Today, the Sledgehammer court handed down long prison sentences to more than 300 of the defendants. We will have a lot more to say about this in days to come, but for now we just want to say that we are not at all surprised. This decision crowns a sham trial with a sham verdict.
It has long been obvious that the court is fully aware that the coup plot documents are fabricated. Why else would it refuse to appoint experts to authenticate the evidence? Why would it ignore the technical reports submitted by the defense and by various branches of the military, or the countless anachronisms and physical impossibilities in the documents themselves? Why would it refuse to hear Aytac Yalman, whom the indictment claims prevented the coup (but whom the prosecutors, strangely enough, never questioned)?
No, the court is well aware of what it has done. It has sentenced hundreds of innocent people to jail terms knowing full well that the evidence against them is forged.
Today’s verdict has firmed up what the real verdict – history’s verdict – will be for this court.
22 Eylül 2012 00:31
Dava henüz bitmedi elbette.
Ara karar alındı sadece.
Gerekçeli kararı merakla bekliyorum. Delil bütünlüğüne zarar vermiş müdahaleleri yani zaman çelişkilerini görmezden mi gelecekler? Başka türlüsü mümkün değil gibi geliyor. Yok varsayacaklar demek ki diye düşünüyorum…
Peki ardından Yargıtay aşamasında ne olacak? Bunu da zaman gösterecek. Ama aşağıdaki yorumumu okursanız o aşamdaki kararın da farklı olmayacağını beklemeye başladığımı anlayacaksınız.
Umutsuz muyum?
Yoo, tam tersine yaşadığım sürece umut olduğunu biliyorum.
Karamsar mıyım?
Belki. Ama iyimser olsam ne değişir ki? Mücadeleden vazgeçmiş değilim ki…
Sadece devlete karşı tek başına, kolay bir süreç olmayacak belli ki…
Televizyonlara şöyle bir baktım.
Kamuoyu oluşturma “İç tehdite” sarılıyor kimi yorumcular. Halbuki blogdaki yorumlarda savcılığın “iç tehdit” tartışmalarını suç değil, tam tersine “görev” olarak nitelendirdiğine dair iddianameden yapılmış alıntılar duruyor. Savunma tarafı bu durumu bence hakkıyla kullanamadı. Halen kalkıp birileri “dijital deliller değil asıl o seminerdeki iç tehdit tartışılması darbenin kanıtı” diyebiliyor. Halbuki mahkum olanların önemli bir kısmı seminerde yer almıyor. Yer alanlar da oraya kişi olarak davetli değil, görevleri gereği davetliler. Tayinleri İstabul’a çıktığı için o toplantıdalar. Kaldı ki, savcı bile o tartışmaların varlığını suç saymıyor…
Neyse, peki ara durumu nasıl yorumlamalıyız?
Benim yorumum ülkemizdeki hakimlerin halen hukuktan yana değil devletten yana karar verme geleneklerini devam ettirdikleri yönünde.
Yani devletimiz kendi ulvi menfaatleri için bu kararın gerekli olduğuna karar vermiş ve hakimler de bunun gereğini yerine getirmiş görünüyorlar.
“Devletimizden” kastım bayağı geniş anlamlı; yani iç işleri ve dış işleri bürokrasisi, TSK, istihbarat birimleri, iktidar partisinin tepe kadrosu, sermaye çevreleri, adli kurumların yönetim kadrosu v.s.
Devletin tehdit değerlendirmelerinde elbette birinci sırada Kürt sorunu var. İkinci sırada ise eski Osmanlı coğrafyasında olmakta olan değişim sürecinin bize yansımaları. Her iki sorun bağlamında da Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Batı cephesinin parçası kalması sanırım alınması gereken önlemlerin önemli ayağı.
Yani sivil/asker ilişkilerini Batı normlarında kabul edilebilecek bir çizgiye çekmek bu bağlamda gereken neyse yapmak devletimizin ulvi menfaatleri için gerekli.
Özetle, devletçi demokrasinin kurulması…
Çelişkili mi geldi bu sözler?
Aslında değil.
Devletimiz diyor ki “Bu ülkeye demokrasi gelecekse onu da biz getiririz”
Bu devletçi bakış içimize ve devlet bürokrasisine köklü bir şekilde yer etmiş. Demokrasinin yukarıdan aşağı devlet eliyle kurulacağına inanıyoruz.
Halbuki hukuku merkeze alsak demokrasi zaten kendiliğinde yeşermez miydi?
Hukuku merkeze alan bir düzen, yani devletin bekası için olumlu mu olumsuz mu diye bakmadan sadece ve sadece hukukun gereğinin yerine getirilme durumu, anlaşılan bizlerin henüz hazır olmadığı savlanılan bir düzen.
Duvarlara yazdığımız ve beynimize kazıdığımız “Adalet mülkün temeli” sözü her ne kadar ilk bakışta adaleti temel alan bir anlayışı yansıtıyor gibi görünse de, aslında bu söz bile “Mülk herşeydir. Adalet ise bizatihi kendisi için gerekli değil, mülkün temeli olduğu için gereklidir” anlayışının ürünü değil midir?
