Zaman ve Taraf gazeteleri başta olmak üzere, kimi gazetelerde Balyoz ile ilgili yalan ve yanlış haberler yayınlanmaya devam ettiği gibi, kimi köşe yazarları da Balyoz davasındaki gerçekleri çarpıtan, ya da doğrudan yalan içeren yazılar yazıyorlar. Bu tür yazıların her birine yanıt vermemiz mümkün değil, ayrıca bir çoğu için bunu yapmaya değer görmüyoruz.
Ancak bugünkü yazımıza konu edeceğimiz yazar, herhangi bir köşe yazarı değil, kimileri tarafından hala saygın bir entelektüel addedilen Etyen Mahçupyan.
Mahçupyan’ın Balyoz’la ilgili yalan yanlış bilgilere yer vermesine alıştık (bkz. 1, 2 ) ama hala öyle şeyler okuyoruz ki en azından kayda düşmek için yapılan yanlışları belgelemek, doğruları yazmak ihtiyacını hissediyoruz.
Mahçupyan’ın bugünkü yazısından:
“Nitekim Çetin Doğan ilk sorgulamasında, Balyoz davasının konusu olan plan ve senaryoların Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevinin gereği olarak hazırlandığını söylemişti.”
Bu cümleden çıkabilecek tek anlam, Çetin Doğan’ın ilk sorgusunda Balyoz ve yan planlarının gerçek olduğunu kabul ettiği, bu planlara dayanak olarak da ordunun Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevini göstermiş olduğudur. Yani Mahçupyan, Dogan zaten olayı itiraf etmiştir demektedir.
Altını çizelim: Mahçupyan sadece “senaryo” dese belki plan seminerinde kullanılan senaryodan bahsettiğini düşüneceğiz, iddianamede suç atfedilmeyen bu senaryoyla ilgili bir yanlış anlama olduğunu düşünebileceğiz. Ama Mahçupyan “planlar”dan bahsediyor. Bu ancak sahte olduğunu bildiğimiz Balyoz ve yan planlarına (Suga, Oraj. vs.) bir atıf olabilir.
Gerçeklerin bununla yakından uzaktan alakası yok.
Mahçupyan’ın atıf yaptığı ilk sorgunun tutanağına buradan erişebilirsiniz. (Emniyet’te susma hakkını kullandığı için Doğan’ın ilk sorgusu 26 Şubat 2010’da, savcı Bilal Bayraktar tarafından yapıldı) Doğan, sorgusunda ısrarla Balyoz planından haberinin olmadığını, plan seminerinin sözde Balyoz planı ile bir ilişkisinin olmadığını soyluyor. Dahası, ne plan semineri ne de başka bir konuyla ilgili olarak “Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi”nden bahsetmiyor, bu kelimeleri kullanmıyor.
Bize inanmayın, buradan kendiniz okuyun.
Aşağıdaki bolum Çetin Doğan’ın savunmasını özetliyor:
Neresinden bakılırsa bakılsın, Etyen Mahçupyan gerçeklerle bağdaşmayan şeyler yazmıştır.
Kimse askerleri sevmek zorunda değildir. Olgular ne olursa olsun, Çetin Doğan’ın ve arkadaşlarının suçlu olduklarına inanmakta serbestsiniz. Cengiz Çandar’ın yaptığı gibi “kimse beni 1. Ordu seminerinde darbe toplantısı yapılmadığına inandıramaz,” ya da İsmet Berkan gibi “gerçek başka, hakikat başka” cinsinden argümanlar yapmak herkesin hakkıdır.
Ancak bu savları geçerli kılmak için gazete köşenizde olmayan itiraflara, kullanılmamış ifadelere yer verirseniz, birisi çıkar, doğrusunu gösterir ve “yalan soyluyorsunuz” der.
***
Bizim bu dava surecinde ailevi bağlarımız nedeniyle tarafsızlığımızın sorgulanması gayet normaldir ve beklenir. Ama bize dezenformasyon yapıyorsunuz, olguları çarpıtıyorsunuz diyenlerin bunun somut örneklerini göstermesi gerekir. Bu blogun takipçileri bilir, biz tenkit ettiğimiz yazarlardan farklı olarak yazdığımız her şeyi belgeliyoruz.
Bize dezenformasyon suçlamasını yöneltenlere biz sunu diyoruz: yazdıklarımızda gerçek dışı, çarpıtılmış herhangi bir bilgi veya olgu varsa söyleyin, hemen düzeltelim. Şimdiye kadar tek bir örnek gösterilmedi, bu blogda yazdıklarımızın hiçbiri yalanlanmadı.
26 Eylül 2012 17:59
Biraz önce aynı yazıyı okudum,bundan daha vahimini hem ajitasyon katarak Roni’de yapmış.Ancak aynı gazetede akl-ı selim yazılar da var kuşkusuz,bu da örneklerden biri;Hadi Uluengin
BALYOZ kararlarından sonra zil takıp oynayacak hâlim yok!
Tabii ki sevindim. Ama aynı zamanda da o sevincim kursağımda kaldı.
Pek çok vicdanlı insan gibi ben de iki duygu ve iki hassasiyet arasında bocalıyorum.
***
SEVİNDİM, çünkü ülkemiz tarihinde ilk kez militarist ideolojiyle hesaplaşılmış oldu.
Bir tahayyül olarak dahi askerî darbe projeleri cezai suç kapsamına girdi.
Az buz şey değil, Balyoz davasıyla bir zihniyet devrimi gerçekleşti. Ancaak..!
***
ANCAĞI şu ki, eğer pozitif hukuk anlayışını benimsiyorsak hiçbir yargılamanın “sembol” yahut“ibret” gibi unsurlar içeremeyeceğini de baştan kabullenmemiz gerekiyor.
Suç daima bireyseldir. Ceza ise “ihtar” veya “tedbir” eksenli olamaz.
Başka bir deyişle, “kulağa küpe olsun” cinsinden hükümler verilemez.
Artı, aynı pozitif hukuk kavramı o hukukun “usul”den bağımsız olamayacağı ilkesini de ihtiva eder.“Öz” doğrudur diye “biçim”i es geçen bir “adalet” adalet değildir!
Oysa heyhat, Silivri kararları her iki ilkeye de fazlasıyla gölge düşürdü.
Zaten bunun içindir ki karara mesafeli durmak ahlaki bir yükümlülük oluşturuyor.
***
ZİRA en önce, Balyoz askerî tatbikatı sırasında “fiili teşebbüs” değil ancak “teşebbüs tasavvuru”gerçekleştirmiş olan sanıklara verilen cezalar suça kıyasla ağır ve orantısızdır.
Nüans gibi gözükse dahi ikisi arasındaki fark cezai açıdan hayatidir!
Üstelik bu orantısızlık davanın “siyasi” olduğu iddialarını daha çok güçlendirdi.
Oysa adli yargılamalar “siyasi” boyut da içeremez! İçerirse “adil” olamaz.
Hele hele, son tahlilde “emir kulu” (!) statüsünü taşıyan ve gerek o statüleri, gerekse “halet-i ruhiye”leri itibariyle “hayır” diyemeyecek konumda olan unsurların “hafifletici sebepler”gözetilmeden cezalandırılması ne vicdanen, ne hukuken onaylanabilir.
“Kurunun yanında yaş da yanar” cinsinden bir adalet yoktur ve olamaz!
***
ÖTE yandan, yine baştan beri öne sürülen ve muhtemelen de kısmen veya tamamen doğruluk payı içeren “sahte delil” iddiaları mahkeme tarafından hakkıyla kââle alınmadı.
Bu, çok vahim bir zaaftır. Zaafın da ötesinde, “adalete halel getirmek” durumudur.
Tartışılmayacak ölçüde kanıt sunan ses bantlarının yahut yazılı belgelerin varlığına bakarak “bunlar zaten suçu ispatlamaya yetiyor. Gerisi detaydır” denemez.
Tıpkı şeytan gibi hukuk da ayrıntıda gizlidir. Zaten onu “pozitif” kılan şey de budur.
Üstelik yukarıdaki olgu “neden sahte delile ihtiyaç duyuldu” sorusunu pekiştirerek“Balyozcular”ın masum olduğunu savunan kesimin ekmeğine tam anlamıyla yağ sürüyor.
***
DİĞER taraftan aynı Balyoz kararı sanıkların suçluluğu konusunda tereddüdü olmayan ve davayı baştan beri sahiplenen özgürlükçü demokratları da müşkül durumda bıraktı.
Yukarı tükürdük, darbe tasavvur edenlerin cürmünü bıyığımızla hafifletiyor olacağız.
Aşağı tükürdük, sakalımızla hükümdeki haksızlıkları da onaylıyormuş sayılacağız.
Dolayısıyla, o özgürlükçü demokratlar etik ve vicdani değerlerden taviz vermedikleri ve çifte standart sahibi olmadıkları içindir ki bugün öyle düğün bayram falan yapmıyorlar.
Hasımlarının uğradığı adaletsizliğe karşı çıkmakta da tereddüde düşmüyorlar.
Şu kesin: Mihrak askerî veya sivilmiş; egemen derin yahut sathiymiş; odak iktidarda ya da muhalefetteymiş, hiçbir güçlüye biat etmeyen ama bağımsızlığı da başıboş bir otonomi olarak yorumlamayan bir hukuk ve adalete sistemine muhtacız. Hemen ve derhal muhtacız!
Balyoz kararı bu aciliyeti bir defa daha ve bir balyoz ağırlığıyla ülke gerçeğine indirdi.
