44. Celse duruşma tutanağını okumak için buraya tıklayın.
Bu celsede Hasan Hakan Dereli, Abdullah Dalay, Lütfi Sancar, Ahmet Feyyaz Öğütcü, Engin Baykal, Özer Karabulut, Mehmet Otuzbiroğlu, Hasan Hoşgit ve Hüseyin Hoşgit savunmalarını yapıyor.
Hasan Hakan Dereli 43. celse ile ilgili girişimizde bahsettiğimiz Harp Akademili EK-A’cılardan. İsmi EK-B.doc’da da beliriyor ve bu yüzden Akademiler ile ilgili listeler hazırladığı iddia ediliyor. Oysa Dereli o dönemde önce Bosna Hersek, daha sonra Pakistan’da görevli. Sahte belge çetesinde bu gibi geçici görev kayıtları olmadığı için belgeyi üretenler, Dereli’yi o dönem İstanbul’da sanıyorlar.
Abdullah Dalay, bu celsede savunmasını yapan sanıklardan plan seminerine katılmış olan tek kişi. Sancar, Öğütcü, Baykal, Karabulut, Otuzbiroğlu, Hoşgit ve Hoşgit 11no.lu CD’deki dijital Suga dokümanlarında adları geçtiği için sanık durumunda.
Öğütcü, Baykal, Karabulut ve Otuzbiroğlu (bir kısmı daha önceki savunmalarda da dile getirilen) Suga belgelerindeki sahtecilikleri ortaya koyuyorlar.
Örneğin, 11 no.lu CD’den çıkan ve aşağıda ilk sayfasını gördüğünüz EK-H.doc’da Bursa Deniz Hastanesi geçiyor ancak Bursa’da Deniz Hastanesi yok (Deniz Hastaneleri sadece deniz kenarı yerlerde oluyor). Hadi diyelim bu belgeyi hazırladığı iddia edilen Denizcliler bunu bilmiyormuş… Aynı belgedeki Umut Ahmet Tarakçı’nın 2003 yılındaki adı Ahmet Tarakçı. Umut adını 2009 yılında Erdek Asliye Hukuk Mahkemesi kararı ile alıyor (Üstverisine göre belgenin son kayıt tarihi ise 16 Şubat 2003).
Karabulut “Mahkeme”ye soruyor:
“Niçin dijital verilerden başka delil yok acaba. 11 nolu CD sahte mi acaba, sorularını hiç aklınıza getirmiyor musunuz? İleride sahteciliğe ikna olduğunuzda, şimdilik 5.5 aylık tutukluluk için pardon mu diyeceksiniz? Namına yargılama yaptığınız Türk halkına ne diyeceksiniz? Ve vicdanınızı nasıl rahatlatacaksınız?”
Mehmet Otuzbiroğlu’nun vekili Avukat Metin Aslan:
“Bunu deminden beri ortaya koyduk. Sürekli olarak sahte belgeler var. Bu çerçevede biz özellikle Değerli Üyelerimizden bir şey rica ediyoruz. Lütfen bize soru sorun. Yani biz bir gölge boksu yaptığımızı hissediyoruz. Yani bize bir suçlama var ama biz bu suçlamayı bilmeden kendimizi sahte belgeler üzerinden açıklamaya çalışıyoruz. Sayın Üründü, Sayın Peksak, Değerli Üyelerimiz, Sayın Savcım bize lütfen soru sorsunlar.”
Oysa “Mahkeme” maddi gerçekleri ortaya çıkarmak için sorular soruyor.
Bu celseden örnekler…
Üye Hakim Murat Üründü’den Öğütcü’ye [Gölcük belgeleri ile ilgili olarak]:
“(…) Şimdi siz diyorsunuz ki, bunlar sahte üretilmiş. Acaba bunlar ilk dosyaya gelen belgeler ile niye gönderilmedi. Daha sonradan dosyaya gönderildi.”
Öğütcü:
“Onu bana değil de, o çeteye soracaksınız.”
***
Üye Hakim Murat Üründü’den Karabulut’a:
“Sizi bu listelere dahil etmelerinin sebebi ne olabilir. Yani Türk Silahlı Kuvvetlerinden hiçbir artık beklentiniz kalmamış.
(…)
Çete ya da kişiler ile ilgili aranızda bir problem mi vardı?”
***
Üye Hakim Murat Üründü’den Hasan Hoşgit’in ikiz kardeşi Hüseyin Hoşgit’e:
“Şimdi ikiz kardeşiniz hakkında, herhangi bir belge yokken, sizinle ilgili niye bu şekilde yeni belgeler ele geçiriliyor?”
(…)
Yani bu sahte olsa sizin ikinizle ilgili bir, ikinizle ilgili bir komplo kurulacak olsa, ikinizle ilgili belge düzenlenmez mi?”
Hüseyin Hoşgit:
“Hayır onu belge düzenleyenlere sormak lazım. Yani bana niye soruyorsunuz ki?”
***
Engin Baykal’ın vekili Avukat Süleyman Sefa Bilgiç’den bir alıntı ile bitiyoruz
“Bu yapılan yargılamanın tamamının şekli olduğunu düşünüyorum.”
İki aylık aradan sonra bu Pazartesi günü Balyoz “Mahkemesi” yeniden kuruluyor. Giriş ücretsiz. Gidip kendiniz görün.
15 Ağustos 2011 23:02
Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın, paran var, pulun var, binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak..? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu kar’da kışta sokağa atmak, aç bırakmak..? Ama nasıl yakışmasın ki… Sen değilmisin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören, anlıyormusun beyim bu çocuklar bir birlerini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrika sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün… Hayır Ben büyüğüm, Ben Yaşar Usta, Sen benim yanımda bir hiçsin anlıyormusun, bir hiç, gözümde pul kadar bile değerin yok ama şunu iyi bil ! Ne oğluma nede gelinime birşey yapamıyacaksın, Yıkamıyacaksın, Dağıtamıyacaksın, mağlup edemiyeceksin bizi çünkü bizler bir birimize para pul ile değil sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz, Biz bir aileyiz, biz bir güzel aileyiz ve bunu yıkmaya senin gücün yetermi sanıyorsun. Dokunma artık aileme dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime.. Eğer onların kılına zarar gelirse, Ben, Ömründe bir karınca bile incitmemiş olan ben Yaşar usta ! Hiç düşünmeden çeker vururum seni… Anlıyormusun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile.
16 Ağustos 2011 01:51
Bugün biraz sohbet kıvamında konuşalım dostlar. Yahu devir değişti biliyor musunuz. Eskiden her türden gazeteci yalnızca yazardı. Şimdi bazı gazeteciler örgüt kuruyorlar. Ne menem terör işleriyle uğraştıklarını pek anlamıyorum. Ama çok gaddar tipler. Halkımız ürküyor tabii.
Bu sene Sonerler de terörist çıktı, iyi mi? Soner’in çocuksu yanını bilirdim de, şiddet eğilimine hiç tanık olmamıştım. Zaman zaman Odatv’de yayınladıkları Arif Nihat Asya, Ozan Arif benzeri haberlerden dolayı biraz eleştirmiş, Odatv’nin daha sol bir çizgide olması gerektiğini söylemiştim. O da “Sol kendine kendi propagandasını yapmamalı” tarzı bir savunma yapmıştı. Ben ondakini gazetecilik heyecanı ve yeteneği sanmıştım. Çakal Carlos’la mı muhatap olmuşuz yahu? (Vah bana!).
Ölüm kuyularıyla, toprak altındaki bombalarla bir ilgisi var mıydı? Hangi karanlık ve acımasız ilişkilerin içindeydi Allah biliyor. Anladım ki, ileri demokrasi sürecinde medya ikiye yarılmış durumda. Bi tarafta melek yüzlü Mümtazer, Ediz Hun bakışlı Ekrem Dumanlı, Şirin Baba kıvamında Cengiz Çandar, bay doğru Ahmet pozlarında Hasan Cemal. Öte yanda ise vahşi Soner, gaddar Nedim ve Kurtlar Vadisi’nin diğer üyeleri.