Bu anlayışın sahiplerine, “Birinden vazgeçilecek olsa adaleti mi yoksa mülkü mü tercih edersiniz?” diye sorulduğunda onlar “Elbette mülkü tercih etmeliyiz. Tamam adaleti şimdi askıya alacağız diye mülk de bir gün elden gidecektir ama o zamana kadar biz adaleti tekrar kurarız. Şimdilik askıya alalım. Ama mülk olmazsa adalete başka ne gerek var ki?” diye yanıtlamaz mı?
Adaleti merkeze alan bir toplumda duvarlara asıl yazılması gereken “Adalet herşeyin temelidir” değil midir?
Devlet bize demokrasiyi getirmeye karar verdiğine göre sivil/asker ilişkilerinde de ibretlik bir karar üzerinden, “asacaksın iki tanesini bak bir daha oluyor mu” bakışının yansıması olan bu ve benzeri kararlar aslında pek de sürpriz sayılmamalı.
Peki bu karar yukarıda dile getirildiği şekilde, tamamen iç dinamiklerin neticesinde oldu diye mi değerlendirmeliyiz? Yani sadece (yukarıda ifade etmiş olduğum geniş anlamıyla) devletimizin kararının neticesi mi?
Türkiye’de 1946’dan bu yana ne oluyorsa (6/7 Eylül’den Kıbrıs çıkarmasına, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, YÖK’ün kurulmasından Milli Eğitim müfredat değişikliklerine, idamın kaldırılmasından birilerinin idamına kadar aklınıza ne geliyorsa ) dış dinamiklerle iç dinamiklerin örtüşmesi ve uzlaşması sonucunda oluyor. Anlaşılan müttefik olmak böyle bir şey. Sen adamların yönetiminde neyi nasıl yapmaları gerektiği konusunda laf edemeyeceksin hatta laf etmeyi hayal bile edemeyeceksin ama kendi yönetiminde onların tercihlerini müttefikliğin gereği olarak kabul edeceksin…
Demem o ki, elbette dış dinamikler de, devletimizin “ülkeye demokrasi getirme” kararını destekliyor. İç ve dış dinamikler arasındaki örtüşme ise en azından iki bağlamda yaşanıyor. Bir kere yukarıda altını doldurmaya çalıştığım ibreti alem olsun, sivil/asker ilişkileri normalleşsin anlayışı bağlamında bir örtüşme söz konusu. Öte yandan hem iç hem de dış dinamikler için kendilerine muhalefet edenlerin bu sayede etkisizleştirilmesi de söz konusu.
Peki dış dinamikler neden ülkemizde asker yerine sivillerinin mutlak iktidarı ele almalarını tercih ediyor?
Bir kere 46-90 arasında NATO ordusu olarak ön cephe görevini sorunsuz ve pürüzsüz yerine getiren askerlerin, 90’lardan sonra SSCB’nin çöküşünün ardından Komunizm korkusunun kalkması üzerine kendi müttefiklerini sorgulamaya başlaması bu ilişkileri Batılılar açısından da sorgulanmasının nedenlerinden bir tanesi olabilir. Nitekim 3 Mart tezkeresinde askerler kamuoyuna ABD’nin Irak’a müdahalesinden yana olduklarına dair az biraz ışık yaksalardı tezkere oylamasının sonucu bayağı farklı olurdu. Eskiden olsa TSK bu görevini layıkiyle yerine getirirdi. Ama müttefiklerinin Ortadoğu’ya yerleşmesini istememesi artık müttefiklerini pek de müttefik olarak değerlendirmediklerinin işareti sayıldı. Haklı olarak.
Öte yandan en azından görünürde demokrat olan sivil bir yönetim ile pazarlık yürütülmesi çok daha kolay olabilir. Şöyle ki, siyasi idare 8-10 sene ortalama olarak ülkeyi yönetirken, Genel kurmay başkanı 2 yılda bir değişiyor. Tekrar seçime girmeyecek olan bir Genel kurmay ise çok rahat gurur yaparak “Hayır” diyebilirken, seçimlere girecek olan ve seçim sonuçları üzerinde etkisi tartışılmaz olan ekonomisi göbekten Batı dünyasına bağlı olan ülkelerdeki siyasetçilerin öyle gurur yapması pek de mümkün olamıyor. Demokrasilerin çelişkisi görünen bu durum sadece ülkemizde değil tüm toplumlar için söz konusu. Yani tekrar seçim kazanabilme endişesinin iktidarı iç-dış baskı gruplarının etkisine açık hale getirmesi. ABD, başkanlığı iki dönemle sınırlayarak biraz da muhtemelen bu çelişkiyi gidermeyi hedef alıyor. (Bizim gibi “yönetilen” ülkeler de belki de daha da ileri gidip “tek” dönemlik yönetimleri gündeme almak gerekir diyeceğim ama o durumda da tembellik oluşabilir diyerek “iki dönem” gayet makul bir çözüm gibi görünüyor.)