26 Eylül 2012 23:56
Uzunca bir süredir gelişmelere ve yapılan yorumlara “ben demiştim zaten” dışında söyleyecek birşey bulamadığım için yazmıyordum.
Yukarıda demokrat’ın altıntıladığı yazıdaki “özgürlükçü demokrat” ifadesi bana fmerakli ve demokrat ikilisini hatırlattı, altını çizmeden geçemedim.
Hadi Uluengin “… Balyozcular”ın masum olduğunu savunan kesimin ekmeğine tam anlamıyla yağ sürüyor.” cümlesiyle asıl rahatsız olduğu konuyu açığa vuruyor.
Balyozcuların masum olduğunu savunan kesim derken kafasında “darbe yapmak için fırsat kollayan askerler” resmi var herhalde, ve hala bu “kötü” askerlerin cezalarını bulmaları için yanıp tutuşuyor anlaşılan. Peki yargılanan askerlerin hangisinin “Balyozcu” olup hangisinin olmadığını nasıl bileceğiz? Buna cevap yok.
Daha önce de yazmıştım. Eğer askerleri darbeden yargılıyorsanız, hele gerçekleşmemiş bir darbe ile yargılıyorsanız, iddianamenizin çok sağlam, delillerinizin kurşun geçirmez olması gerekir. Bunu yapmazsanız yargıladıklarınız darbe planlamış olsalar da “mağdur” ve hatta “kahraman” konumuna gelirler.
Özgürlükçü demokrat arkadaşlar. Bu iddianame hiç sağlam değil. Deliller açıkça sahte. Yine de mahkeme hiçbirşey olmamış gibi yürüdü ve sonuçlandı. Siz hala bu “mahkeme” nin darbecileri yargılamak için kurulduğuna mı inanıyorsunuz?
Bu mahkeme darbeyle ilgisi olsun veya olmasın “seçilmiş” askerleri devre dışı bırakmak için kuruldu.
Bu mahkeme herkese “askerlerin” bile kurulan yeni düzende güçsüz olduğunu ispatlamak için kuruldu.
Bu mahkeme insanlara “masum olsan bile, delillerin sahte olduğunu ispatlasan bile güvende değilsin” mesajını vermek için kuruldu.
Bu mahkeme insanların yüreğine korku salmak için kuruldu.
Bu mahkeme hukuka olan güveni sarsıp, itiraz etmeyen, kaderine razı olan bir toplum inşa etmek için kuruldu.
Bu mahkeme, ve daha önemlisi toplumun, özellikle de kendine “aydın” diyenlerin davranışları demokrasiyi ileriye değil aksine 100 yıl geriye götürdü.
Bunlar daha önce de defalarca söylendi. Söyleyenler darbecilikle, postal yalamakla, paranoyak olmakla suçlandı. Ben de sizleri düşünmeyi bilmemekle suçluyorum. Kin ve nefrete kapılmakla suçluyorum. İnsanlık ve adalet değerleriniz eksik olduğu için ve size doğru yolu gösterebilecek bir vicdanınız olmadığı için de üzülüyorum.
Saygılarımla …
27 Eylül 2012 01:29
Can Acar
Ne tesadüf ben de tam başka bir blogda yurdumun faşistlerini anlatıyordum ,elimde olmadan seni anmışım,Allah Allah,hayırdır.Bütün bir yazıdan anladığı bu mu?Ya daha önce defalarca yazdıklarımdan.Diyorum ki Homer Simpson bile eline su dökemez senin.
27 Eylül 2012 02:22
Postal yalayıcı da demiştin, şimdi de faşist yaptın. Faşist aradığında dönüp aynaya bak olur mu.
Kolay gelsin …
27 Eylül 2012 10:31
Çok ilginç,
Ben son dönemlerde hem sevgili demokratın yazdıklarına katılıyorum genel olarak hem de sevgili Can Acar’ın.
Üstelik okuduğumu da anlayabiliyorum. Ya da öyle sanıyorum.
Bu nasıl oluyor? 🙂
Bence ezberlerinizi bozun.
Ali Bayramoğlu’nun çizgisi bile geldi geldi blog çoğunluğunun dibine…
MIT-Gülen cemaati tartışmalarını takip ettiniz mi? MIT’e yakın gazeteciler o sıralar Cemaat’e yakın gazetecileri bu blogdan daha da fazla eleştiriyorlardı.
Özetle insanlar değişebiliyor. Bazen bardağın dolması zaman alıyor (fmeraklı gibi) ama son damlayla taşıyor ve masanın ıslanmasına katkı yapıyor, kuru kalmasına değil.
Sevgiler.
28 Eylül 2012 00:02
Kemal’ ciğim,
”Galiba kendi alıntıladığın yazıyı da anlamamışsın. Bak sana Hadi Uluengin’in ne anlattığını alıntılar yaparak göstereyim:” diye başlamış arkadaş,ben yorum filan yapmadım ki burada ne anlayıp anlamadığıma karar verecek ,hangi ezberi bozacağız ,olmayan yorumu mu değiştireyim yani 🙂
28 Eylül 2012 15:03
Sevgili Demokrat,
Senin dile getirmiş olduğun Can’ın ezberi, eee bir de laf arasında”faşist” diye bir kelime okudum o da sanki biraz senin ezberin gibi! 🙂
Can’ın yazılarından “faşist” çıkmaz. Haksızlığa karşı mağdur olanın yanan Can’ı çıkar…
Öte yandan sanırım Can’ı kışkırtan senin “aklı selim” nitelemen olmuş.
Bence de Hadi Uluengin görece aklı selim yazmış. Rahatsız durumdan. Ama kendisinin de bir pozisyonu oldu bu süreç içerisinde. Kendi pozisyonunu meşru göstererek rahatsızlıkları da dile getiriyor yazıda. Yani mahçup demokrat pozisyonu…
Tabii kafasının içerisine giremem ama yazıda hukuksuzluğa karşı “…ZİRA en önce, Balyoz askerî tatbikatı sırasında “fiili teşebbüs” değil ancak “teşebbüs tasavvuru”gerçekleştirmiş olan sanıklara verilen cezalar suça kıyasla ağır ve orantısızdır…”
derken benim anladığım kadarıyla kafasından yeni bir TCK yazmış. Aslında bizim evvelki gün yaptığımız tartışmaları yapmış belli ki kafasında. Teşebbüs nedir, eksik teşebbüs nedir, hazırlık aşaması nedir icra nedir v.s. Sonra da kendi tanımlarını yapıp (teşebbüs tasavuru ya da fiili teşebbüs gibi) onlara kendi TCKsından “bu ceza orantısızdır” gibi bir sonuç çıkarmış.
Halbuki biz biliyoruz ki eğer eksik teşebbüsse 15-20 yıl cezaya iniyor müebbet eski TCK’da. Yani Hadi Bey’in ceza kanunu ülkede geçerli değil…
Görülen o ki Hadi Bey’de sorgulamış durumu ve rahatsızlığını bu yazıyla dile getirmiş. Eğer adını tam koyup “İcra’ya geçişin kanıtı CDdeki planlardır yoksa plan semineri değil” dese ve “CDde de delil bütünlüğü kalmamıştır” dese daha net bir şekilde rahatsızlığını dillendirebilirdi. Ama bu pozisyon kendisinin eski pozisyonuna göre bayağı zıt olacaktı. Anlaşılan yavaş yavaş tornistan ediyor. Zamanla belki daha netleşir…
Bu arada yukarıda enim yaptığım “hazırlık aşaması” – “icra” ayrımını anlaşılan yargıtay yapacak. Dün bir hukukçu arkadaş Ankara Barosunun muhalif başkan adayı 147.maddenin tarihteki ilk uygulaması olduğunu ve bütün içtihatların yeni yapılacağını dile getirdi. Yani yargıtay neye karar verirse o olacak. İki askerin konuşmasını icra kabul edebilir, ya da planların hazırlanmış olmasını bile hazırlık olarak değerlendirip Fatih Camii’nin bombalanmasıyla (!!! Aklını seveyim, kim uydurmuş bunu merak ediyorum. Uyduran kişi manşet olacağını biliyor muydu acaba? 🙂 ) icra başlayacaktı da diyebilir. Yargıtay’a kim itiraz edebilir? Kimse. Her ikisi de mantıklı mı? Bana mantıklı geliyor. Yani benim tercihim arada bir yer olurdu ama başkası böyle tercih etti diye neye dayanarak eleştiri yapabileceğimi bilemiyorum. 147 uygulanmamışsa da belki benzeri başka maddeye yapılan yorumlar daha nesnel bir çıkış kaynağı olabilir, o zaman en azından aklın elinde bir ölçüt olur ve mantıklı olan neymiş dile getirebilir. Eğer benzeri bir karar yoksa öyle bir ölçüt yok. Demem o ki yargıtay ne derse o mantıklı olacak!
Özetle blog yorumculuk hayatımın başından bugüne kadar çok şey öğrendim. Hergün de öğrenmeye devam ediyorum. Ben de size bir keresine ezberden karşı çıkmıştım sonra yanıldığımı anlayıp ezber bozmuştum. Dışarıdan bir göz diyor ki hem sevgili Can Acar hem de demokrat aynı şeyleri dile getiriyor:
1- Darbesiz demokrasi özlemi
2- Sivil vesayet ve hegamonya karşıtlığı
3- Farklılıkları zenginlik görüp, fırsat eşitliğinin sağlandığı şeffaf bir toplum modeli.
