarikatlar ve cemaatler “gelenek” ayağının önemli parçasıdır. Tabii farklı coğrafyalarda farklı kültürlerin İslamla tanışmalarının aracı olduklarından oldukça renkli, zengin ve değişik (hatta kimilerine göre bozulmuş) tarikatlar bulunmakta. Bektaşilikten Mevleviliğe, Nakşilikten, Halvetiliğe çok farklı anlayı söz konusu. Bozulmuşluk iddiası yeni katılımları kolaylaştırması amacıyla yerli gelenek ve göreneklerle, kültürel ögelerle beslenmelerinden kaynaklanıyor.

    18.yy’dan itibaren Batı egemen olunca dünyaya İslam coğrafyasında bu üç ayağı sorgulama dönemi başladı. Nerede hata yapılıyor, ne yanlış? Batı akılla karşımıza çıktığına göre o yanlış değil. Nakil de yanlış olmayacağına göre denilip, en kolay dışlanan gelenek oldu. Bizim devrimimiz (cumhuriyet devrimi) bu bağlamda akılı merkeze aldı ve nakili onun ölçüsünden geçirdi ve geleneği dışladı (tekke ve zaviyelerin kapanması vs.). Öte yandan Suud’lar daha doğrusu vehabiler nakili merkeze aldılar, geleneği çöp sepetine attılar (hatta düşman yaptılar), akılı ise nakil süzgeçinden geçirmek kaydıyla kullanımda tuttular. Özetle her iki yanıt da geleneğin dışlanması bağlamında ortaklaştı…

    11 Eylül sonrasında Batı, radikalleşen İslam akımlarına karşı geleneğin yanında olunmasının çözüm olarak önerilen akılları dikkate almaya başladı. Zaten cemaat’in daha da bir The Cemaat olma süreci hacının hacıyı mekkede bulması gibi, ben ararım bir göz vermiş Allah iki göz gibi bir sürecin sonucunda Batı için (kendi sorunları bağlamında) “çözüm” olarak görülen bir kategoride bulunmasının sonucu. Demem o ki, geleneği yani tarikatları, sufiliği v.s. dışlamasına rağmen gayet dinin toplumsal hayat içerisinde rolünün büyük olması gerektiğini savunmak mümkün (bkz. vehabiler). Nitekim bizim birinci akım da vehabilerle 180 dereece zıt düşüp aynı sonuca varıyor. Elbette daha önce de bahsetmiş olduğum Batılılaşma süreci ve anti Rus, esir müslüman Türkler vs. gibi nedenlerle tüm dünyada manevi duyguların “komunizmle mücadele aracı olarak kullanılması” sonucunda bu birinci taraf da dini duyarlılıkların arttırılmasını savunuyor ama devletin güdümündeki dindarlaşmayı savunurken, toplumda denetim dışı dindarlaşmayı tehdit olarak görüyor. İkinci taraf ise söz konusu cemaatlerin liderleri üzerinden toplumda erişemedikleri kişilerin yönetilmesinin mümkün olduğunu gördüklerinden olsa gerek onlar birinci tarafla bu bağlamda ayrışıyor.

    Neyse, takdir edersiniz ki son 10 yıldır ikinci taraf iktidarda. Bu 10 yılın ilk 4-5 yılı (ki pek çok kişi için başarılı yıllar denilen dönem) aslında Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığında geçen yıllardı. Son 4-5 yıl ise malumunuz. Demem o ki, aslında birinci tarafın vesayeti söz konusuydu ilk önceleri. Sadece son 4-5 yıl ikinci tarafın bütün kurum ve kuruluşlar bağlamında mutlak iktidarın sahibi gibi göründüğü bir dönem. Temel tezleri aslında ilk defa tam manasıyla deneniyor. Yani iktidarı hiç bir zaman paylaşmadıkları dini grupların rejim için savuşturulamayacak bir tehdit olup olmadığı deneniyor. Öte yandan vesayetin olmadığı dönem içerisinde birinci tarafın iktidardan tamamen el çektirilmelerinin sağlanması aşamasında hukuk çizgisinde kalmadıklarını, bu bağlamda sınıfta çaktıklarını hep birlikte izledik. Şimdi sorun “devlet içerisinde bir devlet” olması söz konusu olan bir cemaatin tasfiyesini hukuk içerisinde yapıp yapamayacakları…

    Tayyip Erdoğan’ın Ocak ayının ilk grup toplantısında Baransu’ya hitaben yaptığı “Sizin kimin taşeronu olduğunuzu biliyoruz. Biz devlet millet bütünlüü için çalışıyoruz. Siz adil olmadınız” konuşmasından en son gazetecilere yönelik yaptığı “Gelin beni alın” konuşmasına kadar geçen sürenin de gösterdiğinden anlıyoruz ki, Erdoğan söz konusu grubun rejim için tehlike olduğuna inanmaya başladı ve devletin gücünü de kullanarak gereğini yapmaya karar verdi. İkinci tarafın ortak başbakanı olan Erdoğan, “denetim dışına çıktınız, rejim tehlikesi var, çizgiyi aşıyorsunuz, hadiyin tekrar geçin hizaya” diyor.