Ben yayılmacı olan ve yayılmacı olması için gerekli teknolojik ve ekonomik donanımı olan ülkelerde karar verici olsaydım, etki alanımdaki ülkelerde dağıtık bir iktidar kurgusu olması yerine tek mutlak bir hakim olmasını, o kişinin de benim elimin altında olmasını tercih ederdim. Bimem kaç tane güç odağını ikna etmeye çalışmak yerine tek kişiyi ikna ederek işi bitirebilirsiniz böylece. ABD-Suudi Arabistan ilişkisi bunun güzel bir örneği. ABD-Türkiye ilişkisinde ise iktidarın sadece sivil siyasilerde değil, sivil ve askeri bürokraside olması bu bağlamda da sıkıntılı görülmüş olabilir. Sivil iktidarın sivil bürokrasiyi mutlak denetime alması ardından da askeri bürokrasiyi mutlak denetime almasını bu ve benzeri kararlar sağlayacaktır. Bu durum da kararın arkasındaki dış dinamiklerin tercihlerinin neden bu yönde olduğunu açıklayan bir neden olabilir.
Özetle, hakimlerin verdiği karar iç ve dış dinamiklerin uzlaştığı nokta.
Açıkçası benim tarih okumam karar ne olusa olsun uzlaşma noktası orasıdır şeklinde. Yani karara bakarak uzlaşıyı okuyorum, ardından da bu uzlaşmanın nedenleri neler olabilir diye sorguluyorum ve yanıtlar bulmaya çalışıyorum. Yaygın kullanılan ama sıkıntılı bir yaklaşım. Daha doğru bir yaklaşım aslında bir model koyarak o modelin gerçekliğinin, model doğruysa gelecekte neyin nasıl olması gerektiğini belirtip, ardından gerçekte neler olduğunu bu tahminlerin yanına koyarak sınamak olurdu. Doğal olarak ikinci yaklaşımın sıkıntısı da spekülasyon gerektirmesi…
Öte yandan uzlaşılmadığını tahmin ettiğim bir nokta da söz konusu. Ya da henüz uzlaşı noktasını göremediğim bir nokta…
Türkiye’de iç dinamiklerin (yani geniş anlamıyla devletimizin), özellikle ABD’nin toplumsal düzenimize müdahalesinde aracı olarak kullandığı kimi grupları (örneğin cemaat ) artık daha fazla taşımak istemiyor görünüyorlar. Yani Türkiye içerisinde iktidarı bütünüyle elinde tutan güçler, ülkeye dış güçlerin taşeronuymuşçasına görevler yapabilen ve iç dengeleri sarsma potaniyeli olan yapılanmalardan kurtulmak istiyor. Doğal olarak düzenin tek sahibi olmak istiyorlar. Böylece iktidarları üzerindeki dış müdahaleleri de en aza indirebileceklerini değerlendiriyorlar.
Bana göre mahkemenin vereceği karar bu bağlamda iyi bir fırsat olabilirdi. “Delil bütünlüğünü bozan dış müdahaleler var” denilerek yeni bir dava konusu yaratılabilir ve bunun neticesinde de aynen Balyoz ve diğer davalarda olduğu gibi kendilerine tam olarak biat etmeyen grupları hedefine alan, suçlu suçsuz demeden bu sefer onları bir torbaya doldurarak mahkeme mahkeme süründüren yeni bir süreç başlatılabilirdi.
Bunun artık olmayacağını varsayarak bu durumun ne anlama geldiğini de yorumlamak isterim.
Bir kaç neden aklıma geliyor.
Dış dinamiklerin kolay bir şekilde yönlendirebildiği bu aktörlerin sağlam bir şekilde arkasında durması ve iktidara “Sakın ha!” demeleri olasılıklardan birisi. Bunun böyle olduğunu ise pek sanmıyorum. Son 8-10 aydır artık herkesin gözüne skacak şekilde yapılan uygulamalar, tasfiyeler v.s. pek de bu duruma işaret etmiyor. Birileri “Sakın ha!” dese bile, “taşeronların” küçük lokmalar halinde temizlendikleri açık değil mi? Yani iktidar öyle ya da böyle kafalarına koyduklarının gereğini yapmaya kararlı görünüyor.
Zaten ikinci bir olasılık iktidarın cephe savaşı vermek yerine küçük küçük operasyona devam etmesi. Üstelik cemaat, iktidarın bazı kadrolarını tasfiye ediyor olmasını sessizce izliyor hatta bir takım kalemler üzerinden “onlar aslında bizden değildir” diyerek ara ara temize de çıkarıyor. Yani bu olasılığa göre iktidar ve cemaat uzlaştı ve cemaat artık mücadeleden vazgeçerek teslim bayrağını çekti. Sarı öküzleri teslim ediyor. Öyle sahtecilik çetesi operasyonuna hiç gerek yok. sessiz sedası sulh içerisinde sorunu çözmek daha iyi olacaktır.