4- Hukukun üstünlüğü
5- TSK’nın devletin bir parçası olarak ülke yönetiminde etkin rolünün varlığı ve bu etkin rolün azaltılması
6- Plan seminerinin aba altından sopa gösteren bir tavrı olduğu
7- Ç. Doğan’ın icraya yönelik hazırlıklar yaptığına dair var olan dijital delillerin gerçekdışı olduğu.
8- Bu dijital delillerin yapımında içeriden ve dışarıdan müdahalelelerin olduğu.
9- Operasyonun TSK’da bir grubun tasfiyesinin amaçlandığı
10- Bu dijital delilleri yapanların en kısa zamanda hesap vermesinin demokrasinin önünü aacağı
11- Asıl suçluların onların önün açan devlet içerisindeki (geniş anlamıyla yani askeri sivil bürokrasi, yönetici elit, siyasi iktidar) kesiminin de hesap vermesinin gerekliliği.
Madde 7- 11 arası bağlamında benim yazılarınızdan gördüğüm kadarıyla Can Acar bağlamında hiç bir tereddüt yok. Sizin ise belli bir tereddüt olsa da büyük olasılıkla bu maddelerinde doğru olduğunu düşündüğünüzü sanıyorum.
Yanılıyorsam düzeltin.
Peki nerede anlaşamıyorsunuz?
Sanırım sevgili Can birilerinin değişme sürecinin anlık ve keskin olması gerektiğini savlıyor. Halbuki bu sürecin matematiği bile yeni gelen bilgilerin fikir oluşumunda adımsal iyileştirmeler yaptığını gösteriyor. Yani inandığımız bir konunun aksine bir şeyler öğrendikçe adım adım aksi yönde gidiliyor. Ama gidiliyor ve her gelen yeni bilgiyle bir adım daha atılıyor. İlk gelen bilgiyle kimse sırtını dönü aksi yöne doğru zıplama yapmıyor. Gözlemsel çalışmalar da teorik matematiği bu bağlamda destekliyor. Ne yapalım bilgisayar değiliz. Adım adım iyiye ya da doğruya yöneliyoruz. Şeffaflık bu bağlamda çok kritik. Bilgiye ihtiyacımız var. Herkes ne okursa onu dağarcığına ekliyor. Farklı bilgi kaynaklarının yaşaması demokrasinin gereği değil dayanağı. OdaTV’ye asıl bu ülkenin demokratlarının ihtiyacı var. Aktifhaber’ e de diğerlerine de.
Sevgiler.
28 Eylül 2012 16:56
Kemal,
Faşistlerin en önemli ayırdedici özelliği tek yanlı bakış açılarıdır.Asla empati yapmayı bilmezler,olaylara hep tek taraflı ve (kendilerince)alışılagelmiş bakış açısından yaklaşırlar ve şartlı reflekslerinden vazgeçmezler.Memlekette bunlardan her yerde çokca vardır.Maalesef şimdilerde bunların okumuş yazmışları da kendilerince bir entellektüel düzey tutturup o merhalede ilerliyorlar.Ağızları iyi laf yapanlar biraz daha sivrilip cahil kesimi etkileri altına alıyor ve bunu yaparken de hiç utanmadan Atatürk, milliyetçilik,Türklük,ulus-devlet ve sıkça da -duruma uyandıklarından olsa gerek-, ‘aslında bizim dinimiz öyle değil böyle’ jargonuna sarılıyorlar.
Bunun yanında günümüzde ideolojilerin Türk usulü algılanması ve yapılandırılması gibi bir sorunumuz da var ve maalesef bütün ‘izm’ler birbirine karıştı.Bunun en önemli gerekçesi tabii ki bir muhalefet düzleminde buluşmak.Şimdilerde moda oldu gayr-i ihtiyari ‘faşist’ işte noolucak ya da ‘çakma liberal’,’satılmış dönek’,’vatansever’,’pkk’lı’ gibi yaftaları kolayca yapıştırıyoruz.Doğru değil tabii,şık ta değil.
Konumuza dönersek sadece ve sadece ‘akl-ı selim’ kelimesinden çıkan yukardaki saçma yorumlara katıldığını sanmıyorum ve düşünmüyorum .Hal böyleyken yukardaki yazıyı biraz daha fazla Can’a yönelik olarak yazmanı beklerdim.Ben sadece (senin de içten yorumlarında katıldığın üzere) bir yazı paylaştım.Yorum yapmadım,yapacak olsam yapardım zaten.Şimdi soruyorum yorumsuz asılan bir yazının ardından bu tür çıkarımlar yapmak neyin göstergesidir?Ve en önemlisi uzunca bir süre yazmayıp ilk denemenizde böyle hatalı ve pazarlıklı bir yazı yazmanın gerekçesi ne olabilir? ”Bak sana Hadi Uluengin’in ne anlattığını alıntılar yaparak göstereyim:” Ne ki bu şimdi? Ben geri zekalı mıyım yahu okuduğumu anlamak için böyle az akıllıların yol göstermesine ihtiyaç duyayım?İnsan iki kere düşünür yazarken yazdığım nereye gidiyor diye değil mi?
Ben içinde bulunduğumuz durumu kocaman bir ağaca benzetiyorum,yüzlerce dalı,kolu,çiçeği olan bir ağaca.Bir gövde var,bu gövde aslında herkesi besleyen ve ağacı ayakta tutan ana unsur.Yukarılara çıktıkça gerek insanların entellektüel düzeyi,gerek bilgi dağarcıkları gerekse inanmak istedikleri doğrular kertesinde ayrışmalar başlıyor.Yani ağacın dalları gövdeden yukarıya doğru daha küçük düzlemlerde fikirsel ayrılıklarını temsil ediyor.Bunu da doğal karşılıyorum.Hayatın olağan akışına uygun.
Sıraladığın maddeler konusundaki düşüncelerimi daha önce basitçe belirtmiştim.Salt Balyoz konusunu ele aldığımızda bunlara ekleyecek başkaca bir konu göremiyorum.Aslında en efektif yorumları gerekçeli kararı gördüğümüzde yapabileceğiz.Bir de gerekçeli kararın atıf yapacağı delillerin neler olduğu ve ne ölçüde güvenilir olduğu belirleyici olacak.Mahkeme açısından bu konuda hiç iyimser bir beklenti içinde olmadığımı bir önceki kısa yazımda yazmıştım.İşin bir de şu boyutu var,malum Yunanistan’da da benzeri bir darbe yaşanmış ve darbeciler başarmış eğer yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 7-8 sene iktidarda kalmıştı.Sonuçta hepimizin alkışladığı üzre tutuklandılar,yargılandılar ve mahkum edildiler.Peki bu kadar (iktidara) somut delile rağmen kaç kişi mahkum edildi biliyor musunuz,sadece 9 kişi.Emsal diye söylemiyorum ama el insaf bu adamlar fiilen yaptılar darbeyi.Biz işi getirip sekretere kadar indirmişiz.Bu ruh halini çözümleyebilmem çok zor.
28 Eylül 2012 15:22
…bir ufak ek daha yapayım.
Belki de sevgili Can Acar ve siz an itibariyle bu davaya bakışta birbirinize, bana olduğunuzdan daha yakınsınız.
Ben yukarıdaki 11 maddeyi olduğu gibi kabullenirken başka maddeler de ekliyorum. Sizin bu maddeler konusunda benden farklı düşünme olasılığınızı görüyorum.
12- TSKnınbir grubuna yapılan bu operasyonun içteki icrasını TSKnın içerisinde bir başka merkez yönetti.
13- Bu merkez Hanefi Avcı ve Sabri Uzun gibi Emniyet içerisinde cemaatin hamisi konumnda olan kişiler üzerinden devşirdikleri cemaate bağlı emniyetçileri, MİT içerisinde uzun yıllardır birlikte çeşitli operasyonlar yapan ekipleri, ABD’li grupları v.s. bir potada toplayarak operasyonun eşgüdümünü sağladı.
14- Operasyon bitince kullanılan maşaları gürültüsüz bir şekilde atmaya kalktığında bu maşalar isyan etti ve operasyonu yaptıklarından dolayı ceza değil tam tersine terfi etmeleri gerektiğini dillendirdi.
15- Maşalar ellerindeki imkanları kullanarak kendilerini tasfiye etmeye çalışanları cezalandırmaya başladı (İlker Başbuğ, Nevzat Yalçıntaş’ın oğlu, Hanefi Avcı, hatta 28 Şubat soruşturmasına 28 Şubat döneminde tasfiye edilen TSK içerisindeki kimi kişileri 28 Şubatçı olarak içeriye almak, MİT başkanı, yakın gelecekte piyasaya çıkacağından emin olduğum belediyelerdeki yolsuzluklar v.s. ) hep bu can çekişmenin ve mutlak olacağı ileri ötelemenin işaretleri.
12-15 arasındaki maddelerden emin değilim. Aklıma yatıyor sadece.
Ben TSKyı hiç bir dönem homojenbir grup olarak değerlendirmedim. En güçlü grubun ise milliyetçi-muhafazakar sağ iktidarların yanında olduğunu düşünüyorum. Sadece eğitim hayatları boyunca akılcılık bağlamında o kadar derin endoktrine ediliyorlar ki, doğal olarak milliyetçi-muhafazakar söylem çok derinlere penetre edemiyor. Elbette namlunun ucunda yaşadıklarından dolayı hepimizdne daha korumacı oluyorlar. Ehh olası herhangi bir radikalleşmede bizler yaşamaya devam edeceğizdir ama onlar o süreci engellemek için canlarını ortaya koyacaklar. bu da doğal olarak onların bizim kadar relax demokrat ( :)) olmalarını engelliyor. Aslında asker olan sizsiniz. Herhalde daha doğru değerlendireceksinizdir benden.
Sevgiler.
28 Eylül 2012 17:18
Kemal,
TSK konusundaki düşüncelerimi zaman zaman anlatmaya çalıştım,kantarın topuzunu kaçırdığım da oldu ama emin ol fazlası yok eksiği var.Serdari söylemiş zaten;
”Nesini söyleyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim,
Arzuhal eylesem hey dost deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim”
Bunun ilk iki mısrasını genel durum için son iki mısrasını da güncel durum için alabilirsin.
Bu konuda daha fazla yazmak içimden gelmiyor,keşke sizinle ,fmeraklı’yla ,Can’la bir yerde oturup kahve içip konuşabilme şansımız olsaydı,ama zor sanırım.
29 Eylül 2012 16:09
“…keşke sizinle ,fmeraklı’yla ,Can’la bir yerde oturup kahve içip konuşabilme şansımız olsaydı,ama zor sanırım….”
Kimbilir?
Sevgiler.
27 Eylül 2012 02:47
Galiba kendi alıntıladığın yazıyı da anlamamışsın. Bak sana Hadi Uluengin’in ne anlattığını alıntılar yaparak göstereyim:
“DİĞER taraftan aynı Balyoz kararı sanıkların suçluluğu konusunda tereddüdü olmayan ve davayı baştan beri sahiplenen özgürlükçü demokratları da müşkül durumda bıraktı”
Yani: biz “özgürlükçü demokratlar” başından beri bu yargılananların suçlu olduğuna inanıyoruz, inanmaya da devam ediyoruz, davayı da (bütün bu hukuksuzluklara rağmen) sahiplendik.
…
“Dolayısıyla, o özgürlükçü demokratlar etik ve vicdani değerlerden taviz vermedikleri ve çifte standart sahibi olmadıkları içindir ki bugün öyle düğün bayram falan yapmıyorlar.”
Ama ultra süper etik sahibi olduğumuz için bayram da yapmıyoruz. Sadece için için seviniyoruz.
…
“Hasımlarının uğradığı adaletsizliğe karşı çıkmakta da tereddüde düşmüyorlar.”
Vicdanımız o kadar geniş ki, düşmanlarımız adaletsizliğe uğradığında da karşı çıkarız (ama adaletsizlik olduğunu tespit etmemiz biraz zaman alabilir).
…
“Şu kesin: Mihrak askerî veya sivilmiş; egemen derin yahut sathiymiş; odak iktidarda ya da muhalefetteymiş, hiçbir güçlüye biat etmeyen ama bağımsızlığı da başıboş bir otonomi olarak yorumlamayan bir hukuk ve adalete sistemine muhtacız. Hemen ve derhal muhtacız!”
Askerleri yargılasınlar diye yargıda yaptıkları tüm değişiklikleri alkışladık, yetmez ama evet dedik. Askerler içeri atıldığına göre tekrar adalete muhtacız. Yapılan değişikliklerin hemen ve derhal geri alınmasını rica ediyoruz.
—
Akl-ı selim özgürlükçü demokratların çilesi de hiç bitmiyor …
27 Eylül 2012 03:03
Buzdolabı tv filan arıza yapar,uzmanları vardır çağırırsın onarırlar,ama maalesef her arızanın onarımı o kadar kolay olmuyor.
Ne yapalım sonuçta söylenenin de yazılanın da bir önemi yok,çünkü eni konu sonuç okuyanın anladığı kadardır.Kapasite önemli tabii.Katlanacağız.
30 Eylül 2012 20:46
Asker tutuklanınca sevinç çığlıkları atan güruh bugün ABD işbirlikçisi,Pkk hamisi Barzani’yi Türkiye seninle gurur duyuyor diye ayakta alkışlıyordu.Memleketin geldiği nokta budur.Yazıklar olsun !..
01 Ekim 2012 19:05
Gün geçmiyor ki bir siyasetçi Balyoz Davası hakkında yorum yapmasın. Bu dava hukuki bir dava değil siyasi bir dava haline gelmiştir. Siyasi davanın da siyasi sonuçları olur. AKP, mağduru oynamanın çok iyi oy getirdiğini keşfetti bir kere. Şu anda 1-CHP ye vurmak 2- Askere vurmak AKP seçmeninde çok iyi prim yapıyor. Artık bu davaya hükümet ve destekçileri fazlasıyla angaje olmuşlardır.Balyoz özelinde Türkiye, darbeler tarihi ile hesaplaşmaktadır. Bu davadaki komplo açığa çıkarsa bu davayı hararetle savunan pek çok siyasetçi,gazeteci, akademisyen,bu kararı veren hakimler,emniyet, HSYK, TÜBİTAK gibi pek çok kişi ve kurum bunun altında kalır. Bu koşullar altında kimse ne yargıtaydan ne de anayasa mahkemesinden adil bir karar çıkmasını beklemesin. (Çetin Doğan hakkında verdiği karadan sonra ben AİHM den bile umutlu değilim.) Ne zaman ki Türkiye’deki siyaset ortamı değişir, o zaman bu dava tekrar sorgulanır. Tabii o zamana kadar herhalde iş işten geçmiş olur. Belki tüm bu davalar (Balyoz ,Ergenekon,KCK,28 Şubat vs.) sona erip tümünden mahkumiyetler çıktıktan bir süre sonra bir genel af ile içeridekiler salıverilir. Tabii yine bu da yine AKP ye prim getirir.
02 Ekim 2012 11:08
Sayın Solmaz Hanım, aynı konuyu bir kaç yazarımız da işlemiş. Ancak dün bir haber kanalında iş’in renginin biraz farklı olduğunu söylüyorlardı. O alkışların ve sloganın Rizeli hemşehrilileri tarafından, üstünü değiştirmeye giden Başbakan tekrar salona döndüğü sırada atıldığını söylüyordu. O an Barzani takdim edilirken, sanki ona slogan atılıyormuş gibi bir durum olmuş. Tabi, canlı seyretmediğim için doğrusunu bilmiyorum. Ama bindirilmiş kıtaların bile Barzani’ye bağıracaklarını sanmam.
İlginç olan Yılmaz Özdil, Bekir Çoşkun, Mustafa Mutlu gibi kalemlerin işin doğrusunu tam araştırmadan bu konuyu yazmaları.
03 Ekim 2012 19:55
İşte bir kez daha görüyoruz, at gözlüğü takmış akepe düşmanları hiçbir araştırma, inceleme yapmadan gördüğü, duyduğu herşeye cumburlop atlıyor…
09 Ekim 2012 04:55
Slogan ve alkisi birakin, esas olan davettir.
TSK hala agir kayiplar verirken, Basbakan Tayyip Erdogan, PKK hamisini partisinin kurultayina neden onur konugu yapiyor?
Erdogan’a yapildigi iddia edilen slogan sonradan geliyor fakat Mehmetcigin kani elinde olan Barzani merdivenleri tirmanirken AK partililerden alkis var.
Zahide Ucar soyle yazmis: “Bu alkış milletimize yapılan alçak ihanetin ne kadar cesaret kazandığını gösteriyor”
09 Ekim 2012 21:18
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi,gaflet,delalet hatta hıyanet içindeler.
11 Ekim 2012 14:01
TSK hala ağır kayıplar verirken derken ne demek istedin?
Mehmetciğin kanı elinde olan Barzani demişin de ona bakarsan Mehmetçiğin kanı çoğu büyük ülkelerin liderlerinin elinde de var…Onlar davet edildiğinde aynı tepkiyi veriyor musun acaba?
11 Ekim 2012 20:16
Kusura Bakmayın, Nihat Genç’in uzun yazısını buraya taşıyorum. Ama sureci anlatan bir yazı olduğu ve Senaryo havasında olduğu için herkesin okuması gerekir diye düşünüyorum. Av.Serdar Öztürk’ün hikayesini ve başına örülen çorapları çok güzel anlatmış.
Hayatımın iki üç yılı Kültür Bakanlığı’nda para desteği yapılacak senaryoları okumakla geçti, amirim de, şaşırmayın, şimdi ODA TV’de birlikte yazdığımız Mümtaz İdil’di.
Senaryo ve senaryo tekniklerini iyi bilirim, üstelik edebiyatçıyım, ancak şimdi bu sütunda daha başka bir şey yazacağım. Senaryo teknik olarak başka bir şeydir sonrasında yönetmenin oluşturduğu çekim senaryosu başka. Aşağıdaki metne senaryo hikayesi diyebiliriz, karakalem çalışması, müsveddesi, uzun özet’i de diyebiliriz. Yani senaryonun bir önceki aşamasıdır.
Sanatçılar tarihin her döneminde en yüksek en ulaşılmaz ‘erdem’in peşinde olmuştur. En olmayacak şeyleri görülmemiş cesaretleriyle dile getirerek büyük sanatçı ünvanı alırlar.
Picasso’nun Gurnica tablosu Nazım’ın zindanda yazdığı özgürlük şiirleri böyle bir şeydir.
Çok büyük sanat eserleri hayret hep faşist rejimlerin baskısı altında ortaya çıkmıştır. Bu sert rejimin işkenceleriyle yüzleşmiş, bir şekilde kaçmış, ya da öldükten sonra araştırmacı çok meraklı gazeteciler tarafından ortaya çıkarılan gizli notlarından hareketle yazılmış, yüzlerce sarsıcı film, tiyatro, roman, belgesellere şahit olmuşuzdur.
İşte aşağıda bu tür bir metin bulacaksınız.
Cesareti ya da parası olan birileri, Türkiye’de ya da başka bir ülkede, olur ya aklı eser, olur ya içinden geçer, olur ya ‘yahu bir zamanlar Türkiye’de neler olmuş’ özetleyecek bir senaryo yazmak ister.
Özetini geçiyorum, telif ücretini bağışlıyorum, içini dışını kendi sanatçı kimliği nasıl istiyorsa o şekilde doya doya döşenir, ben, sadece hikayenin çerçevesini ve akışını veriyorum. Kaynakça mahkeme tutanaklarıdır, fazladan tek kelime ilave edilmemiştir.
Filmin adı: 51 NOLU DVD
Senaryo yazarı: Henüz bilinmiyor
Sanatçılar: Henüz ortalıkta yok.
ÖYKÜ:
Sahne 1
Senarist, kendi genel kültürü çerçevesinde bir askeri okuldan mezun olmuş bir teğmen genç’in fotoğraflarını heyecanını ailesinin sevincini ve birliğine katılmasını genel hatlarıyla verir. Senaristin bu sahnede tek dikkat edeceği, kahramanımızın ailesini ve kendisini iyi temiz şehirli giysiler içinde resimler. Aynı dönem asker arkadaşları içinde bir iki arkadaşının resimleri daha gecekondulu daha köylü resmedilir. Uzun ve sıkıcı Silivri Karayolu’nda cezaevi arabası ilerlerken jenerik iner.
Sahne 2
Senarist, kendi genel kültürü çerçevesinde, teğmenimizin üsteğmen oluşunu, arada bir ev iznine gelişini annesiyle kucaklaşmasını ve annesinin onu ‘benim kara subay oğlum’ sevişini özellikle verir, ve aynı zamanda yine doğuya göreve gideceği için annesinin endişelerini yani Türkiye’nin güneydoğusu’ndaki PKK savaşından birkaç çarpıcı sahne verir.
Sahne 3
Üsteğmenimiz bir cephede çatışma anında komuta ettiği birlikle saldırıya uğrar ve önünde bir el bombası patlar. Sedye, helikopter, hastane. Üsteğmenin bir çok organı ağır hasar görmüş ve yıllarca bitmeyen bir tedaviye başlamıştır. Yıllar sonra tahliye olurken artık ‘gazi’dir ve görev yapamayacak durumdadır. En büyük hasar gözlerindedir, gözleri ileri derecede görmez, zaten bir şarapnel parçası gözünde patlamıştır. Upuzun tedavi günleri büyük ve derin okumalara da burada başlar.
Bu sahnede senaristin tek dikkat edeceği, üsteğmenin cephedeki asker arkadaşlarından bir uzman çavuştur, uzman çavuş ilerleyen yıllarda üsteğmenini ziyaret eder, ayrıca çok ilerde mahkeme safhasında eski günlerin sessiz tanığı olarak birkaç karede görünür.
Sahne 4
Üsteğmenimizin sivil hayatta ilk işi, yeni bir okul okumak, hukuk okur, avukat olur. Senaristimiz okul yıllarını istediği şekilde süsleyebilir ancak tek dikkat etmesi gereken, okulda kendisine İslamcı denen birkaç arkadaşı çok ama çok iyi davranmakta hatta nezaketleri altında ezilmektedir ve çoğu zaman içinden bu Anadolu’nun ne güzel ne saf çocukları var diye geçirmektedir. Meslek hayatına başlar. Buraya kadar hayatında olağanüstü hiçbir şey yoktur. Fonda neşeli civcivli bir müzik.
Sahne 5
Fon müziği hikayenin başlamakta ya da hızlanmakta olduğunun habercisidir. Türkiye’de siyasi iktidar ve tutuklamaların genel görüntüsü, birkaç gazete manşeti ve ekran tartışmaları ve kelepçelenme fotoğraflarıyla verilir… Özellikle cumhuriyet başsavcısı İlhan Cihaner’in makamında polis marifetiyle tutuklanması. Yüksek rütbeli subayların tutuklanması. Gazete binalarına polis baskınları.
Bu saate kadar eski üsteğmen yeni avukatımız, olup biteni sadece seyirci olarak ama endişeli bir şekilde ekrandan gazetelerden izlemekte. Bir şeyler döndüğünü anlamaya çalışıyor.
Sahne 6
Avukatımız sonunda kendi hayatını akıl almaz bir karanlığa sürükleyen bir davanın savunmasını alır. Aldığı dava kendi gibi eski bir asker ve sonra kendi gibi avukat mesleğini seçmiş bir eski meslektaşıdır.
Müvekkilini tanımaya başlarız.
Güneydoğu savaşında muhteşem kahramanlıklar yapmış ve asker içinde adı efsaneye çıkmış ve bir çok üstün hizmet ve cesaret madalyası almış, ancak kamuoyu İtalya’dan PKK lideri Apo’yu getiren adam olarak tanıdığı bir isimdir.
Gazete kupürleri. Madalyalar. Halen ınternette bulunan bir dizi kısa görüntüyle müvekkilinin öz geçmişi verilir. Bir gazeteci diğerinin kulağına fısıldar: yüz yıl geçse kimse söyleyemez bunu, hükümet tarafı, PKK’yla Oslo’da yapılan gizli görüşmelerde barışı sağlamak ve masada PKK’nın güvenini sağlamak için bu çok başarılı komutanın tutuklanıp içeri tıkılacağını bir taviz olarak peşinen verir, der.
Sahne 7
Müvekkilinin yakalanma sebebi, avukat bürosunda bulunan meşhur 51 nolu DVD’dir.
Ergenekon adı verilen davanın onuncu dalgasıyla işte bu DVD delil olarak gösterilip hapse atılmıştır. Bu DVD’nin özelliği ve suçlaması, askeri sır niteliğinde bilgiler ihtiva ediyor ve hakimleri savcıları fişliyor iddiası. Şok şok şok itham itham itham görüntüleriyle verilir.
Ekranda yandaş İslamcı yazarların ‘iddialar var efendim’ lafları, ‘askeri kimse yargılayamaz diye bir şey yok’ lafları… Liberal yazarların ‘askeri vesayet sona erdirilip özgürlüklerin önü açılmalı’ sözleri, ya da senaristimizin takdir edeceği çarpıcı görüntüler, benzer şeyler.
Sahne 8
Avukatımız kısa bir incelemeden sonra müvekkilinin neyle karşı karşıya olduğunu anlar.
Fethullah Gülen cemaatine bağlı bazı polislerin askeri casusluk yaptığına dair somut kanıtlarına ulaşır.
İşte bu bilgiye somut olarak vakıf olması, kahramanımızın (avukatımızın) sonunu hazırlayacaktır.
Avukatımızın kendince yaptığı araştırmalar ve karşılaştığı gerçekler birkaç sahneyle anlatılır. Bütün bu tutuklamalar, ekranlarda söylenenler, yazılıp çizilenler, hepsinin özgürlükle demokrasiyle soruşturmayla hiçbir alakası yok, olup biten herşey tezgah diye konuşur etrafına.
Türkiye’ye büyük bir kumpas kurulmakta çember daralmakta.
En yakın arkadaşlarına sıranın herkese gelmekte olduğunu söyler, benim bir şeyim yok, beni niye alsınlar diye çıkışan arkadaşlarına da ‘herkese bir belge uyduracaklar’ der.
Afganistan’ı Irak’ı silahla, Türkiye’yi ‘düzmece belgelerle’ işgal ediyorlar, der. Arkadaşları kahramanımızı çok fazla ‘kurgu’ romanı okumakla, hukuk’un eninde sonunda sahteliğe asla müsamaha gösteremeyeceğini iyiniyetle açıklamaya çalışırlar.
Ekranlar yazılanlar manşetler çok boğucu şekilde halkın beyninde baskısını kurmuş, sıradan insanların dahi kafasında kuşkular oluşturmaya başlamıştır, kahramanımız en yakınlarına dahi derdini anlatamaz duruma gelir, gördüğü gerçekle yalnız baş başa kalır.
Sahne 9
Avukatımız kendi araştırıp ulaştığı bilgileri, henüz vakit geç olmadan, genelkurmay başkanına, genelkurmay istihbarat başkanına, harekat başkanına ve adli müşavire, inanılmaz bir süreç yaşandığını, bu sürecin normal bir hukuki süreç olmadığını, durumun savaş hali kadar ciddi olduğunu ve hedefinin silahlar kuvvetler olduğunu iki sayfalık bir mektupla bildirir. Bu mektubu yazmak dahi cesaret işiydi ve bu yüzden kahramanımız hedef tahtasına koyulur.
Sahne 10
Avukatımız öncelikle, müvekkilinin bürosuna ilk baskın anında, bir emniyet görevlisinin karışıklıktan yararlanarak bu DVD’yi bıraktığını tespit eder.
Belgeyi koyan polisin kimliğini teşhis için konuyla ilgili bir dizi hukuki süreç başlatır. Ve bu DVD’nin ofise ‘koyulduğu’ yönünde çok kuvvetli şüpheleri olduğunu ve adı geçen görevlilerin soruşturulmasını talep eder.
En büyük şok’u işte bu süreçte yaşar, ‘soruşturma’ dilekçeleri sümenaltı edilir, gizli bir el, ofise DVD koyanları gizler ya da sürüncemede bırakıp savsaklar.
Ve avukatımız ısrarla müvekkilinin suçlandığı 51 nolu DVD’nin içeriğini avukatı olarak savcılıktan ister, DVD verilmez… Avukatımız şaşkındır, müvekkilinin nasıl niye neden suçlandığını bilmeden müvekkilini nasıl savunacaktır?
Sahne 11
Inının ınnn. 51 nolu DVD’nin İstanbul adli emanetinde kırıldığı anlaşılır.
Sahne 12
Inının ınnnn ancak tezgah düzenleyenler bir yerlerde sık sık çok vahim hatalar yapmıştır, bunlardan en önemlisi, meğerse polis DVD’yi müvekkilinin ofisine yerleştirmeden önce bir kopyasının alındığı ortaya çıkmıştır.
Sahne 13
‘Kopyasının önceden alındığı’ şu anlama geliyor, daha DVD ofiste bulunmadan 7 gün önce DVD tüm muhteviyatı ile birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü Tem şubesi müdürlüğünde mevcut idi…
Bu akıl almaz polis tertibini ortaya açıklıkla çıkartan bir gerçektir, avukatımız sevince boğulur çünkü nihayet sonunda başardığını tezgahı ortaya çıkarttığını sanır.
Sahne 14
Heyecan. Arama. Takip. Avukatımız emniyette müvekkili gözaltında iken İstanbul emniyet müdürlüğünden birkaç polis kendisine ‘komutanım biz ülkücüyüz, buraya Amerikalılar gelip gidiyor, amirlerimiz sürekli toplantı yapıp duruyorlar, ne yaptıklarını bilmiyoruz’ demesi üzerine Amerikalıların da bu sürecin içinde bilfiil bulundukları hatta nezaret ettikleri bilgisine ulaşır.
Bu akılalmaz sözler karşısında kahramanımız şok geçirir, çünkü büyük bir tertiple karşı karşıya olduğu inancı sağlamlaşır.
Sahne 15
Avukatımız kulaklarıyla duyduğu bu gerçeği sonraki günlerde kendi gözleriyle görür, şahit olur, avukatımız gözlerine inanamaz ‘ Amerikalılar’ı bizzat gördüm’ der.
Dilekçe yazar, soruşturulması araştırılmasını ister, cevap yok, dinleyen yok.
Sahne 16
Avukatımız askeri casusluk suçundan dolayı suç duyurusu dilekçesi yazmaya koyulur. Bilgisayarı telefon dinlemeleri çoktan izlenmektedir. Ayrıca tehditler almaktadır. Bir avukat arkadaşına ‘sizi yönlendireni tanıyoruz onu da (avukatımızı) buraya getireceğiz’ diye uyarılmıştır. Tehditleri ensesinde hisseder, dilekçelerine cevap da alamaz, çember daralmaktadır.
Sahne 17
Avukatımız bu dinlenme ve tehditlerin de hukuki sürecini son bir gayretle başlatır, yine cevap alamaz.
Ekranlarda ve manşetlerde yüzlerce yazarın katıldığı hararetli suçlamalar, ‘iddialar var efendim’ lafları dönmekte, hükümet yazarlarının ağızlarından suçlamalar alevler gibi fışkırmakta, halk tam bir korku filmi izler gibi sessiz soluksuz olup biteni izler, suçlanan, mahküm edilen, linç edilen, manşete çekilen avukatımızın müvekkili ve kendisidir, sesini duyurmak için çırpınır ancak kendisini ve müvekkilini savunacak ekran bulamaz, bir tek Uğur Dündar’ın haber programı dışında, Uğur Dündar ağzı açık ekrana çıkarttığı avukatımızı şaşkınlıkla izler.
Sahne 18
Nisan 2009 tarihinde Fethullah Gülen cemaatinden olduğunu ifade eden Sorbon Üniversitesinde öğretim görevlisi olduğunu söyleyen bir şahıs, emekli bir hakim meslektaşı vasıtasıyla dolaylı bir haber gönderir: polislerle fazla uğraşmamasını tenbih eder.
Her dakika başı tutuklanacağı ya da vurulacağı ya da akılalmaz bir iftirayla kendisine tezgah düzenleneceğine yüzde yüz bir gerçeklikle inanır ve etrafına söylemeye başlar, tam anlamıyla kıstırılmıştır.
Sahne 19
Her an bir saldırı altında olduğunu iyice anlamasına rağmen işin içinde askeri casusluk şüphesi vardır, avukatımız kendiyle derin bir muhasebeye girişir, asker damarı kabarır, çekinmenin korkmanın geri adım atmanın bu saatten sonra kendisine asla yakışmayacağını hem kendisine hem etrafına telkin beyan etmeye başlar.
Sahne 20
Avukatımızın arabası 6 mayıs 2009 tarihinde Etimesgut’ta bir istihbarat aracı tarafından sıkıştırılarak ölümcül bir kaza yaptırılır. Aracı kullanan eşidir, emniyet kemeri sayesinde kurtulmuştur.
Sahne 21
Inının ınnn, olmayacak bir şey olur, avukatımıza hukuki süreçteki ısrarlarına rağmen verilmeyen belge basına sızdırılmış, manşetlerdedir…
Avukatımız kendisine verilmeyen belgeyi manşetlerde görünce şaşırır ama biraz da sevinir.
Sahne 22
Çünkü bu vesileyle DVD’nin içeriğinden haberdar olan avukatımız, kamera kayıtlarından bu DVD’yi oluşturanların bulunabileceği düşünür, müvekkilinin eşi olan Yargıtay tetkik hakimi’ne sevinçli bir haber verir, yolun sonuna geldik, davayı kazanıyoruz, diye müjdeli bir telefon eder.
Sahne 23
Yolun sonu, aslında yolun başıdır. Senaristimiz istediği şekilde müziği hızlandırabilir. Inınının ınnn, öykümüz yeni başlıyor.
Sahne 24
DVD kayıtlarından DVD’yi kaydedenleri bulabiliriz umuduyla müvekkilinin eşine müjdeli haber verdikten tam iki gün sonra…
Senaristimiz esrarengiz bir atamosfere girerek hikayeyi derinleştirmeye başlayabilir.
Inının ınnn, kim olduğu bilinmeyen iki meçhul kadın avukatımızı telefonla arar…
Sahne 25
Senaristimize not, buraya kadar başrolde avukatımızın müvekkili ve onun davası olan verilmeyen ofisinde bulunan DVD’nin gelişimi anlatıldı.
Ancak şimdi bu hikaye bitmiş yeni hikaye başlamıştır, yani artık başrollere avukatımız yerleşir, çünkü hedef bu iki meçhul kadının aramasıyla şimdi kendisidir.
Arayan kadın kamuoyunda meşhur bir tarikatın ya da grubun üyelerindendir. Telefonda gerçek ismini saklar. Telefonda, masum bir şekilde, kardeşinin bir hukuk problemi olduğundan bahisle avukatımızdan randevu ister. Avukatımız randevu verir.
Sahne 26
Kadınlar avukat bürosuna gelir. (Senariste önemli tiyolar:)( Kadınlar aslında ofisi, mekanı, kapıcısını, çevresini, komşularını da iyice bir incelemeye gelmişlerdir.) Ve kadınlar avukatımıza, kamuoyunda çok meşhur olan tarikat lideri ya da üstadlarını, bugüne kadar hep şöhretli avukatlarla davalarını savunduklarını, ancak şimdi sıradan mütevazi bir avukat aradıklarını söylemişlerdir.
Sahne 27
Ancak kadınlar laf arasında avukatımızdan ‘yargıtayda bir davaları için yardımcı’ olunmasını istemekteler. Yani argo anlamıyla ‘zarf’ atmışlardır, çünkü müvekkilinin eşi Yargıtay hakimidir. Böylelikle kadınlar avukatla Yargıtay hakimi arasında illegal mafyatik bir ilişkiyi ortaya çıkartmaya çalışmaktadırlar.
.Avukatımız önce nezaketle kadınlara kendi işi için dahi yargıtaya gitmediğini böyle bir tarzı olmadığını söyler.
Sonra da kadınlara kendisini nereden bulduklarını, sorar.
Sahne 28
Avukatımız kadınlardan doyurucu bir cevap alamaz üstelik hareketlerinden fazlasıyla şüphelenir. Bir meslektaşına şüphesini dillendirir. Bu kadınları Fethullah Gülen cemaatine mensup polislerin gönderebileceğini söyler.
Sahne 29
Ve nihayet film içinde film başlar.
Senaristimiz istediği heyecan ve şok görüntülerini kullanabilir.
Inının ınnn. Sahneye Türk kamuoyunu yıllarca meşgul etmiş o meşhur belge çıkar:
AKP ve Gülen’i Bitirme Planı.
İşte bu meşhur belge avukatımızın ofisinde polis aramasında şimdi bulunmuştur. Belgenin bulunmasıyla Türkiye kamuoyu alt üst olur. Türkiye’de hiçbir skandal hiçbir sansasyonel olay, gündemde, bu belge kadar konuşulmadı, tartışılmadı.. Türkiye’de yer yerinden oynar, meşhur belge aylarca yıllarca manşetlerde yerini korur.
Sahne 30
(Senaristimiz bu bölümü mutlaka bir avukat danışmanıyla düzenlemeli.) Avukatımızın ofisini arama kararı, gizli izleme kararları, gibi, hukuka aykırı süreçler karşısında avukatımızın eli kolu bağlıdır.
Üstelik arama avukatımız Ankara dışındayken yapılır. Avukatımız, kendi ofisine koyulan bu belgenin kendisini ziyaret eden kadınlarla bağlantısı olduğuna yüzde yüz inanmaktadır, ancak vakit çok geçtir artık.
Sahne 31
Avukatımızın bürosuna yerleştirilen sadece meşhur AKP’yi bitirme belgesi değildir, fişleme belgeleri de ayrıca mermiler de bulunmuştur, ayrıca genelkurmay başkanlığından çalınmış kozmik gizlilik dereceli belgeler.
Sahne 32
Avukatımız bürosunda bulunan sahte uydurma belgelerin hepsine teker teker itirazlarını yapar, öncelikle ileri derecede kör’dür ve değil silah kullanması çatal kaşık kullanması dahi problemlidir, en azından bu mermilerle işi olmadığını kendisi bilmektedir.
Mermilerin kaynağını araştırır ve Nato Genel Sekreterliği’ne başvurup mermilerin incelenmesini ister. Ve ofisinde kendisine ait olmayan 433 tane yabancı parmak izi bulunur. Ayrıca soruşturma kovuşturma sürecinde kendisine ait olmayan elektrik postalar delil olarak diğer sahte belgelerle dosyasına koyulur.
Sahne 33
Avukatımız artık hapiste tutukludur ve bütün bu süreci dışarıda kendine yardımcı olan meslektaşlarıyla insanüstü güçlüklerle sürdürür.
Sahne 34
Inının ınnn. Türkiye’nin medyası. Televizyonları. Bir yıl aralıksız iki yıl kesintili şekilde işte bu belgeyi ekranları savaş meydanına dönüştürürcesine tartışır.
Senaristimiz maharetini burada ortaya dökecek. Ekrana çıkan yazarların belgeyi nasıl savundukları kara mizah örneği ya da şeytani bir tuzağa aklı başında yüzlerce yazarın nasıl ortak olduğunu bir şekilde verebilmeli.
Gazete manşetlerinde belgenin nasıl savunulduğu ayrıntılarıyla verilebilir. Hatta senaristimiz bu sahte belge operasyonları henüz olmadan önce… bir dizi TV baskınlarını, siyasi iktidar eliyle halkın parasıyla TV satın almaları, hatta muhalif basını susturup içeri atmaları, muhalif basına seslerini kesmeleri için akıl almaz vergi cezalarını, yani kamuoyunun nasıl susturulduğunu, işte bu sahte belge savunulurken kimse sesini soluğunu çıkartamasın diye ön çalışma olduğunu dahi çok kısacık verebilir.
Çünkü bu sahte belgelerin asıl gücü ‘ekranlarda’ ‘manşetlerdeydi’, bastıran kazanıyordu. Belge mi belge, o halde tutukla hepsini içeri at diyen ağzı köpürmüş bir linç kampanyası bu iktidarı destekleyen basın tarafından başarılmıştır.
Belge tartışılmaya başlandığında öyle bir kamuoyu oluşturuldu ki başta silahlar kuvvetler, yazarlar, aydınlar, bu sahte belgenin varlığıyla topa tutuldu, fareler caniler gibi suçlandı.
İftiraların ithamların bini bir para, ve yavaş yavaş sıra yüksek askeri komutaya geldi, şok şok onlarca yüksek askeri rütbeli içeri tıkılmaya başladı.
Senaryonun en mühim ve en problemli tarafı burasıdır.
Avukatın ofisine koyulan sahte belgeleri demokratik bir hukuk toplumu madurdan yana tartışır.
Ya da şüphe üzerinde ilerlemesi gerekir ya da belgenin incelenmesi hukuki olarak şart iken, belge manşetlere atılır atılmaz kamuoyunda büyük bir tozu dumana katıp karambol yaratıldı. Artık senaristimiz için malzeme çoktur, keyfince sıraya koyabilir, Kozmik oda aranırken dalga geçilerek neler bulundu neler manşetlerinden, başbakan yardımcısına suikast hazırlığı gibi yalan düzmece haberlere, subay ve yazarlardan bir gizli cinayet şebekesi gibi suçlandığı mahküm edildiği manşetler, gırla gidiyor.
Sahne 35
Bu arada, hücresinden yakınları yardımıyla başına gelenleri anlamaya çalışan avukatımız, kendine telefon eden kadınların ifade yanlışlıklarına ulaşır.
Kadınlar, avukatımızın, beni nasıl buldunuz bana niye geldiniz sorusuna, şöyle karşılık vermişlerdi: avukatın tabelasını avukatın bürosunun yanından geçerken gördük.
Avukatımız kadınların telefon kayıtları inceletir ve kadınların gerçekte avukatın ofisi altından geçerken değil, teee İzmir Caddesi’nden telefon ettikleri anlaşılır.
Şu küçük ayrıntı senaryo için çok önemli: avukatın bürosunu gözleyip kadınlara yardım eden başka tür yardımcı insanların hayatlarındaki parasal gelişim dönüşümler de birkaç fotoğraf verilebilir.
Sahne 36
Avukatımız içerden dilekçe üstüne dilekçe vererek bir çok hukuki süreç başlatır, ancak hepsi boş duvara çarpıp geri döner, çünkü, bu şok operasyon baskınlar sonrası:
Çok karanlık belgelerle medyada sansasyon oluşturulmasıyla asıl hedef Türkiye’de bir anayasa değişikliğine gidildi.
En önemlisi, hakimler ve savcı kurumları topyekün kökeninden işte bu estirilen karambol fırtınayla değiştirildi.
Hakim ve savcı kurumlarının tamamen ele geçirilmesi Türkiye’de bir devrin bittiğinin de işaretiydi.
Yani avukatımız hukuki sürece itiraz olarak yaptığı bütün şikayetler artık değişmiş hakim ve savcı kurumlarına boşuna gidiyor boşuna çaresiz dönüyor… Artık hukuk’un gücü sesi bittiği tam anlamıyla hücresinde unutulduğu bir dönem başlamıştır.
Senaristimiz Anayasa reformu sonrası bu iş işten geçti durumunu nasıl anlatır bilmem.
Ancak senaryonun kilidi, burasıdır. Hakimler savcılar ve kurumları değişmiş, iş bitmiştir. Ekranlardan iktidar yazarlarının ‘devlet pisliklerinden temizlendi eski devir bitti’ gibi bağırtılı konuşmaları verilebilir.
Sahne 37
Türkiye’nin siyasi hukuki sahnesi tam olarak el değiştirmiştir. Artık senaristimiz ince ince cicilikler süslemeler yapabilir.
Mesela Sahne 4’de resmedilen ve nezaketinden ezildiği okuldan İslamcı arkadaşları, bu hukuk sürecinde hakim yargıç olarak çok defa karşısına çıkar.
Aynı insanların yüzlerinde yine nezaketleri eksik olmaz, ama ona söyledikleri ya da kararları, gestapo gibi yolları tıkamakta. Bu vahşeti maskeleyen nezaketin nasıl verileceği senaristin maharetine kalmıştır.
Tatlılık ve güya yardımcı oluyor gibi, ancak tam anlamıyla dalga geçer gibi, hileleri örten inkar eden bir tutum izlemekteler.
Kamuoyu’nda hararet yavaş yavaş artık soğumuştur. Kamuoyu yıllarca tartıştığı belgeyi dahi hiç ama hiç tartışmamakta.
Hatta üç buçuk yıl sonra, bürosuna gelen kadınlar hakkında verdiği ifadeden dolayı, kadınların kendilerine iftira edildiği gerekçesiyle avukatımıza açtığı mahkemeye dahi, tek bir basın mensubu gelmedi, kimsecikler ilgi göstermedi.
Mahkeme koridorunda bu vurdumduymaz sağırlık senarist tarafından çok iyi işlenmeli.
Asıl büyük zindanın işte bu ilgisizlik olduğu hatırlatılmalı.
Belki sokakta insanların hergün bu davanın sahte belgesini tartışırken bugün bu davayı hepten unutup Fenerbahçe’yle Alex’le laf yarıştırması, gibi kısa sahneler kullanılabilir.
Yani senaristimiz geniş kitlelerin halkın vurdum duymazlığı körlüğü hafızasızlığıyla ilgili birkaç kare fotoğraf verebilmeli.
Mesela şu sahne kullanılabilir, avukatımızın bir meslekdaşı mahkeme önündeki kimsesizliği görünce, şöyle der: Oysa Mendel, der, yüzyıl önce bezelyelerin dahi yedi kuşak öncesini unutmadığını keşfetmişti.
Sahne 38
Türkiye’deki siyasi yapının bu şok dalgaları ve ekran marifetiyle nasıl değiştirildiğini, insanların dilekçe ve hukuki süreçleri nasıl sürüncemede bırakıldığı bir güzel anlatılabilmeli, tabii bunu, dün avukatımızın yanında olan yakınların dostların süreç içinde nasıl tırstırılıp sindirildiği gibi kısa sahnelerle pekiştirebilmeli.
Şimdi mahkemede yanında yalnız eş’i, annesi bir de cepheden silah arkadaşı uzman çavuş dışında kimsenin kalmadığını tek bir fotoğrafla anlatabilir.
Sahne 39
Avukatımız jandarma korumasında mahkemeye getirilir.
Etrafında birkaç kişi, eşi dostu ve ailesi kalmıştır. Hem ailesi hem kendisi hem de üstü başı yıpranmış pörsümüştür.
Sahne 1’de resmedilen arkadaşları ise, şimdi adliye binasında uzaktan kendisini izlemekte, ancak çok temiz ve şık giyinmişler ve korumalar ve özel arabalar içindedir.
Müvekkilimizin aşırı miyop zayıf gözleri her şeyi buğulu görür, tek derdi vardır, ifadesini her şeye rağmen eksiksiz vermek.