    Bu söylemi, ikinci tarafın birinci tarafın haklı olduğuna ikna olması olarak görmek doğru olmayacaktır. İkinci taraf henüz tezini ispatlamaya çalışıyor. Kontrol dışına çıkarlarsa ben onları tekrar kontrol altına alırım diyor. Bana soracak olursanız bence de kontrol altına alınacaklar. Yani ikinci tarafın tezi daha geçerli görünüyor ve bu kadar büyümesine ve kontrolsüz kalmasına rağmen (üstelik dış dünyayla açık kanalları ve çıkar ortaklıkları olmasına rağmen) hizaya gireceklerini düşünüyorum. Kontrol altına alma aşamasında ne kadar hukuk içerisinde kalacakları ise tartışmalı. Öncelikle meclis çoğunluğu sayesinde hukuku istedikleri gibi değiştirdiklerini hatırlatıp “kağıt üzerinde” hukuk içerisinde kalacaklarını dile getirebiliriz. Devletimizin ve vatandaşlarımızın demokratlık seviyesi bağlamında çok da abartılacak bir konumda olmadığımızı da düşünürsek sürecin gerçek anlamda hukuk içerisinde yönetilmesi elbette söz konusu olmayacaktır.

    Bu arada kısmi olarak ÖYM ve Emniyet’in bazı birimlerinde iktidarı paylaştıkları arkadaşlar pek boş durmamışlar gibi görünüyor. 2007 yılından bu yana aslında söz konusu çevrenin içerisinden haber yapan yazarların yazdıklarından anlıyoruz ki pek çok bakanın akçeli işleri ve hatta anlaşılan gönül işleri kayıt altında.

    Nereye varacağım…

    Pazartesiden itibaren ağustos sıcaklarını ben de hissetmeye başlıyorum. Takip ettiğim kadarıyla süreci ve tarihi doğru tahlil edememiş olan cemaat çevresinden bu arkadaşlar baltalarını çıkarıp Ak Parti’ye daha doğrusu devlet’e doğru hamle yapacaklar gibi görünüyorlar. Cemaatin bu süreçte eli armut toplamayacak gibi görünüyor ama beyhude.

    Bu olayın iç dinamilkleri.

    Suriye’de durum kızışıyor. Akdenizde Rusya’nın tek limanı olan Suriye’nin koparılması böbrek almak falan gibi bir operasyon olacaktır. Yani kolay olmayacaktır. Türkiye’den Kıbrıs’ın alınmasını düşünün. Üstelik bir de Türkiye’de kıtalar arası nükleer füzeler ve uçak gemileri olsaydı ne olur du?

    Geçen hafta Ruslar Norveç’ten-İsrail’e kadar (bkz. Youtube’da farklı ülkelerden eklenen videolar) izlenen bir füze denemesi yaptılar. Bu nasıl bir şeydir ben anlayamadım. Niye ve nasıl heryerden göründü? Amerikalılar da gene geçen hafta antibalistik füze denemesini başarıyla pasifikte yapmışlar. Peşrev çekiliyor yani..

    Eğer Batı çok bastırırsa (bastırması için ne sebep var ben bilemiyorum? İran’ı düşürmek, Çin’in enerji kaynaklarıyla bağlantısını kesmek, Rusya’nın Ortadoğudan elini kolunu kesmek vs. hepsi amenna ama bunu yapamayacaklarsa Suriye’de gürültü koparmanın ne alemi var?), Irak üç parçaya mı bölünecek falan derken Suriye cırt diye ikiye bölünebilir. Aleviler zaten Akdeniz tarafında çoğunlukta olunca Esad’a ve tabii Ruslara orası (ve limanlar) bırakılır kalan kısım da artık Sunni Irak’la mı birleştirilir, Ürdün ve Filistinle mi bölüşülür artık hayal gücünüz nereye kadarsa bir çözüm söz konusu olabilir. Sanırım böyle bir bölünme ne Batı için ne de Rusya ve İran için bir çözüm olamayacağı için olsa gerek pek tartışılmıyor. En azından basın önünde. Neyse, kimsenin gözü neşter atmayı yemiyor, bağrışıp duruluyor benim gördüğüm kadarıyla.

    Bu da tabii dış dinamik meselesi. Elbette bir gün bir müdahale söz konusu olduğunda masanın kendi leyhine kurulmuş olmasını sağlamaya çalışıyorlar. İlginç olanı o gün geldiğnde (eğer gelirse) Türkiye’nin içerisinin karışık olması herkesin işine geliyor! Rusya’nın işine geliyor çünkü Türkiye kılını kıpırdatmazsa Esad’ın oğlu hatta onun oğlunun oğlu falan devam eder bu süreç. İçi karışık bir Türkiye kılını zor kıpırdatır. Dengeli ve soğukkanlı bir Türkiye ona sahada görev vermek isteyen NATO’nun da işine gelmez. Çünkü sahada görev almak Türkiye’nin de işine gelmez! Suriye’de söz sahibi olması A.B.’nin de işine gelmez, İran’ın da işine gelmez, Suudilerin de işine gelmez, İsrail’in de işine gelmez…Yani Türkiye’nin içini karışması an itibariyle herkesin işine geliyor.

    Şimdi iki kere iki dört.

    Geçmiş dönemlere bakıyorum. Tekrarlanan döngüler diyor ki zamanı geldi de geçiyor bile. Sıcak bir yaz bizi bekliyor.

    Niye biz? Niye biz?

    Çünkü daha kendi içindeki sorunlarını çözmekten aciz, tıkanmış sorunlarını çözemeyen bir siyasal kurgu, bir de üstüne emperyal hedefler…

    Ayranı yok içmeye…

    Sevgiler.

%d blogcu bunu beğendi: