Sedat Ergin, bugünkü Hürriyet’teki “ABD ve İngiltere’den Balyoz’a katılmak” başlıklı yazısında ikinci Balyoz iddianamesinde sanık olan Mehmet Eldem ve Beyazıt Karataş’ın savcılık ifadelerine yer veriyor.
“7 Mayıs 2011 tarihli Savcılık ifadesinde, Mehmet Eldem’in “Ben böyle bir belge hazırlamadım, görmedim. Bilgisayara da son kaydeden değilim. Zira son kaydetme tarihi olan 6 Kasım 2003 tarihinde Türkiye’de değildim. 2003 Haziran’ında çıktım, 2004 Temmuz’unda ülkeye döndüm. Bu arada İngiltere’deydim. Dolayısıyla son kez benim tarafımdan kaydedilmesi mümkün değildir” dediğini okuyoruz.
(…)
[Beyazıt] Karataş, 27 Mayıs 2011 tarihli Savcılık ifadesinde, belgeleri Kurubaş’a devrettiği ileri sürülen “Kasım 2003” tarihinde Türkiye’de olmadığını belirtiyor. Karataş, o tarihte Türkiye’nin Washington’daki hava ataşesi olarak görev yapmaktadır. Karataş, ifadesinde şöyle diyor:
“Ben 2001-2003 yılları arasında Bandırma’daki 6 ana jet üs komutanlığında harekât komutanı olarak görev yaptım. 15 Ağustos’ta Bandırma’dan ayrıldım ve 25 Ağustos’ta Amerika’ya gittim. 25 Ağustos tarihinden döndüğüm 4 Eylül 2005 tarihine kadar Türkiye’ye hiç giriş yapmadım. Dolayısıyla devir teslimle ilgili belgeyi teslim etmedim.”
Her ne kadar sahte belge çetesi tecrübe ile (learning-by-doing) belge üretmede giderek ustalaşıyorsa da, geçmiş tarihe yönelik belge hazırlarken böyle arızalar çıkabiliyor. Yine aynı belgelerin bulundugu (Eskişehir’de el konulan) flash bellek içinden 2003 tarihli bir Work belgesinde 2005 tarihli kanun değişikliğinden kanunun mevcut hali diye bahsediyordu, üstelik kanun değişikliği tarih ve sıra numarasına atıfta bulunarak.
Sahteliği aşikar olan belgeler ile ikiyüzden fazla insanın tutuklanıyor ve bu insanlar bir yandan mizansen mahkemelerde yargılanırken diğer yandan medya tarafından infaz edilyor. Emniyet yanlış beyanlar içeren raporlar hazırlıyor, adliyede şüpheliler lehine bilirkişi raporu yok oluyor, belgelerin sahte olduğunu gösteren yazışmalar savcılar tarafından adli emanate saklanıyor.
07 Ağustos 2011 03:53
Demokrasi askersiz rejimin adı mı?
Adı “2. Cumhuriyetçi” olarak anılanların söylencelerine toplumun tepki verdiği günleri anımsadınız mı?
Peki; ülkenin tüm kurumları üzerinden yapılan anketlerde askerin güvenilirlikte ilk sırada yer aldığı günleri?
Siyaset ve siyasetçiye güvenin en alt sıralarda yer aldığı ülke biz değil miydik?
YAŞ kararlarının alındığı geleneksel toplantılar hala yapılıyor, ancak oturma biçimi geleneklerden farklı. Ülkede uzunca bir süredir fiilen sürdürülen “Başbakanlık Sistemi” YAŞ toplantısında adeta ilan ediliyor ve artık kendilerine kibarca “yandaş” adını verdiğimiz iktidarın hukuk dışı uygulamalarının destekçisi 2. Cumhuriyetçi tayfa bu durumu “sivilleşme” diye yutturmak için takla üzerine takla atıyorlar.
Bazıları işi öyle ileri noktalara vardırıyor ki; İsveç gibi ülkelerden örneklerle askerin pozisyonundaki değişikliği demokrasi ile buluşturmaya çalışıyorlar. Nihayet darbelerden kurtulmuş ve demokrasiye ulaşmışız gibi bir hava estiriliyor.
12 Eylül rejiminin olumsuzluklarından söz eden bir dostuma söylediklerimi paylaşmak isterim. Evet ülke bir darbe yaşadı. Asker geldi, demokrasiyi askıya aldı. Demokrasi karanlık bir tünele girdi, ancak o tünelin bir ucu vardı ve bir ışık görünüyordu o uçta. Bugün ülke yine bir darbe yaşıyor. Bunu Meclisin çoğunluğunu ele geçirmiş, arkasında toplumun yarısının iradesinin olduğunu iddia eden sivil güç yapıyor ve girilen karanlık giderek koyulaşıyor, ne zaman normalleşeceğimize dair en küçük ne bir işaret, ne de tünelin ucu ve ışığı var. Toplumun Atatürkçü Cumhuriyet’ten yana olduğu bilinen yerleşik kurumlarının içlerinin boşaltılması ve topluma kanaat önderliği yapacak kişilerin tutuklanması üzerinden yürütülen bu harekatın “demokrasi” başlığı ile örtülen baskı ve korku ile yürütülüyor olması, karşı refleksleri törpülüyor.
AKP öncesinde Türkiye, irtica ve terör tehdidi altında bir ülkeydi ve laik Cumhuriyet’i koruma altına alma çabası yüzünden demokrasinin ilerleyişi gecikmekteydi. Bugün o günlerin demokrasisini arayacak noktadayız. İrtica ve terör tehdit olmayı sürdürürken Meclis içinde aldığı yerini gün geçtikçe güçlendiriyor.
Bugün artık 2. Cumhuriyet adı anılmadan kurumsallaştırılıyor; ve dikkat ediniz kolaylaştırıcıları 2. Cumhuriyetçi olarak tanıdığımız güya liberal isimler. Atatürk Cumhuriyeti’nin tasfiyesine kürek çeken bu tayfalar, irticanın ve bölücü terörün güç kazandığı yeni aritmetiğin içinden demokrasi çıkmayacağını toplumun AKP’ye oy veren kesiminden daha fazla bilmekteler. Demokrasiyi dillerinden düşürmeyişlerine aldanmayınız; söz söyleme özgürlükleri bugün hükümet olmuşların söylenceleri ile sınırlı; hükümetin söyleminin dışına çıktıkları an yerlerinden olacaklarının korkusu ile yaşarlarken, tutukluluklarına katkı koydukları vatanseverlerden daha az özgürler.
Liberal ayaklarında demokrasiye tutunarak, hukuksuzluğun alabildiğine genişlemesine katkı koyarak ayakta tutmaya çalıştıkları iktidarın bu hukuksuzluğu kendilerine karşı da kullanacağı günlerin gelebileceği endişesini taşımaya başlayanların sayısı giderek artsa da, bunu yüksek sesle dile getirme cesaretlerinin olmayışı, satır aralarına ve noktalı virgülle ve de iktidarı ürkütmemeye çalışarak ifade etme aczine düşmüş olmaları içine girdiğimiz karanlık tünelin kendileri için de bir ışık olamayacağını en azından bazılarının fark etmesi nedeniyledir. Bu yüzden nihayet birileri çıkıp yasa ile hukuk aynı şey değildir demeye başladı.
Türkiye’de Cumhuriyet ve kurumlarının tasfiye edildiği ve askerin gücünün kırıldığını Başbakancı rejim fotoğrafı ile bu 2. Cumhuriyet heveslilerinin desteği ile ilan edilirken, sanki demokrasinin ölçeri askerin rejim içindeki yeri ve konumuymuş gibi bir yanlış eksene kaydırılmış oluyor.
Asker Türkiye’de demokrasinin düşmanı değil, koruyucu rolünü üstlenirken, bunu vesayetçi bir mantıkla yapmış olduğu için demokrasideki açmazımızı, çıkmaza sürükleyenlerden çok askere mal etmeyi yeğledik. Şimdi vesayetin yerini koyu bir otoritenin aldığı, demokrasiden tamamen uzaklaştığımız ve ne zaman geri dönebileceğimizi bilemediğimiz belirsizliğe itiliyoruz. Toplum endişeli ve seçim sonuçları konusunda samimi olarak kuşkulu. Kimse iktidarın toplumun yarısının oyunu aldığına inanmıyor.
Seçimlerin demokratik ve toplumun serbest iradesini yansıtmadığı, farklı görüşlere tahammül edilmeyen, seçilmişlerin gerçek seçilmiş olmadığı, hukukun yerini, hükümet edenlerin yasalarının aldığı, kurumların başındaki kişilerin iktidar destekçilerinden seçilerek zihniyet dönüşümü ile farklılaştırıldığı, muhalefetin uzlaşma sopası ile baskılandığı bu düzeneğin kurulmasına destek koyanlar gün gelip askeri vesayeti ararlarsa hiç şaşırmayınız.
Askerin vesayetini kırmanın yolu, askerin gücünü azaltmaktan değil, ülkede özgürlükleri çoğaltıp, eşitsizlikleri gidermek ve devleti azaltıp, toplumu çoğaltmaktan geçiyor. Bugün devletin; her zamankinden daha baskıcı ve kendisini var eden kurumlara karşı savaşkan, hukuka mesafeli, gerçekten demokrasiyi savunanlara ve yurtseverlere acımasız hale gelmesindeki gerçek sebepleri görmezden gelerek, korku ikliminin içinde askeri parantezin içine almakla demokrasiyi var edemeyiz.
Bu analizimizde Türkiye’yi içeriden okumaya çalıştık. Tüm bu yaşadıklarımızın sebebi olan AKP iktidarını ülkede var eden emperyalist güçlerin analizi başka yazıya kaldı. Farkında mısınız? Soğuk savaş sonrası düzenek kurulurken, soğuk savaş sürecinin aktörleri ve kalıntısı olan tüm kurumlar tasfiye edilmekte. O süreç demokrasiyi zorunlu olarak yükseltmişti. Şimdi koyulaşan baskıcı rejimler kuruluyor. Nerede? Müslüman coğrafyada. Saddam, Mübarek, Kaddafi, Esad…. Başlarına gelenler çok kötü… Ancak halkları belki yakın gelecekte onları arayacaklar… Kötünün kötüsüne doğru bir gidiş var…
Bugün onları kötüleyenlerin ve had bildirmeye kalkışanların demokrasi ile yakın uzak ilişkilerinin olmayışı ne büyük ironi ve aklımda hep o soru: onların kötülüklerinin cezasını kim verecek?
Atatürk ve O’nun eseri olan Cumhuriyet’i yıkmak için seferber olanlar yıktıklarının altında çok daha fazla ezilirlerken; Cumhuriyet’in erdemine sahip çıkmak için bedel ödeyen herkes dimdik ayakta kalacaklar; tıpkı Cumhuriyet gibi.
NOT: Fotoğrafta yer almayan askerlere bakarak demokrasi çığırtkanlığı yapanlara, tek kişiyi yücelten rejimlere ne ad verildiğini sormak isterim. Ancak yaratılmasına katkı koydukları o tek kişiden korkularından doğru yanıt vereceklerinden kuşkuluyum. Demokrasinin ne hale geldiğini askersizleştirilen fotoğraflardan çok kendilerinin korkularından okumaya başladıklarında demokrasi için umudumuz artacak.
Prof. Dr. Tülay Özüerman
07 Ağustos 2011 20:39
İSTANBUL – CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması önerilerine destek verdi. AK Parti’ye çağrıda bulanan Kemal Kılıçdaroğlu, “Genelkurmay Başkanlığı’nı Savunma Bakanlığı’na bağlayalım. Verin teklifi destekleyelim” dedi….
…Ben ilke olarak da Genelkurmay Başkanı ve Başbakan’ın eşbaşkanlar şeklinde Şûra’ya başkanlık etmelerini sivil bulmuyorum. Bunlar da artık değişmeli….
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1059026&Date=07.08.2011&CategoryID=78
07 Ağustos 2011 21:34
Asker üzerinden siyaset yapmaya alışmış birtakım utanmazlar hala askeri siyaset sahnesine çekmeye ve bundan nemalanmaya çalışıyorlar.Aslında sistemi kendi haline bıraksalar herşey olağan seyrinde yürüyüp gidecek ama ‘utanmazlar’ alışmış bir kere buradan nemalanmaya.Bulaşmasalar yazacak hiçbirşeyleri olmayacak ,çünkü beyinlerinde yaratıcı düşüncenin kırıntısı yok.Bir de rakip olarak gördükleri daha doğrusu düşman belledikleri zevat her platformda korkutuyor bunları,o yüzden askere sarıyorlar devamlı.Hayır sormazlar mı sen nasıl profesör oldun,hangi
saikle bir Başbakan’ın yanında oturan Genelkurmay Başkanının oturma düzenini sadece gelenekle bağdaştırıyorsun diye.Hangi demokratik Avrupa ülkesinde gördün de utanmadan bunu yazıyorsun?
Bugüne kadar Türkiye’de değil de Mars’ta filan mı yaşadın?
Bu iktidarın eleştirilecek onlarca hatası varken,hala askerin üzerinden siyaset yapmak/yazı yazmak/fikir üretmek ne çeşit bir hastalıktır?Acaba diyorum bunların bilinçaltında hala bir gün gelecek asker yine egemen olacak,iktidar sahibi olacak korkusu mu var?Yoksa koskoca profesör neden yazar ki böyle bir yazıyı?Demokrasi kültürü mü eksik yoksa bilgisi mi?