Kamuoyu yapacağını yapmış asacağını asmış değiştireceğini değiştirmiş ve sert sessizliğine bürünmüştür. Her şeye rağmen avukatımız iddiasını sürdürmekte. İfadesinin ilk cümleleri de budur, beni artık kimsenin duyacağını dikkate alacağını hukuki soruşturmayı genişleteceğini sanmıyorum, ben insanlığa konuşuyorum.
Senaristimiz avukatımızın hiç kimse kalmadı ben burada ‘insanlığa konuşuyorum’ vurgusuna özel önem vermeli.
Sahne 40
Tam 3,5 yıl avukatımız mahkeme edileceği bu günü beklemiştir.
Hakim daktilosuna ifadesine tane tane yazdırmakta. Avukatımız bu kadar tezgahın bu kadar garip hukuki süreçlerini yine de özetleyerek tane tane kelime kelime anlatmaya koyulur. Bir saat kadar ancak geçmişti ki…
Hakim, uzunca ifadeden biraz sıkılır, tutuklu avukatımıza seslenir: Bir cenazem var, kısa kes…
Avukatımız: Efendim, bu mahkeme için üç buçuk yıl içerde özgürlüğümden yoksun bekledim. Her şeyi anlatmam lazım. Ayrıca ben artık her şeyden umudunu kestim, ben insanlığa konuşuyorum. Belki ilerde bir gün hayatımızı, başımıza ne geldiğini merak eden birileri çıkar, ben size değil o meçhul insanlığa konuşuyorum.
Sahne 41
Mahkemesine gelen cepheden yani önünde bomba patladığında onu sırtında taşıyan ve o günden beri uzaktan olsun kendisini takip eden arkadaşı mahkeme salonundadır.
Olup bitenden sonra, isyanını dile getirecek kimse bulamayınca, mahkemenin karanlık koridorunda mahkeme duvarına doğru deli gibi konuşur:
Yıllarca 51 nolu DVD’yi ve sahte belgeyi manşetinden indirmiyordunuz, nerdesiniz?
Kafasına duvara vuracak gibi, bizi PKK’nın bombası öldürmedi, bizi hakimlerin gazetecilerin bombası öldürüyor.
Kendi kendine çıldırırcasına konuşur.
Senarist buraları fazla da süslemesin, yeterince gerçekçi, ve soğuk bu sahne eski asker arkadaşının duvara kafa geçirmesi ve birkaç cümlesiyle son bulsun.
Sahne 42
Mahkeme ileri bilinmez karanlık günlere ertelenir.
Annesi jandarmalar arasında götürülen oğluna uzaktan hıçkırarak bağırır: ‘Benim kara subay oğlum, benim kara subayım’
Sahne 43
Önce ağlayarak evine dönen annesini takip ederiz. Annesi, çöp kutusuna atılmış yırtılmış bir Atatürk posteri görür. Sağına soluna bakıp yırtık posteri çöplükten alır, önce öper, sonra, sana bir değil bin oğlum feda olsun deyip, tıkıştırır gibi koynuna sokar…
Sahne 44
Avukatımız hücresindedir. Önce önünde yüz sayfayı geçen doktor raporunu okumakta, ciğerleri böbrekleri gözlerinde ciddi hasarlar gün geçtikçe tehlikeli ölümcül hal aldığını bilimsel dille anlatır.
Sonra Türkiye’deki hakim hukuk sivil kurum gazete medya umudu ve beklentisi hiç kalmadığı için, yabancı gazete ve insanlık kurumlarına boşlukta bir çığlık gibi hikayesini özetleyen İngilizce mektuplar, yazarken, sona erer.
Filmimiz sona erer.
…
Yıllar sonra, olur ya, bir büyük erdem arayıcısı merak eder, belki bir senarist, belki bir belgeselci belki bir romancı…
Bu ham şekilde kayda geçirdiğimiz hikayenin ayrıntıları çoktur. Okuyucuyu yormama dallandırmama telaşı vardır.
Mesela bu sahte belge ekranlarda aylarca tartışılırken Anadolu’nun bir köyünde bir kadınla ayaküstü konuşurken bana şöyle dedi, (avukatımı şeytan gibi suçlayarak) bunlar memleketi mahvetmiş satmış yemiş çoluk çocuk öldürmüşler, dedi.
Bu sahte belge yaygaraları halkın içinde bu tür sarsıcı ve bambaşka travmatik değişimlere yol açtı. Bunları da boğmadan birkaç fotoğraf kullanmak lazım.
Asıl önemlisi, ancak büyük erdem sahibi insanlar, tarihin büyük sayfalarını okuyabilir.
Ancak büyük erdem sahibi insanlar, ne pahasına olursa olsun korkusuzca, her şeye rağmen, gerçeği, yalnız gerçek’i anlatabilirler.
Nihat Genç
Odatv.com
11 Ekim 2012 22:54
Gazi üsteğmen Serdar Öztürk’ün yazmış olduğu Akp ve Gülen’i kurtarma planı isimli kitap mutlaka okunmalı.TSK mensuplarına kimler nasıl tezgah kurmuş tek tek isimlerini vererek anlatıyor.Yakında ikinci kitabı da çıkıyormuş,Şeytan’ın hizmetkarları.
31 Ekim 2012 16:59
Yurt gazetesinde,Aydınlık’ta,TGB sitesinde ve bir kaç bazı sitelerde yazıldığını gördüğüm,ilk “Biz Kaç Kişiyiz” adlı Tunçay Özkan’ın sitesinde 2007’li yıllardı galiba okuduğum bir habere dikkat çekmek istiyorum.Sitenizdeki yazılarda veya yorumlarda daha önce yazıldıysa tekrardan dolayı da özür dilerimSürekli kafamda döndürüp ,üzerine neden gidilmiyor,o kişi bulunup neden röportaj yapılmıyor dediğim kişi Orhan Aykut.Bu kişi kendi davasının mahkemesinde Balyoz hakimi Ali Efendi Peksak’ın da izlediği konuşmasında,uzun saçlı eski bir askerin getirdiği bu yasal seminerin belgelerinin ,Akp Diyarbakır Milletvekili İhsan Aslan tarafından teslim alındığı ve kendisine ait Ankara’da 22 katlı bir binanın 5.katında bu seminer belgelerine ilaveler yapıldığını gözleriyle gördüğünü anlatıyor.Yani Çetin Doğan’ın semineri Balyoz Davası için şekilden şekile getiriliyor.Bu yasal olmayan çalışmaları İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek ve Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer de biliyor diyor.Eğer bir örgüt çalışması varsa işte bunlardır diyerek işaret ediyor.Neden bu şahit önemsenmiyor,kamuoyuna daha genişçe anlatması istenmiyor?Savcılardan,hakimlerden bu adımı beklemek abes olur,bu işin içindeler hissini veriyorlar.Tunçay Özkan’ın ilk bu haberi verdiğinde Aslan tarafından öldürülmek istendiğini ve suikastın başarısız olduğunu okumuştum,sonra da Tunçay Bey Ergenekon’dan tutuklandı.Böyle kenarda kalan haberlerden de belki bir sahte belge hazırlayıcısına ulaşmak mümkün olabilir.Saygılarımla.
02 Kasım 2012 11:05
Sayın Güner İzmir,
Blogun müdavimleri tarafından bilinmeyen bir isim değil Orhan Aykut. Bir çok başlık altında kendisi ve kendisi ile çıkan haberler dile getirildi, sizin yaptığınız türden yorumlar yaptık.
Balyoz duruşmasında Avukat Şule Nazlı (soyadını hatırlayamadım) yanılmıyorsam 90 yada 92.ci duruşmada aynı ismi ve konuyu gündeme getirdi. Tekirdağ Cumhuriyet Savcılığının takipsizlik kararı vererek dosyayı o zmanki Beşiktaş Adliyesine gönderdiğini ve bu dosya ile ilgili ne yapıldığını sordu Mahkeme heyetine. Bütün bunlar yine yanlış hatırlamıyorsam 2011 de dile getirildi. Üstüne o kadar zaman geçti, mahkeme karar verdi ve ne hikmetse bu isim üzerinde hiç durulmadı. Bu da bir sır perdesi olarak kaldı.
Ben yine de ihtiyatla yaklaşmak istiyorum. Çok önemli bir adam olsa bu Orhan Aykut, bugüne kadar susturulurdu diye düşünüyorum. Bu davaları kotaranların böyle bir şeye izin vereceklerini sanmam. (Kaşif Kozinoğlu’nun Mahkemeye çıkmadan kalp kriziyle hayatını kaybetmesi gibi).Ama kafa karışıklığını artırmak için dezanformasyon amaçlı da kullanılmış olabilir bu kişi.
Gerçi kendisi de Matkap operasyonu ile ceza aldı bildiğim kadarıyla.Şu an hapiste diye biliyorum. Ama geçmişine bakınca pek hırlı biri değil zaten. o yüzden anlattıklarını o döneme uyması ile önemsiyorum(Baransu’nun uzun saçlı ordudan atılma subayı ile benzer!) ama yine de bir şüphe duyuyorum.
Ben Balyoz duruşmalarında Avukat Şule Nazlı tarafından dile getirildiği tarihten uzunca bir süre sonra blog yazarlarına da sormuştum. Ne oldu orhan Aykut dosyası ile ilgili bir gelişme oldumu? diye. Bilmiyorum belki onların da bilgileri yoktu bu konuyla alakalı bir yazı okumadım.
Ancak üstüne gidilirse bu davayı kotaranların arkasındaki odakları ortaya çıkarabilecek önemde olabilir.