Bu ikinci olasılık da aslında kendi içerisinde sorunlar taşıyor. Şöyle ki cemaatin bir içerisi var bir de dışarısı. Evet içerisi devletinin sözünü yerine getirmenin çıkarları gereği olduğunu bilenlerden oluşuyor ama cemaatin dışarısı da dış dinamiklerin sözlerini yerine getirmelerindeki çıkarların gayet bilincinde. Yani diyalektik işledi, yayılmacı emelleri olan, devletine bağlı Türk-İslamcı cemaati aldı küresel boyutlarda iş yapabilmenin gereği olarak dış dinamiklerle uzlaşmasının gereğini (üstelik de devletine rağmen) yerine getirmeyi düşünebilen bir düzleme taşıdı.
Bu durum ise beni üçüncü bir olasılığı düşündürmeye itiyor. Yani uzlaşma sadece yüzeyde kalacak, dış dinamiklerin taşeronluğu (bu arada bu taşeron kelimesi benim değil sayn Başbakan’ın tabiri eğer Aralık sonunda yaptığı grup konuşmasında Baransu’ya yönelik sözlerini okursanız cemaate bu nitelemeyle seslendiğini farkedersiniz) görevini yerine getirmeye devam edecekler. Cephe savaşı olmasa da iktidar küçük çatışmalarla cemaatin etkili kadrolarını ve basındaki gücünü ortadan kaldıracak hamleleri yapacak, bu bağlamda ABD’ye “iktidar benim. ben varken cemaate ihtiyacın yok” sinyalleri verilerek süreci müdahale etmeden izlemeleri sağlanmaya çalışılacak. Cephe savaşının yaratacağı kaos ortamı da böylece yaşanmayacak. Tabanı karşısına almadan üzümü de tabanı da yiyecek. Sonuç itibariyle kimin elinde ne belgeler, ne kasetler var bizler bilmiyorsak da birileri elbette biliyordur.
Özetle siyasi bir dava olan Balyoz’un ara kararına da ancak böyle siyasi bir yorum yapılabiliyor. Birileri bana Yeni Recordati ilaç şirketinin 2003 yılında hazırlanan ve mahkumiyetlerin önemli bir kısmının temeli sayılacak CD’ye nasıl girdiğini üstelik de 2007 yılında piyasaya sunulan Calibri fontlarıyla yazılmış listelerde yer aldığını akla mantığa uygun bir şekilde açıklayamadıktan sonra bu davada hukuk olduğuna inanmam oldukça güç.
Gerekçeli kararı dediğim gibi merakla bekliyorum. Şimdiye kadar sağlam bir açıklama duyamamış olsam da bakalım hakim heyeti bu konuda neler diyecek.
İçeriye girenlere ve dışarıda kalan yakınlarına sabır diliyorum. Elbette ateş düştüğü yeri yakıyor. Acılarını ne kadar istesemde hakkıyla paylaşamayacağım. Elimden gelen sadece bu ülkede gelecekte de benzeri bir şekilde hukuksuz bir mahkemeden hüküm giyecek insanlar olmasın diye çalışmak. Bu yazı da bu çabanın bir ürünü zaten. Yorumlarım doğrudur, ya da yanlıştır bilemiyorum. Belki hiç bir zaman da bilemeyeceğim. Ama bildiğim yazıyı yazarak en azından tanımadığım, muhtemelen çok konuda uzlaşma olasılığım olmayan birilerine bu soğuk günde destek olduğumu bir şekilde dünyaya seslenmiş oluyorum. 70 Milyon olarak adalet herşeyin temelidir diyebilseydik bugün bu kadar soğuk olmazdı belki de…
Sevgiler.
22 Eylül 2012 01:43
…bir ufak ek yapmak istedim.
TSK’nın bu kararda (ve aslında süreç boyunca) nerede durduğuna dair düşüncemi de eklemek istiyorum.
TSK, devletin parçası olarak yukarıda ifade ettiğim kararın elbette paydaşı. Ama TSK’nın başka bir durumu daha söz konusu.
1908’den beri özellikle de 90’lardan sonra yapılan menfi propaganda nedeniyle TSK dindar kitlelerden uzak tutulmaya, onların gözlerinde kötü gösterilmeye çalışıldı. Bir benzeri İttihad ve Terakki üzerinde yapılan operasyona tabii tutuldu. Çağdaşlaşmanın yanı sıra ideolojisinin diğer iki ayağını ittihad-ı islam ve turancılık anlayışı oluşturan İttihad ve Terakki’nin gönderdiği teşkilatı mahsusa üyelerinin hem ortadoğu’da daha da önemlisi Hindistan’da etkili olmaya başladığını gören İngilizler’in İstanbul konsolos görevlisinin İttihad ve Terakki’nin masonluğunu ilk dile getiren kişidir. Hatta İT iktidarının etkisini kırabilmek için İslam coğrafyasında bunun propagandasıyoğun bir şekilde yapılmıştı. TSK’ya yapılmaya çalışılan da bu operasyonun benzeriydi.
Açıkçası NATO müttefiki de olsa milletiyle bütünleşmiş bir silahlı güç tüm dünya için ciddi bir tehlikedir. Yani TSK’nın milletiyle gereğinden fazla bütünleşmesini müttefiklerimizin istememesi normaldir. Soğuk savaş döneminde o kadar üzerine gidilmese de soğuk savaşın ardından TSK-millet bütünleşmesinin zayıflatılmasında çıkarları bulunan çok grup vardır.
TSK da bu durumun bilincindedir herhalde. Elbette kendilerinin toplumun gözünde kötü gösterildiğini, bu bağlamda kullanılan propagandanın ise asıl olarak “milletin değerlerine saygılı” hükümetlere katlanamayan ve onları darbeyle uzaklaştıran, “milletin değerleriyle kavgalı” subaylardan oluşan bir kurum olduğu yönünde olduğunun da farkındadırlar.
Sanırım TSK son beş senedir önce Ergenekon ardında da Balyoz sürecini bu propagandanın boşa çıkarılmasının aracı olarak kullanmakta ve yapılan haksızlıklara, hukuksuz yargılamalara bu nedenle de ses çıkarmamaktadır. Yani “milletin ordusu” konumunu sağlamlaştırmanın fırsatı olarak görmektedir bu yargılanmaları. Anlaşılan devletin ali menfaatleri için yapılacak hukuksuzlukları, fırsata dönüştürmeye karar vermişler. Böylece yakın coğrafyada oluşacak kaos sırasında milletiyle bütünleşmiş bir ordu olarak pozisyon almış olacak.
Kanımca işe de yaramıştır bu taktik. Yakın gelecekte ülkede en çok güvenilen kurum anketlerinde hiç olmadığı kadar yüksek bir konuma gelmesi muhtemeldir. “Milletin ordusu” artık dindar kesimler tarafından en az laik kesimler kadar belki daha da fazla sahip çıkılmaktadır.
Demem o ki, TSK ilke mesajda yazdığım nedenlerle hukuksuz bu sürece göz yummuş, öte yandan bu durumdan kendisine imaj yenileme fırsatı yaratmasını da bilmiş görünmektedir.
Sanıkların, içinden çıktıkları ocağın bu tavrından daha fazla yaralandıklarını tahmin ediyorum.
Sevgiler.
23 Eylül 2012 00:10
Haksıklıklara hukuksuzluklara göz yuman bir ordunun milletin ordusu olabileceğini düşünmek kadar tutarsız bir düşünce biçimi olmaz. Mesela; eğer bu ordu bu tavrıyla dinci -gerici kesimşerin güvenini kazandıysa benim gibi Atatütkçü-ulusalcı ve yurtseverlerinde güvenini kaybetti. Yani bu ordu bana göre artık Mustafa Kemalin değil imamın ordusudur.
23 Eylül 2012 11:26
Sevgili Muzaffer Burdurlu,
Öncelikle bir şeyin altını çizeyim; hepimiz gibi ben de “olanı” değil olduğunu sandığımı yazıyorum. Belki yanılıyorumdur.
Öte yandan eğer sandığım gibi bu pasif bekleyişin arkasında bir “kurmay akıl” varsa, kişisel gözlemlerim bu planın sokaktaki vatandaş bağlamında işe yaradığı yönünde. Eğer milliyetçi-muhafazakar basını takip ediyorsanız bundan 2-3 yıl öncesinde yapılan yayınların artık yapılmadığını farkedeceksiniz. Eskiden olsa şehit haberlerine “TSK’nın ihaneti” tonunda yazılan haberler ve okuyucu yorumları görürdünüz. Bir-iki yıldır suçlamalar iktidarda kendi meşreplerinden olmayan kesimlere yöneltiliyor.
İmamın ordusu tabiri büyük haksızlık olacaktır. TSK’nın bu tavrı stratejik değil taktiksel olarak değerlendirilmeli. Milletinin bir kısmıyla bağının “asimetrik savaş” kapsamında iyice koparıldığını gören bir kurum, elindeki imkanlarla bu savaşı kazanamayacağını değerlendirmişse, taktiksel olarak tarihsel olarak en iyi bildikleri “sahte ricat” hareketine sığınmış olabilirler.
Elbette TSK’da Türkiye’nin üzerinde esen siyasi rüzgarlardan müstesna değil ve elbette kurum içerisinde bu rüzgarların etkisiyle savrulma yaşayan kişiler vardır. Ama aldıkları eğitim (yani maruz kaldıkları endoktrinasyon) onların Atatürkçü ve yurtsever özlerini çok fazla değiştirememiştir. Kaldı ki, egemen sağ anlayışın da kurumun bu yanına bir itirazları olduğunu sanmıyorum. Atatürkçü denilirken kastım aklı merkez almayı kastediyorum. Aydınlar ocağının yarattığı “Dindar Atatürk” portresi de akılcılıktan ayrılmayan bir Atatürk. TSK mensuplarının da dindar olmaları ya da dindar toplum isteyenleri de istemeyenler kadar sahiplenmeleri talep ediliyordu. Bu taleplere ayak sürüyenler fırsattan istifade tasfiye ediliyor.
Ben Türkiye’de “akılcılık” bağlamında bir ayrışma olduğunu zannetmiyorum. Milliyetçi, muhafazakar, laik, demokrat v.s. bu konuda uzlaşılmış durumda. Kimse kalkıp “4+4+4 hayırlıdır. İstiareye yattım, şeyh efendi 4+4+4 dedi” demiyor “ABD şöyle, Avrupa böyle” falan diye iddiasına destek arıyor. (“Rabbim Cleveland dedi” gibi aksi yönde bir kaç örnek de aklıma geliyor elbette…)
Aynı şekilde radikal dini yönelimlerin de önünün kesilmesi bağlamında bir ayrışma olduğunu sanmıyorum. Var olan iktidarın kökü sayılan D.P. programında aşırı dincilikle mücadele bulunuyordu. Hoş ırkçılık ve aşırı dincilik yapanların arkasında komünistler olduğunu bu yüzden onlarla mücadele edilmesi gerektiğini de belirtmek durumunda kalmışlardı. 12 Eylül’ün YÖK’ü başörtüsü sorununu başımaza dolamadı mı? Demem o ki, devleti 70 yıldır yöneten sağ iktidar ve kurdukları düzen radikal dini akımlara kapalı bir düzen. Bu bağlamda uzlaşılan bir başka konu dini ibadetlerin ve anlayışların çerçevesinin devlet tarafından belirlenmesi. Gerek imam hatipler gerekse zorunlu din dersleri ve hatta cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan diyanet işleri hep bu bakış açısının sonucu. Devletin çerçevesini belirlediği dini inanışların toplum tarafından din olarak kabullenmesi.
Devletine, vatanına, bayrağına saygılı ahlaklı, çalışkan bir toplum bizim dinimizin daha doğrusu bize öğretilen dinin temel özellikleri. Kimse Allah’ın en sevgili kullarının yani peygamberlerin içinde bulundukları toplumlardaki en aykırı, isyankar, düzen bozucu kişiler olduklarını dile getirmiyor. Peygamber tüccardı deniyor, ama İslam’ın tüccarlar arasında yayılmadığını tam tersine köleler, işsizler, ev kızları ve işçiler arasında yayıldığını, dönemin tüccarlarının bu hareketi bastırmak için seferber olduğunu öğretmiyorlar. Paradan para kazanma yasaklanmışken, finans piyasası olmayan bir piyasanın mümkün olup olamayacağı da tartışılmıyor. Demem o ki, devletimizin yönetici elitinin din okuması (işine geleni) bizlere İslam olarak öğretiliyor. Bu konuda da genel bir uzlaşma söz konusu.
Uzlaşılmayan konu ise yerelde bulunan, merkeze dahil edilmeyen üstelik hem yaygınlaşma hem de radikalleşme tehlikesi bulunan dini akımlarla mücadele yöntemi. Bir grup onları merkeze yakın tutup ehlileştirme taktiğini öne sürerken, bir grup kafalarına vurma ve kanun çerçevesinde toplumdan izole etme taraftarı. Kendi adıma toplumsal düzeni sağlama bağlamında her iki tarafında haklı olduğu yanlar olduğunu görüyorum. Sosyolojik olarak merkeze çekme tavrı (bkz. cemaat) ehlileştiriyor. Öte yandan cemaatlerin varlığı ayrımcılığı körüklüyor fırsat eşitliğini zedeliyor üstelik demokrasilerde yeri olmayan kapalı, hesap vermez, sorumsuz, iktidar merkezleri yaratıyor. Kör-topal bir şekilde demokratikleşme yolunda ilerlememizin nedeni de biraz bu durum.
Bir anlamda TSK da aynı konumdaydı. Hesap vermeyen, seçim derdi olmayan, şeffaf olmayan üstelik de iktidar odağı olan bir yapı. Balyoz TSK’nın bu durumuna da indirildi. İlk yazımda ifade ettiğim sivil/asker ilişkilerinde demokratik düzenin gereği olan normalleşmeden kastım bu. TSK’nın yarattığı boşluğu (aslında TSK’nın kurmaylarının da beklediği ve dillendirdiği üzere) demokratik yaşama bağlı makul çoğunluk dolduracaktır. En azından beklenti bu yönde. Yani “vesayetin” toplumsal desteği almış olan siyasi iktidarlar yoluyla devam edebileceği kadar olgunlaşan toplum yapısı. TSK’da kendi görevine dönecek. Bunun için Balyoz gibi hukukdışı bir operasyon gerekiyor muydu? Tabii ki hayır. Tam tersine bu hukukdışı operasyon hem TSKyı kışkırtıp radikalleştirebilir di, hem de hukuğun üstünlüğü anlayışının zedelenmesi demokratik düzen kurulmasını onlarca yıl ötelemiş durumda artık.
Şimdi demokratikleşmenin önündeki bir diğer engel olan cemaate sıra gelmiş görünüyor. Eğer uzlaşır ve mevzilerini terkederlerse ne ala. Yoksa aynı hukuksuz süreç karşılarında duruyor. Nasıl TSK’nın bir kısmına Balyoz’un ucu değdirilerek bütün hepsine Balyoz vurulmuşsa, sanırım cemaatin de bir ucuna indirilecek ve cemaati bütün halinde hizaya getirecek.