”…YAŞ kararlarının alındığı geleneksel toplantılar hala yapılıyor, ancak oturma biçimi geleneklerden farklı. Ülkede uzunca bir süredir fiilen sürdürülen “Başbakanlık Sistemi” YAŞ toplantısında adeta ilan ediliyor ve artık kendilerine kibarca “yandaş” adını verdiğimiz iktidarın hukuk dışı uygulamalarının destekçisi 2. Cumhuriyetçi tayfa bu durumu “sivilleşme” diye yutturmak için takla üzerine takla atıyorlar.”
2.Cumhuriyetçilere taklacı derken koskoca profesörün düştüğü durumun yorumunu sizlere bırakıyorum,tabii ki akl-ı selim ve partizanlıktan uzak düşünenlere.Nitekim Sayın Kılıçdaroğlu’da çok yerinde bir çıkışla yukarda paylaştıklarımı söylemiş bu konuda.(Yarın ben onu kastetmemiştim demezse tabii.)
”Evet ülke bir darbe yaşadı. Asker geldi, demokrasiyi askıya aldı. Demokrasi karanlık bir tünele girdi, ancak o tünelin bir ucu vardı ve bir ışık görünüyordu o uçta. Bugün ülke yine bir darbe yaşıyor. Bunu Meclisin çoğunluğunu ele geçirmiş, arkasında toplumun yarısının iradesinin olduğunu iddia eden sivil güç yapıyor ve girilen karanlık giderek koyulaşıyor, ne zaman normalleşeceğimize dair en küçük ne bir işaret, ne de tünelin ucu ve ışığı var.”
Hiç yüzü kızarmadan 12 Eylül darbesini aklayarak ,durumu o dönemden daha kötü göstermeye çalışıyor ama mensup olduğu partinin genel başkanı daha sözleri kağıda dökülmeden onu yalanlıyor.Bu nasıl bir çelişki böyle?
Demokrasiye inanıyorsanız hazmedeceksiniz kardeşim,ben emekli bir asker olarak hazmediyorum sizlerde postallı birer sivil olarak hazmedeceksiniz.Bu Sayın R.T.Erdoğan’da Başbakan olsa böyle,sayın Kılıçdaroğlu yada sayın Bahçeli veya herhangi biri de olsa böyle olacak.Hala halkı anlamamakta direnen,sayın Özal’ın,Demirel’in,Menderes’in,Erdoğan’ın NEDEN ve NASIL iktidar olduğunun ayırdına varmayanlar hep kaybedecek.
08 Ağustos 2011 01:18
“Demokrasiye inanıyorsanız hazmedeceksiniz kardeşim…
…
Hala halkı anlamamakta direnen,sayın Özal’ın,Demirel’in,Menderes’in,Erdoğan’ın NEDEN ve NASIL iktidar olduğunun ayırdına varmayanlar hep kaybedecek.”
Asker veya askerlikle alakası olmayan bir vatandaş olarak askere yapılanları ne yazık ki ben hazmedemiyorum.
Demokrasinin şura’da oturma düzeni veya başbakanın borusunu öttürmesi veya MSB’na bağlanma meselesi, veya 35. maddenin kaldırılması gibi konulara endekslenmesini çok yüzeyel ve anlamsız tartışmalar olarak görüyorum.
Darbenin yasasımı olur ya hu? 35.madde kalksa ne olacak, MSB’na bağlansa ne olacak?
Askerin siyasetten uzaklaşması elbette demokratikleşme için çok önemli bir unsur. Ama asker bunu istemese acaba mümkün olur muydu? Komutanlar başbakanın kasımpaşalı tavrından mı ürktü? Yoksa zaten askerin siyaset dışına doğru bir eğilimi zaten mevcut mu?
*************************
Sayın Özal, Menderes, Demirel ve Erdoğan’ın NEDEN ve NASIL iktidar olduğunun ayırdına vardığımı düşünüyorum.
1. Çeşitli cemaatlerle işbirliği olabilir mi?
2. Çoğu mutaassıp olan ülke vatandaşına üstü kapalı dini ama ılımlı mesajlar vermeleri olabilir mi?
3. Vatandaş, solcular (CHP) dinsizdir, koministtir diye şartlandırılmış olabilir mi?
Neden bu ülkede sol partiler dünya genelinin aksine ağızlarıyla kuş tutsalar bile %30-35’in üstüne çıkamaz onu sormak lazım…
40 yıldır iktidar olmayan CHP neden ülkenin tüm olumsuzluklarının (hatta darbelerin) müsebbibi olarak görülür onu sormak lazım.
Ülkenin geri kalmışlığından, antidemokritikliğinden vs. dem vurulurken neden yıllarca Menderes, Demirel, Özal, Erdoğan’ın iktirdarda olduğu akıllara gelmez…. onu sormak lazım.
Neden iktidar olan partilerin oy tabanının %70’i ilkokul mezunu veya daha eğitimsizdir… onu sormak lazım.
Bağımsız internet anketlerinde CHP AKP’ye toz yuttururken, neden sandığa gidince tam tersi çıkar… onu sormak lazım. Acaba internet kullanıcıları başka ülkede mi yaşıyor? Yoksa eğitim ve kültür seviyelerinde, dünya görüşlerinde fark var mı? Onu sormak lazım.
Çok yüzeyel ve hatalı bir değerlendirme…
Yaşananları ben demokratikleşme olarak değil; itibarsızlaştırma ve güç mücadelesi olarak görüyorum.
Askerin siyasetten uzaklaştırılması, bakanlığa bağlanması, başbakanın emrinde olması vs. hepsi benim için olağan şeyler. Ama derler ya… her yiğidin bir yoğurt yiyişi var. Döve döve yapılması pek çok olumsuzluğu da beraberinde getirecektir.
Yaşananlarda başbakanın gösterdiği olgunluğu ve polemiklerden uzak durma tavrını ne yazık ki “yandaş basın” göstermedi… gösteremedi.. Zil takıp davul çalıyorlar… “Karpuz kesip”, şerbet içiyorlar.
Kısacası sivil diktatoryaya çanak tutan bir kesim oluştu ve her fırsatta bunu pompalamaktan geri durmuyorlar.
Sonumuz hayrola…
08 Ağustos 2011 14:38
Sayın Olasılıksız ve Kemal beyler,
Yanıt yazmışsınız ama tabii benim söylediklerim ve itiraz ettiğim zihniyet hakkında değil de kendi görüşleriniz doğrultusunda yazmışsınız.Yazabilirsiniz ,bunda ters bir durum yok,hepimiz burada bir çeşit aydınlanma yaşıyor ve yazıları çirkinleştirmediğimiz (örneğin ben) sürece birşeyler öğreniyoruz.
Şimdi benim karşı çıktığım görüş,profesör olmuş,biryerlere gelmiş bir yazarın ” Bugün ülke yine bir darbe yaşıyor. Bunu Meclisin çoğunluğunu ele geçirmiş, arkasında toplumun yarısının iradesinin olduğunu iddia eden sivil güç yapıyor ve girilen karanlık giderek koyulaşıyor, ne zaman normalleşeceğimize dair en küçük ne bir işaret, ne de tünelin ucu ve ışığı var.” cümleleri ile yansıtılmış düşünceleri.Yazdığım yazı da tamamen bu yazıya yanıt niteliğinde.Bana göre ”meclisin çoğunluğunu ele geçirmiş” cümlesi sorunlu ve haince bir yaklaşım.Sanki Meclis tahakkümle ele geçirilmiş gibi. ”..arkasında toplumun yarısının iradesinin olduğunu iddia eden sivil güç ” yaklaşımı ise iradeye açıktan saldırı niteliği taşıyor.Dediğim gibi bu ve benzeri zihniyetler sayesinde daha çok ANAP, AKP vs iktidarı göreceğiz kuşkunuz olmasın.
Anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler için yineleyeyim,benim yazımın ana fikri ,sizlerinde anladığı üzre ” Demokrasiye inanıyorsanız hazmedeceksiniz kardeşim, ben emekli bir asker olarak hazmediyorum sizlerde postallı birer sivil olarak hazmedeceksiniz.Bu Sayın R.T.Erdoğan’da Başbakan olsa böyle,sayın Kılıçdaroğlu yada sayın Bahçeli veya herhangi biri de olsa böyle olacak.Hala halkı
anlamamakta direnen,sayın Özal’ın,Demirel’in,Menderes’in,Erdoğan’ın NEDEN ve NASIL iktidar olduğunun ayırdına varmayanlar hep kaybedecek.” cümleleridir.Evet hazmedeceğiz ve sivil iktidara saygı duyacağız bu kadar basit.Bu iktidar sahibi bugün Sayın Erdoğan olur ,yarın Sayın Bahçeli olur sonuç değişmez, değişmemelidir. Zaten benim anladığım, problemi asla iktidara gelemeyeceğini tahmin edip bundan dolayı huysuzlananlar çıkarıyor.
Sayın olasılıksız ”Neden bu ülkede sol partiler dünya genelinin aksine ağızlarıyla kuş tutsalar bile %30-35′in üstüne çıkamaz onu sormak lazım…” demiş, ben bunun analizini birkaç konu önce kendimce yapmaya çalıştım,söylediklerimin çoğu yaşandı/yaşanıyor.CHP düşmanı diyen bir kaç sığ yaklaşım haricinde akl-ı selim bir yanıt almadım.Şimdi tekrar uzun uzun yazmanın gereği yok ama kısaca özetlersem;
*Ahlak temelli politika üretip,gerçek yaşama entegre ederseniz,
*Onun bunun avukatlığını değil de 70 yıldır ihmal ettiğiniz halkın avukatlığını yaparsanız,
*Lider sultasıyla değil de delege ve üyelerin seçtikleri adaylarla seçime girerseniz,
*Halk için doğru projeler üretip,halkın yumuşak karnını yakalarsanız(bakınız aile sigortası),
*İnkar politikasını bırakıp,geçmişte başka iktidarlarca dahi yapılmış olsa doğru yapılan herşeyin hakkını adil olarak verirseniz,
*Yalana,palavraya dayalı geçmişin politik kurnazlıklarına düşmezseniz,
*Halkı içtenlikle inandıracak bir parti programı hazırlar ve sunarsanız,
*Teba ve biat kültürüne taviz vermezseniz,
*Partinizdeki hizipleri,parti içi muhalefet çerçevesine getirirseniz,
*Kızılelma,turan,ulusalcılık vs gibi palavraları bir kenara koyup,ayakları yere basan akılcı politikalar üretirseniz,
*Faşizme değilde gerçek sol politikalara sarılırsanız,
*Militarizmi açıkca ve net bir şekilde reddederseniz,
*Soygun ve talana karşı aklıbaşında önlemler alacağınıza halkı ikna ederseniz,
*Dokunulmazlıkları kaldıracağınıza dair gerçekçi argümanlar koyarsanız,
*Azınlıkları,ötekileştirdiklerimizi,ezilenleri kucaklayacağınıza dair ışık verirseniz,
*Özgürlüklerin sözde değil özde savunucusu olursanız,
*Barışı sağlayacağınıza dair sağlam temelli planlarınız varsa,
*Holdinglerin değilde halkın iktidarı olmayı seçerseniz,
*Cüzdan ve vicdan arasına sıkışmazsanız,
*AB ve dış politika konusunda tutarlı ve inançlı olursanız,
*Aklıselim ve gerçekçi ekonomik politikalarınız ,kadronuz varsa,
*Hepsinden önemlisi şeref,haysiyet,onur,dürüstlük gibi kavramları partiye gitmeden önce evdeki askılıkta bırakmazsanız…
Bu halk size oy verir ,mealinde,ama daha detaylı yazmıştım.
Talleyrand , Napolyon’a şöyle demiş; “Süngülerle her şeyi yapılabilirsiniz efendim, ama üzerine oturamazsınız.” Yani süngüyle iktidarınızı sürdüremezsiniz.
Maalesef bunu hala anlayamayanlar var ve anlamamakta ısrar ettikleri sürece gidişat onlar açısından hiçte içaçı olmayacak.
Sevgiler.
08 Ağustos 2011 18:38
demokrat,
Sen DYP, ANAP, AKP vb. bu yazdıklarını uyguladıkları için mi oy aldılar/alıyorlar zannediyorsun?
Çok çok yanılıyorsun.
Kolay gelsin …
08 Ağustos 2011 19:52
Benim temel argümanım her seferinde askerin işaret ettiği,dayattığı partilerin muhaliflerinin oy aldığı yönündedir.Bunun 1960 ertesi,1971,1980 ve daha sonrası seçimlerde tezahür ettiğini görmemek için ya kör ya da dünyadan bi haber meczup olmak gerekir.Yoksa daha fazla oy alan partilerin bu saydıklarımı tam olarak yapmış/yapmakta olduğu anlamı çıkmaz.Ha ne çıkar,onu da söyleyeyim halkın biraz daha bilinçlendiği, ezilmiş/mağdur görünenin yanında her zaman yer aldığı ve yönlendirmeye/güdülmeye korkunç bir öfke duyduğu çıkar.
Bu fikirlerimi uygulayabileceğini ispat edebilecek bir sol parti de oy alır, yoksa diğerlerinden bir farkı neden oy versin ki halk?
09 Ağustos 2011 00:46
demokrat,
Temel argümanını kullanarak bana şu soruları cevaplayabilir misin?
* Neden askeri müdahale sonrası genellikle sol ve aydınlar darbe yerken dinci gruplar palazlanmıştır?
* Neden Gülen 12 Eylül’ü alkışlamıştır?
* AKP’nin mağduriyeti ortadan kalkmasına defalarca söylediğinin tam tersini yapmasına rağmen nasıl olup da bilinçli halkımızdan oy almaya devam etmektedir?
* Tüm medyayı kontrol altında tutan AKP’nin yıllardır süren yönlendirmesine karşı duyulan korkunç öfke nerededir?
* Neden eğitim düzeyi yükseldikçe CHP’nin oy oranı artmaktadır?
Bir de, bu kör ve meczup kardeşinle darbeler sonrası askerlerin hangi partileri nasıl dayattığına dair kaynaklarını paylaşabilirsen çok mutlu olurum. Gözlemleyebildiğim tek darbe olan 80 darbesinde dayatılan anayasa halkın olağanüstü karşı çıkışıyla %98 oy aldı. Önceki darbelere de yaşım yetişmiyor. Kaynaklarını paylaşabilirsen çok sevineceğim. Okuyup aydınlanmak istiyorum.
09 Ağustos 2011 12:01
”kör ve meczup” sözünü sana hitaben değil de genel anlamda söylemiştim.
Çok partili rejime geçilmesinden sonra yapılan 1950 seçimlerinde CHP yerini demokrat partiye bıraktı % 55.2(Askeri politikaların ve tek partili sistemin iflası diyebilirsin.)
1961 Darbeye rağmen DP’in devamı olduğunu ileri süren AP % 52.87 oy aldı.
1983 Darbeye ve darbecilerin MDP yönlendirmesine rağmen ANAP sürpriz bir şekilde % 45.1 oy aldı.
2002,2007 ve 2011 seçimlerini takip etmişsindir umarım.Tüm darbe vs söylentilerine ve karşı propagandaya rağmen AKP halen iktidarda…
Bir de dil sürçmesi oldu herhalde; ” halkın olağanüstü karşı çıkışıyla %98 oy aldı.” derken, yoksa senin o günkü şartları değerlendirmekten yoksun olduğunu düşünmek bile istemiyorum.Değil mi?
09 Ağustos 2011 13:11
demokrat,
Cevabın için teşekkür ederim. %98 konusunda yaptığım ironi yerini bulmuş anlaşılan. Peki o günkü şartları gayet güzel değerlendirebiliyorsun da şimdiki şartları neden değerlendiremiyorsun acaba?
O zaman da basın darbeciler aleyhine yazı yazamıyordu, gazeteciler tutuklanıyordu, bu gün de kimse hükümete karşı kalem oynatamıyor. Gazeteciler yine içeride.
O zaman DGM’lerde insanlar düşünceleri yüzünden yargılanıyordu, şimdi de özel yetkili mahkemeler var. Aydınlar yine içeride.
O zaman darbecileri alkışlayanlar şimdi hükümeti alkışlıyor. Köşeyi dönüp malı götürüyorlar.
O zaman silah olarak tanklar vardı, şimdiki silah ise medya ve bilgi. Bu “silahlar” darbe yapmak için, toplum üzerinde baskı kurmak için kullanılıyor.
Söyler misin demokrasi nerede? Özgürlükler nerede? 30 yılda bir arpa boyu yol almadıysak askerlerin vesayeti bitmiş veya bitmemiş ne farkeder?
Oturup kırk yıldır oy alamayan muhalefeti tartışacağına dokuz yıldır sahip olduğu iktidarla memlekette olumlu ve olumsuz her şeyin tek sorumlusu olan iktidar partisini tartışmaya ne dersin?
09 Ağustos 2011 13:54
”O zaman da basın darbeciler aleyhine yazı yazamıyordu, gazeteciler tutuklanıyordu, bu gün de kimse hükümete karşı kalem oynatamıyor. ”biraz abartı olmamış mı,kendi söylediğine kendin inanıyor musun? Muhalefet eden yüzlerce yayın organı var hatta burada bile çarşaf çarşaf yayınlanıyor.Artık gazetecilik sadece kağıtla yapılmıyor,okurum diyorsan ben sana isim vereyim bir kaç tane;
Hürriyet,Sözcü,Kısmen Milliyet,Radikal,Birgün,Kısmen Akşam,http://haber.sol.org.tr/postal,Devrim,sosyalizm tanımlı yüzlerce site,Odatv,Milli Gazete,Yeniçağ,Evrensel,Cumhuriyet
Ulusal kanal-Aydınlık,Art,Atv,Özgür Gündem,Ortadoğu,Bir sürü yerel tv ve gazete,Mesaj,Tüm sözlük siteleri,Türksolu,Onlarca Kemalist site,Muhalifgazete.org/com,Atatürk isimli yüzlerce site, Sendika siteleri, http://muhalifyorum.wordpress.com, http://www.gercekgundem.com…Binlerce var nasıl yazayım hepsini,hal böyleyken bu suçlama asılsız ve faşizandır.Problem tiraj ve okunmadır ki bunun da sebepleri tartışılır.
Zahmet edip yazmışsın da benim şu yazdıklarına muhalefet eden bir yazımı gösterebilir misin?
”O zaman DGM’lerde insanlar düşünceleri yüzünden yargılanıyordu, şimdi de özel yetkili mahkemeler var. Aydınlar yine içeride.
O zaman darbecileri alkışlayanlar şimdi hükümeti alkışlıyor. Köşeyi dönüp malı götürüyorlar.
O zaman silah olarak tanklar vardı, şimdiki silah ise medya ve bilgi. Bu “silahlar” darbe yapmak için, toplum üzerinde baskı kurmak için kullanılıyor.”
Bekliyorum.
(Aydınla darbeseverleri karıştırma ama)
…
09 Ağustos 2011 21:50
demorkat,
İstersen yandaş olan ve olmayanı karşılaştır bir de televizyon kanallarına bak sonra tekrar konuşalım. Sen bu yapılana “muhalefet” mi diyorsun? Muhalefetteki CHP’ye bile iktidara karşı yapılandan daha çok muhalefet yapılıyor bu bahsttiğin medyada.
Bir de yandaş, dinci, cemaatçi internet sitelerine bak. İnternet andıcı falan yanlarında ilkokul dönem ödevi kalır. Git karşıdevrim’e sor, sana organizasyonlarını anlatsın.
Evet, otuz yıl önce internet yoktu, basını kontrol etmek çok daha kolaydı. Şimdi kontrol için farklı yöntemler uygulanıyor. El koyulup yandaşa verilen gazeteler, televizyonlar. Trilyonluk vergi cezaları. Kovulan görevden alınan, çalışamaz hale geldiği için istifa eden gazetecilerin haddi hesabı yok. Sen hala abarttığımı düşünüyorsun. Az bile söylüyorum. Bahsettiğin medyada, özellikle büyüklerde, her “muhalif” yazıda bir dizginlenme, otosansür, korku. Her eleştiride bir özür var. Sen hala bunları yazdığım için bana faşist diyorsun. Eğer birini faşist olmakla suçlayacaksan durum tespiti yapana değil bu duruma yok açana bak.
Bahanen hazır. İşine gelmeyene “darbesever” yaftası vur gitsin. Haa o mu? O aydın değil canııım, darbe sevdalısı. Sonra da demokratım diye dolaş dur ortalıkta.
İnterneti kontrol etmek biraz daha zor. Biraz palazlanan OdaTV aşağıya indirildi ama dediğin gibi çok fazla site var hepsini kontrol altına alıp bir yandan da “biz demokratız” demek kolay değil. Yine de o konuda da çalışmalar hızla devam ediyor, merak etme. Örneğin “mahkeme kararıyla” binlerce site kapalı. Youtube gibi bir site bile aylarca (yıllarca?) kapalı kaldı. Her servis sağlayıcıya filtre altyapısı kurma ve filtreyi aşanları tespit etme yükümlülüğü getirildi. Servis sağlayıcılar filtrenin içeriğini bile bilmeden hatta göremeden uygulamakla yükümlü (teknik detayları konu dışı bilmek istersen ayrıca açıklarım). Bloklamalara karşı bir itiraz makamı ise yok. Tepki ve teknik sebepler nedeniyle Ağustos tarihi Kasıma ertelendi, yönetmelik rötuşlandı, ama altyapıda değişen birşey olmadı. Bu filtrelerin ve altyapının zamanı geldiğinde muhalif sesleri susturmak için kullanılacağından hiç şüphen olmasın. Bu sefer DNS ayarı değiştirme falan da kurtarmayacak. Sonra söylemişlerdi dersin, ama erişebildiğin yandaş sitelerde sesini duyurabilir misin onu bilemem.
Kolay gelsin …
09 Ağustos 2011 22:27
Arada bir doğru sözlerin var ama belli ki kendin bile farkında değilsin.Öcü sizlerin gözünü çok korkutmuş,geçmişte de üç vakit içinde komünizm geliyor safsatası vardı üç fidanı astılar alçakça.Şimdi bu moda.Şeriat geliyor doğrayacaklar hepimizi.
Bu arada ‘faşist’ ve ‘söylemin faşizan olması’ aynı şeyler değil.
Ayrıca beklentimi de usta bir manevrayla pas geçmişsin sanki…
10 Ağustos 2011 01:02
demokrat,
Senin beklentilerine cevabımı hazırladım. Sen benim sorduğum ve cevapsız bıraktığın onlarca soruya bir el at önce.
Eğer AKP 9 yıldır iktidarda olmasaydı, her balkon konuşmasında verdiği o güzel sözleri her seferinde unutmasaydı. Söylediği ve yaptığı biribirini tutsaydı, kendinden olmayanların haklarına saygı duyguğunu sadece lafta değil uygulamaları ile de gösterseydi o zaman sana hak verirdim. Eğer bu olanların iyi olduğuna, yazdıklarımın abartılı olduğuna inanıyorsan asıl sen kendini kandırıyorsun. Asıl birisi seni asker ve darbe ile fena halde korkutmuş. Aman asker gelmesin diye feda etmediğin birşey kalmadı.
Ben öcüden korkmam ama mantıksız, düşünmesini bilmeyen insandan korkarım. Onlar sorgulamaz, düşünmez, sadece kendisine söylenileni yapar. Bu insanlardan oluşan bir toplum çürüyerek dağılmaya mahkümdur. Problemleri tespit edip, sorgulayıp çözüm bulacak kimse kalmamıştır çünkü. Baştaki tökezleyince tüm sistem dağılır, gider. Bu tanıma yakın oldukları için emir komuta zincirinden oluşan askeri yapıları, biat kültürüne dayalı dini organizasyonları ve tek parti/tek adam faşistliğini her koşulda reddederim. Özgürlük ve bağımsızlık kimseye emanet edilemeyecek kadar değerlidir çünkü.
Kolay gelsin …
Those who would give up essential Liberty, to purchase a little temporary Safety, deserve neither Liberty nor Safety.
10 Ağustos 2011 11:57
Can,
Eğer adam gibi soru sorarasan yanıtını alırsın,boş şeylerle uğraşırsan,okuduğunu anlamazsan ya da bilerek tartışmayı başka yerlere çekmeye çalışırsan ne diye yanıt vereyim.Hem zaten ben ne yazarsam yazayım sen istediğin gibi algılıyorsun.
En basitinden her yazdığım eleştiriye AKP şöyle,cemaat böyle filan diye yanıt veriyosun,bana ne kardeşim AKP’den ,cemaatten ,böyle abuk sorular sorarsan yanıt alamazsın tabii ki?Ben durum tespiti yapıyorum,bazı şeyleri sizden iyi bilmem kadar doğal birşey olamaz.Ben şimdi kısıtlı bilgimle sana bilişim öğretebilir miyim?Asla denemem,iddia da etmem.Ama bu blog da bunu yapan kadar çok insan var ki? Benim ‘görünenin’ iyi taraflarını ele alıp,biraz romantik yaklaştığımı iddia edebilirsiniz ama daha fazlasını asla.Sen ise ‘görünenin’ nispeten kötü taraflarını ele alıyorsun ve çevrenin/okuduklarının gazıyla sanki biraz abartıyorsun.Dikkat ettiysen ele aldığınız ‘bozuklukların’ çoğunu yanıtlamıyorum,aksini iddia etmiyorum.Ama bu susmayı(ya da şöyle diyeyim memlekette olagelen güzel şeyleri ele aldığımda)hep başka türlü çıkarımlar yapıp ona göre değerlendiriyorsun/nuz.Asıl at gözlüğü budur ve bu blogda maalesef böyle çok var.
10 Ağustos 2011 17:08
demokrat,
Bazı şeyleri daha iyi bilirim mantığı da neden kör olduğunu açıklıyor. Her yorumunda mutlaka muhalefete veya TSK’ya laf atan biri olarak Bana ne kardeşim AKP’den ,cemaatten ,böyle abuk sorular sorarsan yanıt alamazsın tabii ki demen de çok komik olmuş. Ben yine de senin beklediğin cevabı vereyim:
Yargı (DGM vs Özel yetkili mahkeme) konusunda, Öncelikle Özel yetkili mahkemeleri ve olan hukuksuzlukları hazmettin. Verdiği bariz taraflı kararlara rağmen HSYK’nın daha demokratik bir yapıya kavuştuğunu iddia ettin (kafandaki demokrasi tanımı hazmetmek üzerine kurulu olduğu için şaşılacak bir şey yok belki de).
O zaman darbecileri alkışlayanlar şimdi hükümeti alkışlıyor. Köşeyi dönüp malı götürüyorlar. Cümlesine hiçbir zaman muhalefet etmedin. Hükümeti alkışlamaya ve savunmaya devam ettin.
Medya ve bilginin silah olarak kullanılması konusunda da asıl büyük silahları ve onların nasıl kullanıldığını görmezden geldin. Askerin kurmaya teşebbüs ettiği su tabancası gücünde bir avuç İnternet sitesine kilitlendin. Biliyor musun daha yeni TRT Adile Naşit’i sansürlemiş. Al sana devlet televizyonundan kendi halkına karşı psikolojik savaş.
Bu nedenle, kendi tek taraflı bakış açını ve önyargılarını gözden geçirmeden başkalarına laf etme, komik oluyorsun. Yorumu anlayacağın dilden bitireyim:
Bana ne kardeşim TSK’dan CHP’den. Sıtmaya da ölüme de razı olmam. Bu ülkeyi 10 yıldır kim yönetiyorsa olan biten için ondan hesap sorarım.
Sana hayatta başarılar…
10 Ağustos 2011 18:30
Bu kafayla değil yönetenden hesap sormak,restoranda bile hesap soramazsın.
Kimbilir hangi nedenle içinde kalmış olan militarist duyguları böyle açık etmenden belli ki ders almıyorsun, en kötüsü bilmiyorsun ve bilmediğini de bilmiyorsun. Üzgünüm senin adına,bundan sonra bir ”peki” yeter sana…hatta fazla bile…
hımmm.
10 Ağustos 2011 19:37
Ben militarist olmuşum arkadaşlar. Sakın anneme söylemeyin…
Sen restoranda hesap sormak için garsona mı fırça atarsın yoksa aşçıya mı girişirsin demokrat. Ben patronu çağırmaktan bahsediyorum.
Her taşın arkasında komplo arayıp sağa sola “bilmiyorsunuz” diye saldıracağına bilmediğimiz gerçekler nedir onu açıklasan, biz de öğrensek keşke. Şu gizem perdesini kaldırsak artık.
Adım adım neden sonuç ilişkileriyle, ucuz propagandaya kaçmadan söylesen bana nerede hata yaptığımı? Neyi gözden kaçırdığımı. Ben de o zaman, eğer varsa, senin gözden kaçırdıklarını söylerim.
Ne dersin?
10 Ağustos 2011 20:25
Komplo filan aramana gerek yok herşey yıllardır ortada zaten,hiçbir dönem bu kadar şeffaf olmamıştı.
Mesela bunu kaçırmışsın,öbür konu başlığında birşeyler sayıklıyorsun ama anlaşılmıyor;
‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ davasının tutuklu sanığı Albay Dursun Çiçek, ‘İnternet andıcı gerçek bir belgedir’ dedi.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1058529&CategoryID=77
Bunu da kaçırmışsın mesela;
”Kemal Bey “İnternet andıcının savunulacak tarafı yok, hükümet aleyhinde faaliyet göstermek nerede görülmüş bunu Genelkurmay değil, başka bir kurum da yapsa suçtur. Bakın CHP olarak biz somut delile, bilgi ve belgeye dayalı davaları ayırıyoruz. ”
http://www.gercekgundem.com/?p=391880&com=all
Bu nu da;
Genelkurmay, savcılığın bir sorusu üzerine gönderdiği bir yazıda, söz konusu sitelerde yayınlanan haber ve yazıların ‘kurumsal olarak onaylanmasının mümkün olmadığını’ aktarıyor.
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1167400&title=genelkurmay-o-sitelerdeki-yayinlar-kabul-edilemez
Bu da önemli, kaçırma;
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/tskdan-kimyasal-necdet-aciklamasi-haberi-45318
Senin hiç toplu mezarın oldu mu?Bak istersen ,bunlardan çok var doğuda;
http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/08/10/tuncelide.toplu.mezar.acilacak/625678.0/index.html
Daha eskilere gidelim istersen; 9 Ekim 1971’de başkanlığını Ali Elverdi’nin yaptığı, iddia makamında Baki Tuğ’un bulunduğu ASKERİ MAHKEMECE
TCK’nin 1461. maddesi gereğince, “Anayasayı değiştirmeye, Meclis’i yıkmaya teşebbüs” ettikleri gerekçesiyle idama mahkûm edildi.
http://www.gercekgundem.com/?p=369398&com=all
Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti’de siyaset yapan Menderes, 27 Mayıs darbesi’nin ardından, 17 Eylül 1961 tarihinde asılarak idam edilmiştir[1]. Türkiye Büyük Millet Meclisi
1990 yılında çıkardığı yasayla, Menderes ve onunla beraber idam edilenlere itibarlarını iade etmiştir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes
Teoman’ın Evren’e olan tepkisinin ardında kuzenin o dönemde yaşı büyütülerek idam edilmesi yatıyor.O isim ise yaşı büyültülerek idam ettirilen Erdal Eren.
http://www.hurriyetport.com/magazin/teoman-in-kuzeni-erdal-eren-80-li-yillarda-yasi-buyutulerek-asildi.
Ben sana ne göstereyim,herşey ayan beyan ortadayken,
bakarsın ,
görmek istediklerini görürsün,istemediklerini görmezsin
Kör olup olmamak senin elinde…
09 Ağustos 2011 01:52
Sevgili demokrat;
Ahmet Altan’ın 2007 yılında taraf’tan önce yazdığı bir yazı vardı. Sanıyorum Blogda paylaşmıştım. Aradım ama şimdi bulamadım.
Daha o zaman dan “Beyaz Türkler” ‘in bir daha iktidar olamayacağını yazmıştı. 12 Eylül referandumu sırasında yandaş kanallardan birinde adını şimdi hatırlayamadığım bir profesör konuşuyordu. O da “Pagan” Türkler diye nitelediği kesimin, birdaha iktidar olamayacağını söylemişti.
Hangi Demokraside yazar bunlar acaba!!!! Yani bir daha sıra Bahçeli ‘ye, Kemal Bey’e falan gelmeyecek. Prof. anlatmak istediği de bu zaten.Bunlar gitmemek üzere geldiler.Üstelik sistemin bütün nimetlerinden faydalanarak.
Yazınızın sorunlu bölümü bence, “Demokrasi’ye inanıyorsanız hazmedeceksiniz kardeşim”.
Demokrasi, çoğunluğun azınlığa tahakkümü müdür ki, hazmedeceğiz? Nasıl bir demokrasi anlayışı sizinki, üstelik nicki “demokrat” olan birinin demokrasi anlayışı
Hangi demokrasi? Siz şu yaşadığımız rejime demokrasi mi diyorsunuz? Faşizm nasıl bir şeydir o zaman acaba?
Yapmayın dostum. 9 yıldır kafamız karıştırıldı. Bütün kavramlar alt üst edildi, içi boşaltıldı, anlamı kaydırıldı. Bari siz yapmayın.
Sevgili Olasılıksız, tesbitlerinin hepsine eksiksiz katılıyorum. Teşekkürler.
09 Ağustos 2011 11:11
Trekking,
Hocanın yukarda sözettiğim hatta etmediğim onlarca sorunlu ve demokrasi dışı söylemi varken benim çıkardığım sonuca takılmanız beni hayal kırıklığına uğrattı.Sizden beklemezdim.
Benim yazdıklarımın neresinden çoğunluğun azınlığa tahakümünü hoşgördüğüm sonucunu çıkarıyorsunuz.Siz ”profesörün anlatmak istediği onlar derken”, bu sonuca ”meclisin çoğunluğunu ele geçirmiş” cümlesinden mi vardınız yoksa Başbakan ve Genelkurmay Başkanını adeta bir tür eşbaşkan olarak gödüğü cümlelerinden sonra mı vardınız?Demokratik bir ülkede olması gerekeni herkesten sonra sayın Kılıçdaroğlu’da söyledi.Ama nedense benim farklı cümlelerle ifade ettiklerim zorluyor biraz beyinleri.
“Demokrasi’ye inanıyorsanız hazmedeceksiniz kardeşim” cümlesi sayın bayanın yazısına verilmiş bir yanıttır ,çarpıtma ve hezeyanlarına karşı dayanamamaktır.Yoksa bu ülkede herşey güllük gülistanlık anlamına gelmez.Ne anlama gelir,söyleyeyim,eskisinden evladır anlamına gelir,ölümden ziyade sıtma anlamına gelir,demokratikleşme anlamında mesafeler alındı anlamına gelir vs vs.En sonunda da, Hopa’yı buraya taşıyan,pankart davalarını buraya getiren bir blog yazarına yapılan haksızlık anlamına gelir.Evet hazmedecekler, hazmedeceğiz ,halk seçti çünkü,darbeyle ya da tepeden inme gelmediler.Artık çiğnenmiş sakız olarak bile değeri kalmamış -eğitimsiz halk- söylemlerine girerek elli yıllık hoş ve boş entel kıraathanesi geyiklerini devam ettireceksek,aydınlar olarak bir arpa boyu yol alamamışız demektir.Kaldı ki halkı eğitimsiz diye demokrasiye ara veren bir Avrupa ülkesi duymadım daha.2011 yılında konuştuğumuz konuya bakın.Hangi demokrasi kuralında yazar az eğitimlilerin seçtiği sayılmaz diye.Önemli olan halkı ikna etmektir.Ben de sizin gibi çok şaşırıyordum önceleri, bu kadar cefa çeken,bu kadar darbe gören halk neden sola bir türlü iktidarı vermez diye,ama işte biraz okuyup,biraz da tarafsız gözle bakmayı denediğimde ayan beyan görüyorum neden oy vermediğini.Bu ülkede gerçek bir sol parti (kitle partisi) yok maalesef.Ayrıca bunları tartışmıştık zaten.
Sevgiler.
09 Ağustos 2011 21:45
Sayın demokrat;
Linkini şimdi bulamadım ama seçimden hemen sonra yapılan bir ankette halkın %70’inin tek kişinin güçlü olduğu bir iktidarı diğerlerine tercih ettiği sonuçu çıkmıştı.
Yani bu halkın %70’i bilinçli veya bilinçsiz padişahlık, diktatörlük veya RTE türü yönetimleri olağan buluyor… hatta tercih ediyor.
“Eğitimsiz halk” eleştirilerini sakız gibi çiğneyip bir tarafa atamazsınız. Bu bilimsel olmaz. Tam aksi olması gerekirken eğitim durumu ile partilerin oyları arasında bir korelasyon mevcut ise ya bu korelasyonun olmadığı, yanlış olduğu gösterilmeli, ya da nedeni analiz edilmelidir. Eğitimsizin oyu daha az kıymetli olduğu için değil, oy verme kriterleri farklı olduğu için analiz edilmelidir.
Hepimizin gayet iyi bildiği gibi, eğitimsiz insanları sürüklemek, kandırmak eğitimli insanlara göre daha kolaydır. Eğitimli, zeki insanları lafla, sözle kandırmak “herding cats” misali pek mümkün olmaz.
Daha öncede belirttiğim gibi, AKP’nin seçim başarısını “demokratikleşme” becerisine bağlamanızı çok yetersiz bir analiz olarak görüyorum. O zaman, hiç iktidara gelmeden önce %40 oy almış olmasını nereye bağlayacağız?
Herşeyde olduğu gibi, neden sonuç ilişkisi önemlidir. Siyasetteki sonuçların nedenlerini de doğru belirlemek gerekir. Çevrenizde seçimde oy kullanmış olanlardan kaç tanesi adayı bilerek veya parti programından etkilenerek oy verdi?
Tüm siyasetçilerin, anketçilerin vs. söylediği gibi yüzer gezer %10-15 civarında bir oy var. CHP gibi bir parti bu oyların tamamını elde etse %40’ı ancak bulur. Demek ki teziniz pek doğru değil! MHP gibi radikal ideoloji partilerinin %10 üstünde oy almaları ise zaten başarı sayılır.
Hazım meselesine gelince… ben sizin kadar demokrat değilim. Yaşananları hazmedemiyorum. Çünkü demokratikleşme değil, tam tersine diktatörleşme yolunda hızla ilerlediğimizi düşünüyorum. Her gün başka bir rezillik görüyoruz. D.Feneri savcılarına 1 hafta içinde jet soruşturma, diğer 1000 küsür şikayet için hiç bir şey yapma… Hangi demokratikleşme kriteri bu?
Şurada yorum yazarken eminim ki pek çok kişi tırsarak yazıyor. Akıllarında, başlarına bir şey gelir mi diye sürekli soru işareti oluşuyor. Bir sürü gazete örneği vermişsiniz. Çoğu, sınırlı izleyicisi olan hepsini toplasanız tirajı 50-100 bin etmeyecek yayın organları…
Peki hürriyet, milliyet, akşam, sabah, habertürk, cnn, ntv vs. gibi daha popüler yayın organlarında neden parmakla gösterecek kadar az muhalif ses kaldı? Benim bildiğim, gazeteciler herkese muhalif olur. Yandaş olmaz. Ecevit bile muhalif yazarlardan çokca eleştiri almıştır. Başbakanı eleştirmek mi? Haşa! Bu ülkede mizahçılardan belki en fazla hakareti Demirel görmüştür. Hiç mizahçılara dava açtığını duymadım. Mizahçının bile eleştirme özgürlüğü kalmadı ülkede… demokratikleşme bu olsa gerek.
10 Ağustos 2011 13:38
Sayın Olasılıksız,Trekking
Anladığım kadarıyla değer verip okuyorsunuz,birlikte yanıt vereyim kusura bakmazsanız.
Öncelikle akl-ı selim ve kendi içinde tutarlı yorumlarınız/yanıtınız için teşekkür ederim.Başkaları gibi çarpıtıp kontr sorularla durumu zorlaştırmıyorsunuz.
Hatırlarsanız eğitim konusunu konuşmuştuk.Ben daha önce söylediklerimle tezat durumuna düşmüş gibi görünüp,eğitim konusunu basitleştirmiş pozisyona girmiş gibi oldum ama öyle değil aslında.Burada bahsettiğim bakış açısı demokrasinin gereği.Yani eğitimin değersizleştirilmesi değil de kişilerin eğitimsiz olsa dahi seçme hakkının olması.Bu kadar basit değerlendiriyorum şimdilik, toplumun eğitim durumunda yaşanacak değişimler paralelinde benzeri konularda yapacağımız yorumlarda değişecek kuşkusuz.Ömrümüz yeterse tabii.Analiz önemli gerçekten de , aşağılama ve eşitsizlik içermediği sürece.
Yazarlara baskı ve otosansür konularında bir yere kadar söylediklerinize katılmamak mümkün değil.Burada ‘patron’ faktörünün büyük rol oynadığını düşünüyorum.Ama bunu birilerinin yaptığı gibi hemen sivil faşizm boyutuna getirmek ve darbelerde yaşananlarla karşılaştırmak büyük haksızlık.Hala konuşma bozukluğu yaşayan arkadaşım var.Düşünün 31 yıl geçmiş.Çocukları göz göre göre astılar yahu,daha büyük acı var mı?Ama felaket tellalarına bakarsanız durum çok daha kötüymüş,benim isyanım bu haksızlığa.
Tezim doğru hiç şüphesiz,bu ülkede insanlar sayın Recep T.Erdoğan’a silah zoruyla oy vermediği gibi, 1973 ve 1977 yıllarında sayın Ecevit’e de % 33 ve % 41 i silah zoruyla vermedi.O dönem sayın Ecevit’in temel argümanı olana(düzene) başkaldırı değil miydi? CHP’nin Kalıtımsal hastalıklarına ve tek adamlık zorlamasına kısaca (aslında diktatoryal) egemenliğine başkaldırı değil miydi?Neden bunlar tekrar yaşanmasın?Gelecek için karar verirken geçmişi iyi okumak gerekir.
”Yani bu halkın %70′i bilinçli veya bilinçsiz padişahlık, diktatörlük veya RTE türü yönetimleri olağan buluyor… hatta tercih ediyor.” demişsiniz,kısmen katılıyorum(padişahlık, diktatörlük değil de güçlü yapı diyeyim) ve bu durumun nedenlerini salt ekonomik kaygılar olarak değerlendiriyorum/gözlemliyorum.
”Daha öncede belirttiğim gibi, AKP’nin seçim başarısını “demokratikleşme” becerisine bağlamanızı çok yetersiz bir analiz olarak görüyorum. O zaman, hiç iktidara gelmeden önce %40 oy almış olmasını nereye bağlayacağız?” Mesela halkın güdülenmeye olan itirazına bağlayabilirsiniz,daha önce yaşatılan bin türlü kepazeliğe/krize/iktidarsız iktidarlara/yerli yersiz müdahelelere/Mesut Yılmaz’ın bile illallah dediği vesayet sistemine/aleni dışa bağımlılığa/kısır siyasi çekişmelere/siyasetçilerin çıkar çatışmalarına vs bağlayabilirsiniz.Evet ilk başarıyı bunlara bağlayabilirsiniz ama devamında gelen başarıların temelleri tartışılabilir tabii ki.
Daha önce de dediğim gibi biraz fazla iyimser ve romantik bulabilirsiniz ama ben durumun abartıldığı kadar olmadığını düşünüyorum,katılıp katılmamak sizlere kalmış.Bu nedenledir ki söylenen ve yazılanların çoğunu haksızlık olarak değerlendirip karşı çıkıyorum.Buyrun sayın Kılıçdaroğlu’nun son söylemleri.Tamamen aynı kanıdayım.Özgür ve demokratik bir ülkede TSK’nın görevi midir internet siteleri kurup seçilmiş insanlara karşı savaş ilan etmek?Daha önce yazdığıma bakın; orada suçsuz insanlar da vardır,asıl suçlular muhtemelen emir verenlerdir dedim,sonrasında tüm suçlananlar için değil de bir kısmı için yakalama kararı çıktı,bu bile bazı şeyleri anlatmak için yeterlidir bana göre.Ben bunları bildiğimden mi yazdım,hayır tamamen içgüdüsel ve fakat kendi içinde tutarlı bir tahmin.Bugüne kadar hep böyle oldu,hep suçu üzerine atacak birileri arandı ve bulundu yeter ki kudretlilere dokunulmasın,demek ki bundan sonra böyle olmayacak.Buradan yakalama kararı alınan herkesin suçlu olduğu anlamı çıkarılmasın lütfen,çünkü bilmiyorum açıkcası,zaten bana göre asıl suçlu bu fikri ilk ortaya atan ve uygulanması için emir verendir.Mahkeme sonucunda doğruya ulaşılır kanaati taşıyorum.Şimdi sorarım size TSK’ya en büyük kötülüğü bu emri verenler mi yapmıştır,yoksa daha önce çıkıp bunları TV’lerde gözümüzün içine baka baka inkar edenler mi yapmıştır? Koskoca TSK’yı yalancı durumuna düşürmeye kimin hakkı var?Neden hep ortaya çıkaranlar suçlanıyor peki,bu nasıl iştir?
Bunların hepsi demokratikleşme konusunda alınan mesafelerdir,başka konularda yaşanan birtakım olumsuzluklar bu gerçeği ortadan kaldırmaz.Söylediğiniz çok argümanda haklı olabilirsiniz , haklısınız da ,ama bu gerçek ayrı bir yerde dursun ve öyle değerlendirilsin yoksa militarist ve halkına saygısız bir sisteme yakın durmak anlamına gelir ki,o duruma kimse düşmek istemez bence artık.Mesela şu an aklıma geldi,örnek vereyim e-muhtıra sabahı kalkmışız bir de ne görelim,tüm partiler(özellikle CHP-MHP) ayağa kalkmış ”ne oluyor bu ülkede,ey asker kendine gel,senin görevin siyaset yapmak değil,kışlana git işini yap,gerisini bize bırak” demiş.Bunu bile beceremediler değil mi?Şu cesareti gösterseler belki bu yaşadıklarımızın çoğunu yaşamayacaktık.
Saygılar.
10 Ağustos 2011 00:43
Sevgili Demokrat,
Hassasiyetini anlıyorum.Ama “Hazmedeceğiz, Hazmedecekler” sözünü Demokrasi ile bağdaştıramıyorum. Zaten bu söylemle geldiler. Ama demokrasi’nin jargonunda hazmedecekler diye bir söylem yoktur. Benim itirazım bunadır.
Ayrıca, sizinle uzlaşamadığım bölümde alıntıladığım bu bölümdür.
“Ne anlama gelir,söyleyeyim,eskisinden evladır anlamına gelir,ölümden ziyade sıtma anlamına gelir,demokratikleşme anlamında mesafeler alındı anlamına gelir.”
Bir önceki blok yazısında Sevgili Can Acar’a, ” Aynı yazıyı okuyup,benzer şeyleri düşünüp nasıl farklı yargılara ulaşıyoruz,sayın Can? ” diye sormuştunuz!!!
Aynı ülkeye bakıp, aynı olaylara bakıp siz “eskisinden evladır” derken ben “korku imparatorluğunun, tek adamlığın iliklerimize kadar işlediği” yargısına varıyorum.
Ayrıca sayın profesörün adını yeni duydum. Ama fikirlerini beyan edenlerin “hezeyan” diye nitelendirilmesi eskisinden evla dediğiniz demokrasimize yakışmıyor.
10 Ağustos 2011 14:11
Eksik kalmış olabilir,seçilmişlerin tüm yaptıklarını değil,seçilmiş olmalarını hazmetmekten bahsediyorum,yoksa demokratik saygı çerçevesinde yapılan eleştirilere bir lafım yok.
09 Ağustos 2011 01:12
demokrat,
Demokrasi tanımı yapmışsın:
Şiddetle karşı çıkıyorum.
Demokrasi “hazmetme” rejimi değildir. Demokrasi özgürce seçme rejimidir. Seçilenler iktidar ile birlikte çok büyük sorumluluk da alırlar: Yaptıkları her işin hesabını verme, herkese eşit hizmet verme sorumluluğu. Bu nedenle kendi iktidarlarında meydana gelen her şeyin hesabı onlardan sorulur. Seçmenler de oy verdikleri partiyi takım tutar gibi tutmadıkları için hazımsızlık yaratan iktidara ilk seçimde tekmeyi basarlar.
Eğer halk olan bitenden doğru dürüst haberdar olamıyorsa, başarısızlıkların ve becerisizliklerin sebebi 40 yıl öncesinde veya darbelerde veya muhalefette aranıyorsa, tüm hesap verme yolları kapatılıyorsa, her türlü haksızlık ve hukuksuzluk normal karşılanıyorsa burada demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bunlara her koşulda karşı çıkmayan da kendine demokrat diyemez.
Kolay gelsin …
08 Ağustos 2011 01:21
Sevgili Demokrat,
12 Eylül’le hesaplaşacaksak Türk-İslam senteziyle hesaplaşmamız lazım. Türk-İslam sentezinin ürünü olan Fethullah Gülen Hareketi de buna dahil. Hatta göbeğinde…
Bu hükümetin bunu göze alacağına inanabiliyor musunuz?
Türk-İslam sentezi iliklerine kadar işlemiş olan bir öncü kadro, Türk-İslam sentezinin Orta Asyadan, Afrika’ya temsilciliğini üstlenmiş bir başka hareket cidden 12 Eylül’le hesaplaşabilir mi? Kenan Evren cennetliktir diye fetva veren ve bugün yadsınamaz bir güç konumunda olan Fethullah Gülen nasıl bir manevra yapması gerekir bunun için?
Anayasa tartışmalarını bekliyorum ben, asıl eğlence için. 12 Eylül’ün arkasındaki zihniyetin elinden ne çıkacak zannediyoruz ki?
Ne Susurluk’ta ne de Ergenekon’da 12 Eylül zihniyetiyle, yani Türk-İslam senteziyle hesaplaşıldı (abartma saymayacaksanız demokrasi dışı bir yöntemle 28 Şubat’ın az sonrasında denendi ama elde patladı diyeceğim).
Bize 12 Eylül’de aşı yapmışlardı. Aşı tuttu görünen o ki. Bu aşı aşırılığa karşı etkiliydi (komunist SSCB ve İran İslam devrimi), anlaşılan yan etkisi demokrasiye karşı dirayet oldu.
Aşının ikinci dozu Ak Parti ve cemaat. Çoktan vurulduk. Balyoz-Ergenekon-KCK davaları ortada. Bu zihniyet demokrasi getirecek diye bekliyoruz. Cemaatin emniyetteki imamı Yusuf Gezgin’in yazdıkları aktifhaber sitesinde halen duruyor. Fethullah Gülen’in konuşmaları youtube’da duruyor. Sizin idealinizdeki demokrat zihniyet oysa buyrun önden gidin. Ak Parti kadrolarını ise isterseniz hiç tartışmayalım.
Anlaşılan aşının bir diğer yan etkisi sürekli uykuyla uyanıklık arasında bir halde kalmak…
Çok değil iki-üç ay sonra göreceğiz Anayasa tartışmalarını. Ama görünen köy kılavuz istemez. Elini attığı hangi bağlamda Türk-İslam sentezinin bir adım ötesine gidebildi bu hükümet? Kürt sorunu mu? 89 SHP raporunun bile gerisindeyiz. Kıbrıs? A.B.? Ermeni sorunu? Aleviler? Bağımsız ve Özgür mahkemeler? Diyanet İşleri Başkanlığı? RTÜK?
Milliyetçi yanı daha baskın olan arkadaşlara gördüğümü söyleyeyim. Gönülleri ferah olsun. Bu iktidar 12 Eylül’den bir adım ileride değil.O gün neredeysek bugün oradayız. Alparslan Türkeş hapiste, görüşleri iktidarda…
Sevgiler.
08 Ağustos 2011 02:36
Kendime cevap yazayım. Aslında bu cevap sadece kendime değil, demokratlara, liberal ve sosyal demokratlara, dindarlara, özgürlükçü solculara v.s. karşı da yazılıyor…
Ak Parti nasıl mı demokrasi getirir?
Öncelikle Türk-İslam senteziyle ve Türkiye halkına karşı 30 yıldır yürütülen ve iç-dış sorunlarımıza çözüm bulmak bir yana, sorunun bizatihi kendisi olan psikolojik harp yöntemlerini deşifre ederek işe başlayabilir. Soğuk savaş artığı olan Türküz, Müslümanız söylemini kenara bırakır. Bağırır. Önce insanız. Hepimiz insanız ve haklarımız var. Sivilin de, askerin de, Ermeni’nin de Kürdün de. Bu devlete vatandaşlık ağıyla bağlı herkesin hakları var. Müslüman olsa da olmasa da. Emekliliğini Alanya da geçiren Alman vatandaşlarından Türkiye vatandaşlığına geçmiş birisi varsa işte onun da Recep Tayyip Erdoğan kadar bu ülkede hakkı var der.
Bu hak sadece hukukun koruması değil, aynı zaman da anayasada yazdığı üzere sosyal devletin de korumasını kapsar der.
Yürütülen davalarda sivil-asker ayrımı yapmadan haksızlık yapılmakta olan herkesin serbest bırakılmasını sağlar. Yazdıkları ve söyledikleri benim işime gelmeyebilir ama Nedim Şener de, Ahmet Şık da Soner Yalçın da Tuncay Özkan da dilediklerini savunmakta, diledikleri gibi savunmak da özgürdürler. Yazacaklar ve yayacaklar bu onların en tabi hakkıdır der. Tutuksuz yargılanmak esastır der.
Kürtler arasında benim gibi düşünmeyenler var ama kendilerine göre uygun olduğunu düşündüklerini Meclise yolladılar. Onların sorunlarını çözeceğine inanmışlar ki yolladılar. Benim bu konuda onların yerine bir karar vermeye hakkım yoktur ve olamaz da. Onların yeri Meclistir zindanlar değil der. TBMM’ye gelmelerinini önlerini açacak düzenlemeleri yapar.
RTÜK siyasal bir kurum ya da belli bir ideolojinin Türk toplumuna zerk edilmesini denetleyen bir kurum değildir. Benim vatandaşım doğruya yanlışa kendisi karar verebilir. Benim sağladığım eğitim bunun asgari şartlarını zaten oluşturuyor. RTÜK üzerinden belli bir siyasal anlayışın dayatılması söz konusu olmamalı. RTÜK herhangi demokratik ülkede karşılığı neyse odur daha fazlası değil der ve RTÜK’e yapılan atmalarını ona göre düzenler.
Diyanet İşleri Başkanlığı belli bir dini okumanın topluma yansıtılmasının aracı durumundadır. Bunun gerekliliği artık tartışmalıdır. Benim vatandaşlarımın dini inançlarını yaşamalarında koordinsayon için hizmet veren bir kuruluş gerekiyorsa DİB sadece o olacaktır, hiç bir şekilde başka bir işlevi ve görevi olmayacaktır. DİB devlet memurudur ve halkına hizmet verir. Ötesi yoktur der.
Aleviler bu toplumda vardır. Bin sene sonra da var olacaklardır, hatta var olmalıdır. Kendi inançlarını benim istediğim gibi değil elbette kendi istedikleri gibi yaşayacaklardır. DİB onların taleplerini karşılamakla görevlidir, diye devam eder.
Memurlar devletin memurlarıdır. Hepimizin daha iyi yaşamaları için varlardır. Yoksa benim kimyam, benim vücut hareketlerimi iyi takip etmeleri nedeniyle terfi etmeleri diye bir şey söz konusu bile edilmez. Bakın onlarca ilin Valisi, Emniyet Müdürleri, Milli Eğitim Müdürleri, Müftüleri benim siyasal görüşümle tamamen ters düşünmelerine rağmen işlerini iyi yaptıkları için o görevdeler diyebilecek bir devlet sistemi oluşturur.
Mahkemler bağımsızdır ve özgürdür. Benim partim içerisinde birilerinin karıştığı Deniz Feneri gibi davaları yöneten savcılar ferah olsunlar. Yanlış yapan, yolsuzluk yapan, hepimizin parasını çalanlar elbette bu hatalarının bedellerini ödeyeceklerdir. Kimse hukukun üstünlüğüne karşı bağışıklık sahibi değildir. Kimse de sırf hükümetin politikalarına karşı diye eziyet çekmeyecektir.
Dini inançların ve etnik kimliklerin siyasal ve ticari ilişkilerde kullanılması ilkelliktir. Kimse buna teveccüh etmemelidir. Siyasetin kimlikler üzerinden yapılması gelişmiş demokrasilerde söz konusu bile olamaz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi olup olmamasının siyaset arenasına taşınmasını ben zul sayarım, onun ve ailesinin kökenleri hiç kimseyi ilgilendirmez. Ben, onun ve onunla aynı siyasal anlayışı paylaşan kadrosunun bu ülkeyi bizden daha refah içerisinde yönetemeyeceğine inanıyorum. Ama o da yönetse biz de yönetsek çoğunluk herşey değildir, herkesin bu ülkede hakkı vardır ve hükümetler de bu hakkı korumakla görevlidir, der.
Ölçüt bence bunlar. Ak Partinin bu ölçüte ne kadar yakın ya da uzak olduğuna da siz karar verin…
Sevgiler.
08 Ağustos 2011 14:47
Ben bu yazdıklarınıza çoğunlukla katıldığım için en başta adım ya da duruşum anılmasına rağmen üzerime alınmıyorum. 🙂
Aslında başlık altında zikrettiğiniz her kesim bunun için uğraşıyor diyebilirim…
11 Ağustos 2011 09:58
[yukarıda yer kalmadığı için buraya taşıyorum]
demokrat,
Verdiğin bağlantılar için teşekkür ederim. Doğrusu bilmediğim yeni birşey çıkmadı ama hatırlatma oldu. Senin kaygılarını da bir parça olsun anlayabildiğimi sanıyorum. Yanlız bunlar üzerine nasıl bir sonuç çıkartmak gerektiği konusunda farklı düşünüyorum. Yazdıkların üzerinde biraz daha detaylı yorum yapacağım ki eğer kurduğum mantık ile ilgili bir problem varsa açığa çıksın.
Öncelikle, verdiğin bağlantıları üç grupta topladım:
1. İnternet Andıcı olarak adlandırılan siteler
2. Güneydoğuda yapılan insanlık dışı uygulamalar
3. Darbeler ve sonrasında yapılan insanlık dışı uygulamalar
Sondan başlayarak bu konularda düşündüklerimi yazacağım.
—
Darbeleri ve darbe sonrası uygulamaları kabul etmek ve savunmak mümkün değil. Darbeleri kimlerin yaptığı, hangi sebeplerle, hangi koşullarda yaptıkları belli. Kimlerin zarar gördüğü, kimlerin desteklediği, kimlerin faydalandığı ortada. Bu olayların tekrar yaşanmaması için ders çıkartmak, sorumluları yargılamak, aynı hataları ise tekrarlamamak lazım. Benim çıkarttığım sonuçlar ise şunlar:
* Darbe şakşakçılarına prim vermemek, o karakterdeki insanları tanıyıp uzak durmak, söylediklerine şüpheyle yaklaşmak gerekir.
* İnsanları asla ve asla düşüncelerine veya süpheli/zorlama delillerle yargılamamak, herkesin haklarına saygılı olmak gerekir. Bu yüzden çok can yandı. Aynı hatayı tekrarlamak kan davasını sürdürmek demektir.
* Darbecileri yargılarken çok titiz, sağlam ve şüpheye yer bırakmayacak bir yargılama yapmak. Darbecilerin “haksızlığa” uğradığına dair bir şüphe, sonradan haksız yere ceza aldıklarının veya kurtulduklarının ortaya çıkması en başta darbe kurbanlarına yapılabilecek en büyük hakarettir.
—
Güneydoğu benim için bir sır. Hem bir peri masalı kadar güzel ve gizemli, hem de en karanlık kabus kadar ürkütücü. Orada bir savaş var. İnanılmayacak kadar çok acı ve ölüm. Benim aklım almıyor. Bir savaşta eline silah alan zaten ölmeyi göze almıştır. Savaşanlar ve arada/arkada kalanlar için sadece acı ve ölüm vardır. Fayda sağlayanlar genelde dışarıdadır.
Bu noktada verdiğin bağlantıların biraz eksik olduğunu hatırlatmak isterim. Askerleri ve sivilleri de hedef alan çok üzücü diğer olayları da eklemek gerekir. Burada bağlantı vermeyi içim kaldırmıyor Yılmaz Özdil’in 10 Ağustos yazısının son iki cümlesini alıntılamakla yetiniyorum: “Ancak, yayınlanması yasak olan karakol baskınlarını videodan seyretmiş biri olarak yazıyorum bu satırları. Allah kimseye seyrettirmesin.”
Peki sorumluluk kimde?
Eğer sivil otorite eline silah verip askerini “problemi çözmesi” için görevlendirmeyi seçmişse, askerin elini güçlendirecek, problemin çözümünü kolaylaştıracak tüm sosyal, ekonomik ve politik uygulamaları ve yaptırımları da devreye sokmalıdır. Kontrolü elinden bırakmamalıdır. Bunları yapmıyorsa her canın sorumlusu o dur.
Eğer savaşı yöneten komutanlar stratejiyi düzgün belirleyip kendi askerini koruyamıyorsa, yaptıkları hataların hesabını vermelidir.
Eğer savaşanlar insanlıklarını ve asker olduklarını unutup sivillere zarar veriyorsa, veya savaşı bir fırsat olarak görüp kendi amaçlarına yönelik çalışmaya başlıyorsa (mafya, kaçakçılık vb.) bunlar da tespit edilip cezalandırılmalıdır. Eğer savaş kurallarının dışına çıkılıyorsa (kimyasal silah vb.) bu da kabul edilemez. Bu tip iddialar bağımsız ekipler tarafından incelemeye açık olmalıdır.
TSK’nın en başta saydamlık ve hesap verebilme konusunda çok ciddi eksiklikleri olduğu ortada.
—
Andıç konusunu fazla uzatmayacağım. Bu konuda ne düşündüğümü zaten diğer tarafta yazdım yazdım. Katılırsın veya katılmazsın ama doğrudan AKP’yi hedef alan bir tertip görmüyorum. İzinleri alınmış olsa bile pek çok açıdan problemli bir operasyon var ortada. Bence en büyük hata siteleri kapatmaya/silmeye çalışmaları. Hayalgücü her zaman gerçeklerden daha renklidir.
—
Sonuç olarak, demokrat, verdiğin bağlantılar konusunda düşüncelerim ve kendimce vardığım çözüm önerilerim bunlar.
Dikkat edersen tüm çözümler adaletten, hukuktan ve hesap verebilir olmaktan, saydamlıktan geçiyor. Bu kriterler bence herşeyin temeli.
Belki de diyeceksin ki kara propaganda yapmadan, sahte delil düzenlemeden, Askerin burnunu sürtmeden bu söylediklerini yapmanın, askeri kontrol etmenin yolu yok.
Bunun cevabı da yukarıda var. Hukuksuzluk yaparsan kan davası gütmekten öteye geçemezsin. Kısa vadede sonuç aldığını zannedersin, ancak yaptığın hukuksuzluklar eninde sonunda döner seni vurur. Bu nedenle başından beri söylüyorum yalan ve sahtekarlık üzerine güzel birşey inşa edilemez diye.
Bu nedenle mevcut gidişata senin gibi iyimser bakamıyorum. Evet asker devre dışı kaldı/kalıyor, ama gerçekten daha demokrat ve özgür müyüz?
Propagandaya maruz kalmış, kafası karışmış bir halk var ortada. En basitinden Balyozdaki bu bariz çelişkileri ve sahtekarlıkları bile farkedemeyen, farketse bile tepkisiz kalan bir toplumun özgür iradesinden bahsedebilir misin? Nasıl demokratik bir seçim yapabilir bu insanlar? Telefonda konuşmaktan korkan, evinde ya kamera varsa diye rahat oturamayan birisi nasıl çıkıp da kendi partisini veya fikirlerini savunabilir?
Yine diyebilirsin ki, tüm bu düzen askerleri bertaraf etmek içindi. Bu amaçla hukuk çiğnendi,medya kullanıldı, sahtekarlıklara göz yumuldu. Asker biter bitmez herşey normale dönecek. Bu mümkün olabilir mi? TSK’yı bile yerle bir edecek bir gücü eline geçiren kolay kolay bırakır mı sence? Yarın yeni bir öcü çıkmayacağını nereden biliyorsun? Bak Şike davasında aynı şablon devam ediyor. Aynı medya, aynı aktörler, aynı özel yetkili ekip. Hani nerede darbe? Aziz Yıldırım’ın gerçekten silahlı örgüt kurduğuna inanıyor musun? Şükrü Saracoğlu stadından lav silahı mı çıkacak dersin?
Benden bu kadar. Hala önceki söylediklerimden farklı birşey söylemediğime göre seninle aynı sonuçlara varamadığımızı düşünüyorum. Hata nerede, gösterebilir misin?
Kolay gelsin …
11 Ağustos 2011 11:19
Sevgili Can,
(Başlık böyle diye size hitaben yazdığım sanılmasın)
Demokrat ile girdiğiniz polemikte aslında bir çok ortak noktanın olduğu bariz bir şekilde görülüyor. Ancak ne hikmetse, ortak noktalar öne çıkarılmak yerine aykırılıklar körükleniyor. Öyle olunca da çatışma yaşanıyor.
Şimdi Sevgili Demokrat’ın verdiği bağlantılar ile görüldüğü üzre sizin, benim ve bir çok blog takibçisinin bir sorunu yok. Yani bu yapılanları savunma gibi bir refleksimiz yok.Peki Sorun nerede!!!
Sorun bugün yaşananları görmemekte, görememekte. Bugün yaşananlar dün yaşananlardan daha hafif değil. Yani bu “romantik” olmakla açıklanabilecek kadar basit değil maalesef.
Atatürk döneminde Türkiye ye sığınan Alman prof. Hirsch “Her General Atatürk değildir” demiş. Alpaslan Işıklı Hoca, bunu “Her General Kenan Evren değildir” diye uyarlamış.
Sorun her Generali Kenan Evren sanmakta!!!!!
Unutulmasın ki Hitler de askerliğini onbaşı olarak yapmıştır. Ve seçim kazana kazana gelmiştir. İlginçtir “1000 yıl sürecek dediği!!!!!!” III.Reich cumhuriyeti bizim 1000 yıl sürecek olan sürecimizden biraz daha uzun sürse de yine de bitmiştir.
Eğer sisteme bir vasi tayin edilmişse, o hale gelmişse, getirilmişse sistem, bunun bütün sac ayağının ortaya konması gerekmez mi?
Nerede bu yaşanan süreçler de Dış güçlerin, Egemen güçlerin rolü. Bu sistemin neresinde idiler, ve nereye kadar destek oldular.
Bunlar gözönüne alınmadan süreç okunabilir mi????
kenan Evren kendini esas oğlan zannediyordu. Bu yüzden Turgut Özal’ı veto etmeye kalktı. Reji den uyardılar. “Sen esas oğlan değilsin”.
Bugünün siyasi figürünün, her fırsatta peşinden gittiğini söylediği o çok demokrat Özal, 1980 darbesini bilen 3 sivilden biriydi bildiğiniz üzere.
Sonrası da malum. darbe döneminde başbakan Yardımcılığı. Ve sonraki dönemin siyasi aktörü.
Ancak merak edilmesin. Çok uzun yıllardır vizyon da olan bir filmin sonuna doğru geliyoruz. Filmi vizyona sokanların da zamanı gittikçe daralıyor.
Çok uzun zamandır ititfak halinde olan rotschild ailesi ile rockfeller ailesi kapışıyor. ABD nin savaş gemileri nedense İzlanda açıklarında turlayıp duruyor.
İngiltere yanıyor. Ardında ne var kim var? Norveç te bir seri katil çıkıyor. Ancak bu katil’in 2 hafta önce İngiltere ye gittiği ve bağlantıları konuşuluyor.
Neyse hep beraber filmi izliyoruz. Sonuna da yaklaştık. Ömrümüz yeterse sonunu da göreceğiz.
“Bilmediklerimi ayağımın altına koysaydım, başım göğe ererdi”.
İmam-ı Azam
11 Ağustos 2011 12:01
Sevgili Can, yazınızın son bölümünde şike şoruşturması ile ilgili bölüm var. Zaten bu şoruşturma bile tek başına geldiğimiz noktayı özetliyor.
“Linç Kültürü”. Bu kültür bu topraklar da yoktu.Ancak 9 yıl da bu oldu. Hayal di gerçek oldu. Oynanan oyun çok büyük ve küresel.
Twitterde Aziz Yıldırım’ın avukatı Faik Işık’ın tweet leri var.
Faik Işık
HEPİMİZİ DİNLEYİP, HEPİMİZİ TEKNİK TAKİBE ALARAK; AYLARCA BİTMEYECEK TUTUKLAMALAR OLAN ÜLKEYİ BORÇLU olduğumuz herkese o biçim teşekkürler.
“Aklıma geldikçe tanık çağırır, canımın istediği delili toplarım. Suç tarihi 2010 ve çıkmamış yasa tutuklama müzekkeresinde 6222 yazarım”
“Senin yerine dinlediğimiz başka adam TELEFON KONUŞMALARINDA ne demek istiyordu diye sorgulama yapılan ülke, nasıl bri yerdir? :-”
“Eskişehirde plato kurup NEFES dizisini çekenler; ESKİŞEHİRDE NE FİLMİ ÇEVİRİYORDUNUZ sorusuna sizce ne cevap vermeliler?”
“Herkese güzel sabahlar: iyi teknik takipler, toplu tutuklamalar, dalga dalga operasyonlar ve bitmeyen davalar YURDUMUN GÜZEL İNSANLARI”
Herhangi bir şey eklemeye gerek duymuyorum.
11 Ağustos 2011 11:15
Sevgili kardeşim,bu yazıyı sanki başkası yazmış gibi.Daha önce detaylı olarak düşünmeden söylediklerinle tamamen zıt şeyler.Taa en başından beri benim anlatmaya çalıştıklarımı özenli ve dikkatli bir şekilde özetlemişsin.Burada yazdıklarına (son paragrafa kadar)tümüyle katılmamak mümkün mü? Aynı şeyleri söylüyoruz,aynı dilekleri diliyoruz.
Verdiğin bağlantılar eksik demişsin,tabii ki eksik,yaşanan bunca acılar bu kadar kısa sürede ve küçücük bir yazıda anlatılabilir mi?İlk aklıma gelenleri yazdım.Burada senin ve benim yazdıklarıma Fmeraklı dahil herhangi bir insanın karşı çıkabileceğini düşünmüyoum.
Çok sık tekrarladığın(şu anı kastetmiyorum) bir hatayı söylemeden geçemeyeceğim.Aklına/düşüncene daha önceden yeleştirdiğin fikirlerle-başkası tarafından yazılmış olanlara yanıt veriyorsun.Şöyle diyeyim daha doğrusu;birisi bir yazı yazdığında,sanki tersine inanıyormuş gibi farzedip onun adına kurgulamalar yapıp -olsa olsa böyledir- diyerek(kendini de inandırarak) yanıt veriyorsun.
Mesela ben ‘yavaş yavaş mesafe alıyoruz’ diyorum,senin yanıtın ‘böyle demokratikleşme mi olur’ şeklinde.Oysa yazıyı yazan ‘acaip demokratikleştik,herşey güllük-gülistanlık,memleket düze çıktı’ filan dememiş ki.Ama öyle demiş gibi farzedip yanıt yazıyorsun,bu da insanı zorluyor haliyle.İnternet adıcı gerçekmiş diyoruz ,balyozdaki hukuksuzlukları söylüyorsun.Kimse farklı bir şey söylemiyor ki.Ama öyle farzedip yanıt veriyorsun mesela.
Yukarda eksik kalmış(bende) ,sen ne güzel düzeltmişsin.Tabii ki güneydoğudaki yaşananların tek sorumlusu asker değil,ya da 80’li 90’lı yıllarda yaşananların.Bu bir devlet politikasıydı,yoksa Metin Göktepe’yi,Hasan Ocak’ı ne bileyim bir sürü aydını kimlerin öldürdüğü ortada.
Çetin Emeç’in ölmeden önce karaladığı son yazı ne biliyor musun?
””Aralarında Prof. Aksoy’un hayatını da noktalayan suikast… O gün bugündür, sırayla üç anarşi kurbanının kanı, hala yerlerde…
Olmadık saatte caddeleri, araçları ateşe verenler… Üniversite basıp ortalığı kırıp dökenler… Kuyumcu soyup semt esnafını haraca bağlayanlar…
İşin ucunu araştırıyorsunuz , genellikle en üst devlet basamaklarına kadar uzanıyor.”
http://www.toplumsalbellekplatformu.com/default1.asp?l=tr&kid=5&lid=2&id=28
Bu sitede daha çok şey var geçmiş hakkında.
Mesela sitem de var AKP’ye;
”Bu büyük utancı, ilerideki kuşaklara miras olarak bırakmak zorunda kalmamalıyız. Bu nedenle 19 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giderek faili meçhul siyasi cinayetlerin aydınlatılması için yetkileri artırılmış bir araştırma komisyonu kurulması talebimizi tüm partilere aktarmıştık. Aradan geçen koca 1 yıl içerisinde bu talebimiz CHP ve BDP tarafından 11 kez gündeme getirilerek her seferinde AKP oylarıyla reddedildi. Biz adalet arayışımızı sonuç alıncaya kadar yineleyeceğiz. Herkesi adaletin takipçisi ve üreticisi olmaya davet ediyoruz.”
Hepimiz gerçeğin ve yaşanası bir ülkenin peşindeyiz…
16 Ağustos 2011 01:59
demokrat,
Yoğun bir hafta geçirdim. Daha önce cevap verme fırsatım olmadı.
Yazdıklarıma katıldığına sevindim. Ancak, doğrusu şaşırdım da. “bu yazıyı sanki başkası yazmış gibi. Daha önce detaylı olarak düşünmeden söylediklerinle tamamen zıt şeyler.” demişsin. Yazdığım her şeyin yukarıda yazdığım yazı ile aynı mantık çerçevesinde düşünülerek yazıldığını söyleyebilirim.
Bu yazılanlara tamamen ters düştüğünü düşündüğün bir örnek gösterebilirsen üzerinde tartışabiliriz, ancak seni şimdiden temin ederim hepsinin arkasında aynı gerçekleri ve temel hukuk kavramlarını arama çabası var. Lütfen bana bunun aksi bir örnek göster, inceleyelim. Yoksa senin de yazılanları sadece kendi algılamak istediğin gibi okuduğunu düşüneceğim.
Yazdıklarıma katılmadığın son paragrafın “şike” kısmı olduğunu düşünüyorum. Şike davası da aynı savcılarla, aynı özel yetkili mahkemelerde, aynı medyanın öncülüğünde yürütülmüyor mu? Arada benim görebildiğim tek fark yargılananların bir tarafta asker, diğer tarafta futbol camiası olması. Bu duruma senin getirdiğin farklı bir açıklama varsa bilmek isterim.
İyi çalışmalar …
16 Ağustos 2011 15:05
Can,
Yazdıklarını şöyle bir değerlendirecek olursak;
”..Darbeleri ve darbe sonrası uygulamaları kabul etmek ve savunmak mümkün değil. Darbeleri kimlerin yaptığı, hangi sebeplerle, hangi koşullarda yaptıkları belli. Kimlerin zarar gördüğü,kimlerin desteklediği, kimlerin faydalandığı ortada. Bu olayların tekrar yaşanmaması için ders çıkartmak, sorumluları yargılamak, aynı hataları ise tekrarlamamak lazım.”
demişsin,bunlara katılmamak mümkün mü,zaten temel argüman olarak bunları yazıp çiziyoruz,en fazla bu darbelerden yararlananlar kısmında,o da yararlanma yüzde ve yoğunluğu kapsamında anlaşamayabiliriz.
”..* Darbe şakşakçılarına prim vermemek, o karakterdeki insanları tanıyıp uzak durmak, söylediklerine şüpheyle yaklaşmak gerekir.
* İnsanları asla ve asla düşüncelerine veya süpheli/zorlama delillerle yargılamamak, herkesin haklarına saygılı olmak gerekir. Bu yüzden çok can yandı. Aynı hatayı tekrarlamak kan davasını sürdürmek demektir.
* Darbecileri yargılarken çok titiz, sağlam ve şüpheye yer bırakmayacak bir yargılama yapmak. Darbecilerin “haksızlığa” uğradığına dair bir şüphe, sonradan haksız yere ceza aldıklarının veya kurtulduklarının ortaya çıkması en başta darbe kurbanlarına yapılabilecek en büyük hakarettir.”
gibi değer yargılarına da katılmamak mümkün değil,zaten benim gördüğüm,ülkede bir kısım gözü dönmüş,postaldan başkasının bizi kurtaramayacağını düşünen milito-faşistler dışında her kesim bunu istiyor.
Tabii bu isteklerin tümünü iyiniyetli okursak,sonuçta amaca ulaşmak için kullanılacak yollarda farklılıklar ortaya çıkıyor ki,bence istekler masumane olduğunda sonuçta varılacak nokta da inşallah iyi olacak.
Demokrasi konusunda da hemfikiriz,daha alınacak çok yol var,o nedenle zaten ”yetmez ama evet dedik”.Bunun sonucunda beklentilerimiz tatmin oldu mu,tabii ki hayır.Ben bu referanduma salt bazı maddelerin değişmesi basitliğinde bakmadım,tabii ki değişen maddeler önemli sonuçlar doğuracak maddeler ama bence referandumun asıl anlamı işte o lanetlediğimiz devrin kapanması açısından daha detaylı değerlendirilmeliydi.Olaya geniş perspektifle baktığımızda bugün bu iktidar var yarın başkası olacak,bazıları bu yönü hiç düşünmeden yazıyor/çiziyor.Kaldı ki zaten baştan çekince konmuş değil mi ”yetmez” diye.Bu yetmez daha fazla demokrasi ve özgürlük talebini gösteriyor,aksini kim iddia edebilir?Olup olmadığını zaman gösterecek.
”..Telefonda konuşmaktan korkan, evinde ya kamera varsa diye rahat oturamayan birisi nasıl çıkıp da kendi partisini veya fikirlerini savunabilir?”
Kısmen doğru,tersini söylemek ahmaklık olur,böyle bir korku ve paranoya toplumun her kesiminde abartılı olarak yaşanıyor.Abartılı çünkü işin teknik boyutunu kimse bilmiyor,dünya üzerinde yapılan tüm görüşmeleri takip edecek bir sistem yok sanıyorum,dinleme ya kişisel yapılıyor,ya da önceden belirlenmiş kelime ya da kelime gruplarına duyarlı olarak yapılıyor.Hal böyleyken içinde suç barındırmayan görüşmeler yapan mahalle bakkalının bile şikayetçi olmasını anlamak zor.Önemli olan bu dinlemelerin gerçekten yasal zemine oturtulup oturtulmadığı.Ben bir şekilde kitabına uydurulduğunu düşünüyorum.Yani önce eylem,sonra yasal zemin hazırlığı
olabilir,emin değilim.
Şike davası konusunda açıkçası durum çok karışık,ortada birşeyler olduğu açık,bu telefon konuşmalarından belli oluyor,ama bu olayların kulüplerle bağlantısının sağlanması noktasında problem yaşanıyor sanırım.Silahlı örgüt suçlamaları saçmalık,kulüp dışından bazı insanlar birşeyler ayarlamaya çalışmış ama bunlar kulübü ne derece bağlar(hukuken) emin değilim.Zaten federasyon da emin olamıyor ki,dünkü karara vardı.