Eh! Artık ben Soner’in 1979 Abdi İpekçi cinayeti ve 1978’de yedi TİP’li gencin öldürüldüğü Bahçelievler katliamında da parmağı olduğunu düşünüyorum. O zamanlar yaşı çok mu küçüktü? Olsun. Teröristin büyüğü, küçüğü olmaz. Mühim olan işlevi. Hatta ceket altında sakladığı üçüncü bir kolu, tepesinde fazladan bir gözü dahi olabilir. Misal, uzaylı gibi.
Ben Mustafa Balbay’ı Abdullah Öcalan’a, Doğan Yurdakul’u da Murat Karayılan’a benzetiyorum. Kim bilir kaç kişinin kanına girmişlerdir. Keza Nedim de öyle. Araştırma, yazı, kitap filan derken foyası çıktı ortaya. Kim mi çıkardı? Müfettiş Clouseau olacak değil ya. Tabii ki yandaş medya. Ahmet Şık ile Barış Pehlivan’ı da gözüm tutmuyor. Gangster midirler nedirler. Hani tecavüzcü, gaspçı filan olsalar neyse. Bi Rahşan affı ayarlanır ama. Adamlar devleti yıkacak baba. Armudun sapı, üzümün çöpü diyerek memlekette huzur bırakmadılar.
Ulan, devlet iskele babası mı tepmenizle yıkılsın. (Ohh! Yandaşlık ne kadar zevkli şeymiş yahu. İnsan helada nasıl rahatlarsa öyle rahatladım valla). Şimdi, diyorlar ki, halk bunların suçunu hala bilmiyor, insanlarımız tedirgin oluyor. Efendim, ileri demokraside suç bulunmaz, tepeden arazöz ile serpiştirildiğinde suçlar kime yapışırsa onlar suçludur. İnsanın masumu olmaz, paçayı kurtaranı olur. İlahi adalet tecelli edecektir. Bu tür insanlık düşmanları enterne edilmelidir ki halkımız rahat rahat uyusun. (Laf aramızda, halkımız top atsan uyanmaz). Yargılanıp suçsuz bulunurlarsa tahliye olurlar. Ama bu hızla yargılanırlarsa zaten cezalarını çekecekleri için suçlu çıkmaları onların psikolojisi açısından iyi olur. Onlar da çok üzülmezler. Zaten suçluymuşuz, sağlık olsun, layığımızı bulduk diye düşünüp rahatlarlar.
Bir çoğu neden tutuksuz yargılanmıyorlar diye sormayın. Delillerin kararması tehlikesi vardır. Delillerin kararmadan, durdukları yerde olgunlaşması gerekir, ham delil bir işe yaramaz. En uyduruk delil bile zamanla pekişip halkın gözünde bir rasyonalite kazanır. Bu olgunlaşma bi dört-beş yıl sürer. Bu arada görevliler gelip gidip delillere bakar ve kararmaması için dua eder. Yıllarca kararmayan delillerin değerlendirilip yorumlanması da bi dört-beş yıl alır. Oldu mu sana on yıl. İçeridekiler de belasını bulur. Zaten onlardan gıcık kapan çoktur. İleri demokrasinin bi esprisi de bu. Gıcık kapan insanlarımızın rahatlaması ayrıca bi sevap oluyor. Toplumun bi kesimi ferahlıyor.
Şimdi arkadaşlar, gazetecilerin tutuklanması bir vakıadır. Ayağı taşa değen kalbini yoklamalıdır. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez. (Bu uymadı). Bazı ulusal takılan tipler de “Gün gelir, devran döner” demektedir. Valla kuzucuklar, dünya dönüyor (Galile) ve fakat bizim devran altmış yıldır dönmemektedir. Ben de bu devranda kocadım. İyisi mi devranın dönmesini beklemek yerine bizim dönmemiz. Yarım asırlık sol ve sosyalist mücadelemden sonra bendeniz de dönmeyi ve Ufuk Uras, Nabi Yağcı, Ömer Laçiner kardeşlerim gibi solcu olmayı kafama koydum. Rantabl solculuk bu olsa gerek. Öbür türlüsü adamı hırpalıyor. Dünyayı ben mi kurtaracağım? Yazılarımda da Çetin Altan modeli (Tekerleme yazarlığı) uygulayacağım.