Öte yandan Blayozu tutan ele, yani (bence) demokratikleşmemizin önündeki asıl büyük engel olan ve gene ilk mesajımda tanımladığım geniş anlamıyla devlet diye nitelediğim ele ne olacak? O ele giden kanı biz vatandaşlar keseceğiz, gün gelecek güçten düşecek, kangrenleşecek, ufak bir operasyonla kurtulacağız. Kimsenin kafasına hukuksuz balyozlar indiremeyecek diğer elimizle yaşamaya devam edeceğiz.
Ne zaman?
Ben görmem.
Siz de görmezsiniz. 🙂
Sevgiler.
23 Eylül 2012 11:30
“Elbette TSK’da Türkiye’nin üzerinde esen siyasi rüzgarlardan müstesna değil ve elbette kurum içerisinde bu rüzgarların etkisiyle savrulma yaşayan kişiler vardır. Ama aldıkları eğitim (yani maruz kaldıkları endoktrinasyon) onların Atatürkçü ve yurtsever özlerini çok fazla değiştirememiştir.”
cümlesinde anlam kayması olmuş ve neyi kastettiğim anlaşılamamış.
Doğrusu
“Elbette TSK’da Türkiye’nin üzerinde esen siyasi rüzgarlardan müstesna değil ve elbette kurum içerisinde bu rüzgarların etkisiyle savrulma yaşayan kişiler vardır. Ama BU RÜZGAR aldıkları eğitim (yani maruz kaldıkları endoktrinasyon) SONUCUNDA EDİNDİKLERİ Atatürkçü ve yurtsever özlerini çok fazla değiştirememiştir.”
Sevgiler.
22 Eylül 2012 01:22
This is the verdict of victorious alliance between RTE and the Imam in Pennsylvania against the republic of Turkey. The tribunal handed over the decision of alliance, not the deliberation and judgment of an independent judiciary.
22 Eylül 2012 01:55
Three monkeys presided in a kangaroo court… and revenge prevailed over justice..
Innocent victims were dealt another blow..
Today, I am ashamed of being a Turkish citizen –
Feel helpless – but share your pain.
25 Eylül 2012 19:23
How about raising this with case with http://amnesty.org.uk/ …
05 Ekim 2012 20:10
Caner Candan
04 Ekim 2012
HASDAL MEKTUPLARI – 2
HAKAN ERDOĞAN’IN BİLİRKİŞİ RAPORU NASIL KAYBOLDU?
Sevgili Dostlarım,
İlk mektubumun internet ortamında geniş bir kitleye yayılmış olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Bana destek olan bütün dostlarıma teşekkür ederim. Ayrıca internet üzerinden bazı cevaplar da gelmiş ancak, internet bağlantım olmadığı için cevapları okuma şansım maalesef yok. Bu nedenle, mektubumun sonunda yazışma adresimi veriyorum. Benimle olumlu veya olumsuz her türlü duygu ve düşüncenizi paylaşırsanız, doğrulara daha çabuk ulaşırız.
Bugünkü ve bundan sonraki birkaç mektubumda size, 1’inci Ordu Komutanlığı Askeri Savcılığınca hazırlatılan iki bilirkişi mektubundan bahsetmek istiyorum. Sözde Balyoz Planı’na ilişkin haberler Taraf gazetesinde çıktıktan hemen sonra, hazırlanan bu iki bilirkişi raporundan birisi Kara Pilot Kurmay Binbaşı Ahmet ERDOĞAN tarafından hazırlanan ve sözde Balyoz Planı’nın askeri yönlerini inceleyen bilirkişi raporudur. İkinci bilirkişi raporu ise Jandarma Muhabere Yüzbaşı Hakan ERDOĞAN tarafından hazırlanan ve konu ile ilgili bilgisayarların ve DVD/CD’lerin incelendiği teknik bir bilirkişi raporudur. Binbaşı Ahmet ERDOĞAN tarafından hazırlanan ve daha sonraki mektuplarımda açıklayacağım üzere büyük hatalar içeren bu bilirkişi raporunu sonraki yazılarıma bırakarak şimdi Yüzbaşı Hakan ERDOĞAN’ın teknik bilirkişi raporlarına odaklanmak istiyorum.
Yzb. Hakan ERDOĞAN, 1’inci Ordu Komutanlığı Askeri savcılığının istediği teknik bilirkişi raporunu 19 Şubat 2010 tarihinde tamamlar ve hazırladığı raporda, sözde Balyoz Planı’nın 1’inci Ordu Komutanlığındaki bilgisayarlarda hazırlandığını gösteren bir delil olmadığını belirtir.
1’nci Ordu Askeri Savcılığı, Beşiktaş Adliyesindeki savcıların isteği üzerine her iki bilirkişi raporunu, yani Bnb. Ahmet ERDOĞAN’ın ve Yzb. Hakan ERDOĞAN’ın raporlarını 24 Şubat 2010’da Beşiktaş Adliyesindeki savcılara gönderir.