Dünyanın en özgür gazeteciliği Mehmet Barlas gazeteciliği, Nazlı Ilıcak gazeteciliğidir. Diğerleri de böyle gazetecilik yapsalar basınımız Avrupa’yı aratmayacak. Zaten bir büyüğümüz “Onlar gazetecilik yaptıkları için içeri girmediler” demişti. Lafımın arkasını hemen “Peki ya hukuk?” diye bulandırmayın şimdi. Bu durumda hukuk ne yapmalıdır? Çok açık: Hukuk anasını alıp gitmelidir arkadaşlar. (Bu demode oldu, kaynana diyelim). Tahminim, bizim hukuk da sık sık kaynanasını alıp Ağrı Doğubeyazıt’a, Van Bahçesaray’a filan tatile çıkıyor. Zaten merhum cumhurbaşkanımız Özal anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz demişti. Demek ki hukukun delinmesi ve dahi altına sızdırması sakıncalı bir şey değil. Hülasa, bizdeki hukuk sistemi insanın gözünü yaşartıyor.
Göz yaşarması dedim de aklıma geldi. Sonerler içeri girerken çok başka nedenlerle Bülent Arınç ağlamaktaydı. Tesadüf Nedimler içeri girerken de yine farklı bir mevzuyla gözleri yaşarmıştı. Nedense beyefendinin sık sık gözleri doluyor. Belki bir sıkıntısı vardır, bilemem ki. Allah verdikçe veriyor, o da sürekli ağlıyor. Ağladıkça mı Allah veriyor, yoksa Allah verdikçe mi ağlıyor, onu artık kendisine soracaksınız.
Nitekim, Hocaefendi de uzun süre ağlayıp akabinde Amerika’ya gitmişti. Kariyer mi yapıyor acaba? Çok yıllar önce ben de Michigan Üniversitesinde kendi alanımla ilgili bazı çalışmalar yapmak istemişimdir ama bende ağlama yeteneği nanay. Bu duygusuz adama tanrı münasip görmedi ve yurt dışı projelerim akamete uğradı. Ben ağlamaktan ziyade yerli yersiz gülerim. Çünkü ben denk gelmiş, sağlığında Aziz Nesin’den el almışımdır. (Aziz Ağabey büyük adamdı). Hayatı bir trajikomedi olarak algılıyor ve en ciddi konuşmalarımda dahi mizaha kayıyorum. Ölürken de kikirdersem kimse şaşırmasın. Ha bugünlük bu kadar. Varın gidin işinize. Sağlıcakla.
Not: Cumhurbaşkanı Gül Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a “Bir gün geriye baktığınızda yaptıklarınızın çok geç ve çok az kaldığı şeklinde hayıflandığınızı görmek istemem” demiş. Böyle derinlikli laflara pek kafam basmıyor. Neyse, ben anlamasam da olur. Siz anladınız mı? Umarım Esad da anlamıştır. (İyi ki Esad değilim).
Not2: Her sınavda yaşadığı skandallarla ÖSYM çatırdarken Ali Demir Bey demir gibi duruyor yerli yerinde. Sıfatından pek anlaşılmıyor ama bu muhterem çok kerametli biri olmalı. Neden derseniz, her skandal bir ibret kabul edilirse, Ali Bey ibretler aleminde yaşıyor. Maazallah istifa filan ederse ibret dengemiz bozulacak.
Not3: Rasim Amasyalı mıydı Kütahyalı mıydı ismini unutuyorum, bir çocuk var. Sık sık televizyona çıkıyor. Pek makbul bir şeyler söylemese de dikkatimi çeken konuşma tarzı ve tavırları. Çocuk konuşmuyor da sanki burnunu karıştırıyor hissine kapılıyorum. Hitabet ve belagat hususunda Nagehan Alçı ile de uyumlu gözüküyorlar. Ama Nagehan güzel bir kız. Rasim güzel de değil ki.
Hasan Vasfi Altay
Odatv.com