Beşiktaş Adliyesi’ndeki savcılar bu iki bilirkişi raporunu aldıktan beş ay sonra 06 Temmuz 2010 tarihinde Balyoz İddianamesini tamamlarlar ve söz konusu iddianamede Bnb. Ahmet ERDOĞAN’ın askeri bilirkişi raporundan sıklıkla bahsederken, Yzb. Hakan ERDOĞAN’ın teknik bilirkişi raporundan hiç bahsetmezler.
Üstelik İddianamede, Yzb. Hakan ERDOĞAN bilirkişi raporundaki tespitin tam aksine “Balyoz Harekât Planının 1. Ordu Komutanlığı bilgisayarında hazırlandığı tespit edildi.” şeklinde bir iddiada bulunurlar. Bu kanaata nasıl ulaştıklarını da iddianamede açıklamazlar.
Başlangıçta, iddianamede geçmediği için, ne sanıklar ve avukatları ne de Mahkeme Heyeti, Yzb. Hakan Erdoğan’ın bilirkişi raporundan bilgi sahibi olamazlar. Sanıklar ancak, 2011 yılı Mart ayında, yani iddianamenin yayınlanmasından tam sekiz ay sonra, kendi çabaları sonucunda, Yzb. Hakan ERDOĞAN tarafından, kendi lehlerine bir bilirkişi raporu hazırlandığını, ancak Beşiktaş Adliyesindeki savcıların bu bilirkişi raporunu iddianamelerine koymadığını tespit ederler.
Bunun üzerine sanıklar ve avukatları, duruşma tutanaklarında açıkça görüleceği üzere; savcıların işlerine gelmediği ve sanıkların lehine olduğu için bu raporu örtbas ettiklerini iddia ederek, bu konuda kusurlu olan personel hakkında işlem yapılmasını isterler. Çünkü savcılar bu raporu iddianameye dahil etselerdi, sözde Balyoz Plan’ının 1’inci Ordu Komutanlığı bilgisayarlarında hazırlandığını iddia edemeyecekler, iddianameyi hazırlayamayacaklar ve hatta dava bile açamayacaklardır.
Savcılık makamı, bütün duruşmalar boyunca, kendisine yapılan bu ithamları sadece dinlemekle yetinmiş, Yzb. Hakan ERDOĞAN’ın bilirkişi raporunun niçin göz önüne alınmadığı ve iddianamede niçin yer verilmediği hakkında hiçbir açıklama yapma gereğini duymamıştır.
Mahkeme Başkanı da konu gündeme gelinceye kadar, Yzb. Hakan ERDOĞAN’ın raporunu okuyamadıklarını ve dolayısı ile içeriğini bilmediklerini açıkça ifade etmiş ve 13 Nisan 2011 tarihinde 1’inci Ordu K.lığı’ndan tekrar istenmesine karar vermiştir. Söz konusu raporda 06 Mayıs 2011 tarihinde yani iddianamenin yazıldığı tarihten 10 ay sonra mahkemeye ulaşmıştır.
Konuya Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) açısından bakıldığında, savcıların bu tutumunun vehameti çok daha iyi anlaşılacaktır. CMK 160/2 maddesi; “Cumhuriyet Savcısı, adil bir yargılama yapılabilmesi için, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür” şeklindedir. Ama soruşturma savcılığı şüphelinin lehine olan bir bilirkişi raporunu iddianameye dâhil etmeyerek, adil yargılama ve şüphelinin haklarını koruma konusunda hatalı davranmıştır.
CMK 170/4; “İddianamede, yüklenen suçu oluşturan olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır” demektedir. Savcılar, “Sözde Balyoz Planı 1’inci Or.K.lığı bilgisayarlarında yazılmıştır” şeklindeki iddialarını destekleyen hiçbir delil göstermeyerek bu madde hükmünü ihlal etmişlerdir.
CMK 170/5; ”İddianamenin sonuç kısmında, şüphelinin sadece aleyhine olan hususlar değil, lehine olan hususlar da ileri sürülür” şeklindedir. Ancak, savcılar yine şüphelilerin lehine olan söz konusu bilirkişi raporunu görmezden gelerek bu maddeyi de ihlal etmişlerdir.
CMK 174; “Mahkeme tarafından, 170’inci maddeye aykırı olarak düzenlenen iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine karar verilir” der. Ama eksik bilirkişi raporundan haberdar olmayan Mahkeme heyeti İddianameyi iade etmemiştir. Gerçi iddianameyi iade etmelerini gerektiren tek hususta bu değildir.
Sonuç olarak; savcıların yukarıda belirtilen kanun maddelerini ihlal etmelerinin faturasını 20 aydır iğrenç bir iftira nedeni ile hapiste bulunan bizler ödüyoruz. Sizce biz adil yargılanıyor muyuz?
Önümüzdeki hafta yeni bir konu ile buluşmak üzere mektubumu bitirirken yine diyorum ki; ben hayatını vatanına ve milletine hizmet etmeye adamış birisi olarak darbeciliği ve teröristliği asla kabul etmiyorum. Gücünü haklılığından alan feryadımı duyun ve duyurun.
Aydınlık ve mutlu bir gelecek dileği ile görüşmek üzere.
Cemal CANDAN
Esir Bir Türk Subayı
Hasdal Cezaevi