”…Bu yazılanlara tamamen ters düştüğünü düşündüğün bir örnek gösterebilirsen üzerinde tartışabiliriz, ancak seni şimdiden temin ederim hepsinin arkasında aynı gerçekleri ve temel hukuk kavramlarını arama çabası var. Lütfen bana bunun aksi bir örnek göster, inceleyelim. Yoksa senin de yazılanları sadece kendi algılamak istediğin gibi okuduğunu düşüneceğim.” demişsin, şimdi geçmişe dönüp tekrar tekrar bazı şeyleri gündeme getirmek gereksiz,ben zaten senin için gördüğüm yanlışlığı yukarda belirtmiştim; ”önyargı,söylenmeyeni söylenmiş kabul etmek,kendiliğinden yargıya varmak.” Mesela andıç konusunda fmeraklı’ya yazdıkların bence biraz erken yazılmış
yazılar.Ben burada bir suç görüyorum mesela,ama askerliği bildiğim için de diyorum kiasıl suçlu bu emri verendir.Bu fikrin sahibidir.Diğer insanlar verilen emri uygulayanlardır.Belki içlerinde bu duruma tamamen karşı olan insanlar da vardır.Belki emir vereni uyarmış bile olabilirler ama biz bunu bilmiyoruz.Gündemi takip ediyorsanız,içlerinden birinin bu konuda YeniAkit gazetesi yazarına bazı ipuçları verdiğini görebilirsiniz.Ahmet Kekeç’i aradıklarını okuyabilirsiniz.Dediğim gibi her yayını okuyabilecek zamanımız yok ama ‘okuma’ konusunda biraz tarafsız olmak gerekiyor.Odatv adlı çok demokrat site iki gündür yaptığım benzer yorumları sansürlüyor,söyler misin ne var bu yaptığım yorumlarda. Sonra utanmadan çıkıp sansürcü iktidar,yandaş basın filan yazıyorlar.Kendilerinin yaptığı sanki sansür değil,hayır sitenizi okuduğuma saygı gösterin en azından değil mi?
Hukuk hepimiz için en gerekli kavram,sadece hukuk sayesinde kendimizi güvende hissedebiliriz,en sağlıksız hukuk bile hukuksuzluktan iyidir.Ama aslolan tabii ki tüm şartlarıyla tarafsız, özgür ve hızlı bir hukuk sisteminin güvencesinde yaşamak…
16 Ağustos 2011 20:09
demokrat,
Bir sürü şey yazmışsın ama çok az şey söylemişsin. Yukarıda yazılanları bir daha hatırlayalım. Sana “nerede hata yapıyorum” dediğimde “Ben sana ne göstereyim, herşey ayan beyan ortadayken, bakarsın, görmek istediklerini görürsün, istemediklerini görmezsin. Kör olup olmamak senin elinde…” diye yazarak bana göstermek istediğin bağlantıları yolladın.
Bahsettiğin olaylardan haberdar olduğumu, onları nasıl yorumladığımı yazarak açıkladım. Sen de buna katıldığını söyledin. O konuda anlaşıyoruz. Peki en başta o bağlantıları neden verdin? Nedir sana benim o bağlantılara karşı çıkacağımı düşündüren? Nedir daha önce yazdığım ve şimdi söylediklerime tamamen zıt olan? Lafı dolandırmadan cevap verebilir misin?
Varsayımlarda bulunduğumu ve ona göre cevap yazdığımı söylemişsin. Senin benim hakkımda düşündüklerin de benzer varsayımlar değil mi?
Yetmez ama evet diyenlerden bahsetmişsin “yetmez” kısmına katılıyorum. “Evet” konusunda ise fena halde kandırıldıklarını düşünüyorum. Güzel bir pazarlama ve propaganda başarısı var. Bu konuda çekincelerini söyleyenlere, uzlaşma isteyenlere de toplu halde statükocu ve darbeci yaftası vurulması da bunun en büyük göstergesi.
Geriye dönüp olan bitene bakıldığında “Yetmez o yüzden hayır” demek daha iyi sonuç vermez miydi? Herkesin evet dediği maddelerin hangisi uygulandı? Şekilsel değişiklik, veya “hukuk demokratlaşıyor” denilen maddeler nasıl darbe hukukuna dönüştü? Bunun değerlendirmesini yapıyor mu “yetmez ama evet” diyenler? Yeni anayasaya da “eh işte, olsun varsın” diyerek mi oy verecekler?
Andıç konusunda “erken” yazdıklarım, fmerakli’nin balyoz konusunda her yandaş haber üzerine yazdığı “bu haber çok su kaldırır” yorumlarının yanında bilimsel araştırma gibi kalıyor. Bu arada, anladığım kadarıyla savcılar iddianamede AKP’ye karşı olan haberleri suç kabul ederken, diğer haberleri normal olarak nitelendirmişler. Yani ordunun sivil site kurup haber yayınlamasına temelde karşı çıkmamışlar. Bu da olayı iyice ilginç hale getiriyor. Keşke birisi de bu sitelerde yapılan tüm haberlerin bir dökümünü, istatistiğini verse.
Şike konusundaki kafa karışıklığının çözümü ise aktörlere bakmak. Aynı ekip, aynı silahlar devrede. Fazla söze gerek yok.
İyi çalışmalar …
17 Ağustos 2011 23:15
”Bir sürü şey yazmışsın ama çok az şey söylemişsin…” gibi kendi algılama/anlama yeteneğini gösteren şeffaf bir hakaret cümlesi kurduğun için sitem yapmayacağım.
Ben genellikle anlayana söylüyorum,anlamak isteyen anlıyor,istemeyen senin gibi işi yokuşa sürüyor.”Güzel yazmışsın ,daha önce yazdıklarından bu anlam çıkmıyor,böyle düşünüyorsan ben de katılırım dedim.” Daha ne söyleyeyim.
Şimdi ,soruna daha detaylı yanıt vermek için önceden yazmış olduklarımızı tekrar detaylı olarak incelememiz gerekir ki buna şu an ne vaktimiz var ne de gerek var aslında.Yeri geldiğinde söylüyoruz zaten.Satır aralarını da oku,yeter.Hem bazı durumlarda susmak herşeyden evladır derler,değil mi?
18 Ağustos 2011 00:39
demokrat,
Önce yazmadığım şeylere cevap veriyorsun diye şikayet ediyorsun, ardından da satır aralarını okumamu söylüyorsun. Bir karar versen iyi olacak. Satır aralarını okuyalım mı, yoksa okumayalım mı?
Basit bir soru sordum onu da cevaplamadın. Cevap vereceksen ver, veremiyorsan açıkça söyle. İmalı yuvarlak laflarla kıvırtma. Ya da istersen bekle, ramazandan sonra cevap verirsin.
Kolay gelsin…
19 Ağustos 2011 01:12
eskilerde yaşamış bir Mevlevi varmış;Habibi Dede adında,
Dede, meraklı tabii şiir yazmaya.
Fakat yazdığı şiirlerde yalnızca bir ahenk varmış,içerik hakgetire.
Birgün sormuşlar kendisine: Efendim, bu sözler güzel, vezni yerinde,
kafiye yerinde, ahenk harika, fakat manası nedir,anlamı nedir?
Dede şöyle yanıt vermiş:
‘’Erenler, bize alem-i Lahuttan yalnız elfaz verildi, manaya karışmayız” .
Benim ki de o hesap yani…
(Bu arada,latife bir yana bu blogda yanıt veremeyeceğim en son kişisin can’ım,bilmem anlatabiliyor muyum.)
19 Ağustos 2011 06:42
Anlatamıyorsun demokrat. Benim çalıştığım konuda senin gibi bin dereden su getirip cevabın etrafında dolaşan kişi ya hiçbirşey bilmiyordur, ya da birşey satmaya/kazıklamaya çalışıyordur.
Bir tane soruya açık ve net, doğrudan cevap ver de söylediklerinin bir anlamı olsun.
Yok ak sakallı dedeler, yok gençliğimin müzik grupları. Dön baba dönelim…
19 Ağustos 2011 11:15
Komik olmuşsun,arasıra yap böyle,gülmeye de ihtiyacımız var…ak sakallı dede falan…vallahi.
17 Ağustos 2011 12:42
Sevgili Demokrat,
“Olaya geniş perspektifle baktığımızda bugün bu iktidar var yarın başkası olacak,bazıları bu yönü hiç düşünmeden yazıyor/çiziyor” demişsiniz.
Buyurun Ahmet Altan’ın ta 2007 de yazdığı yazısı. O lanetlediğimiz sistemin imkanlarından faydalanarak iktidara gelen, ancak gitmemek üzere gelenlerin, basını,medyayı, yargıyı, orduyu tam kontrol altında tutmak isteyenlerin ve bunda da büyük ölçüde başarı sağlayanların durumu.
Üçüncü dünya savaşı Türkiye’den çıkabilir.
http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=2917
Yandaş basında da bu durumla ilgili bir çok yazı yayınlandı.Hüseyin Gülerce’nın yazılarını takip etmek bile yeterli zaten. 17 Ağustos tarihli yazısını okuyunca “şike soruşturması” ile ilgili neyin ne olduğunu anlıyorsunuz zaten.
17 Ağustos 2011 23:51
Maalesef siteyi /yazıları yeniledikleri için ”yaziid=2917” çıkmıyor,yazıyı okuyamadım.
Ama çok önemli değil, çünkü ”gitmemek üzere gelenlerin” şeklinde bir söyleme katılmam mümkün değil.Bu söylem bırakın detaylı araştırma ve incelemeleri ya da sosyolojik çözümlemeleri ,herşeyden önce Türk halkına hakaret.Herhangi bir halka hakaret.Tıpkı 1960 söylemi gibi.Ne yani,o zaman da benzer argümanlar kullanılmış,alınan seçim başarıları sonrası iş ”ceketimi bile seçtiririm” ile ”bunlar asla normal yoldan gitmeyecek” dilemmasına kilitlenmişti.Şimdi bu şerefsiz darbeyi mazur mu göreceğiz.
Ne demek gitmemek üzere gelenler,bu insanları seçenlerin hepsi birer idiot mu yoksa robot mu?Halk seçmezse nasıl gitmeyecekler,böyle bir söylemi kullanırken ne dediğinizin farkında mısınız?
Bu söylem sakıncalı bir söylem,sert muhalefet yaptığını sanan bazı aklıevvellerin abartarak halkı korkutma ve ayar verme taktiği.Bu taktik bu ülkede asla tutmayacak bir yapısal bütünlüğe sahip,bir kere derin düşünmeyi bilen insana bilinçaltından şu göndermeleri yapıyor; ”biz bu maçı asla kazanamayacağız o nedenle işi çirkinleştirelim” veya ” iş o kadar iyi yapıyorlar ki asla normal yollardan kazanamayacağız” .Yoksa halk teveccüh göstermezse ne yapacaklar yani,yok mu edecekler bütün muhalefeti . Mezarlıklar kendisini daim muzaffer ya da tanrı sananlarla dolu,peki bu basit gerçeği bilmiyorlar mı ”gitmemek üzere gelenler” söylemini kullananlar.Geçelim efendim.
18 Ağustos 2011 10:40
Sevgili Demokrat, Bu çok uzun bir yazı dizisi olacak konu. Burayı meşgul etmeyeyim.Sadece Portekiz ve Almanya yı hatırlatayım yeter. Siz nasıl “fazla romantikmiyim” diye kendinizi nitelendiriyorsanız bende “aşırı tedbirliyim”.Yaşanmış örneklerden ötürü.Ve ağır abi’nin planlarından ötürü.
Halk konusunda söylediklerinize gelince. Halk dalkavukluğu yapılmadığı sürece bu konuda görüşlerim farklı. Bugün suriye de yaşananlara ve bunun sunuluş biçimine bile bakmak yeterli.
Halk gerçekleri bilebilse, halkın haber alma özgürlüğü, 91 yılında Irak savaşını CNN den seyretme mertebesinden çıkarılsa o zaman sizinle aynı fikirde olabilirim.Maalesef Halk, gerçekleri değil kendisine gösterileni alıyor.Bundan dolayı da suçu yok.
Şerefsiz darbeyi mazur görmeyeceğiz.Ben devrimciyim. Devrimi mazur görüyorum.
Ahmet Altan’ın yazısı da aşağıda.
Ahmet ALTAN
Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye’den çıkabilir…
Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı.
Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeyle sakatlandı.
Cumhuriyet boyunca süren “kültürel bölünme” artık iyice keskinleşti.
Şimdi bir yanda, ayakkabılarını sokak kapısının önünde çıkaran, kadınlarının başını örttüğü, erkeklerinin sokağa pijamayla da çıkabildiği, erkek çocuklarının kahveye gittiği, kızlarının tam bir baskı altında yaşadığı, türküyle arabesk arası bir müzikten hoşlanan, belki de hiç kitap okumamış, hiç dansetmemiş, hiç karı koca birlikte lokantaya gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, evlerinde floresan lamba yakan, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli kalabalık bir kitle var.
Diğer yanda ise kız lisesiyle Robert Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dansetmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okumuş, müzik zevki pop şarkılarla klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızların flörtüne izin verilmese bile göz yumulan, Allah’a inanan ama ibadete pek aldırmayan, kadınlarının başını örtmediği, şarabın kalitesinden pek anlamasa da kadın erkek bir arada gidilen bir gezmede içki de içmiş, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da okumuş yazmış, Batı standartlarına yakın bir grup var.
Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.
Onları, Batı’daki sınıflar arasında ortak bir zevk yaratan kilise müziği, dini resimler, İncil’in sinemalara bile yansımış hikayeleri gibi birleştirecek kültürel bir zemin yok.
Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden farklı.
Hatta birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha seçim kazanma ihtimalleri yok.
Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.
Daha Batılı olan “ikinci grup”, Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor.
Yaşam tarzı olarak Batı’ya düşman olan kesim ise iktidarı ancak Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada “ordu” önemli bir role sahip.
Eğer, birinci grubu desteklerse ve Batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.
Bu iki grup siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor, “devletle” arası iyi olmadığı için malını dış dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup parasal güç olarak da kuvvetli değil.
Dış dünyayla iş yapan, dışardan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim, devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.
Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı ikinci grubun arkasında.
İkinci grup, siyasetle, demokrasiyle iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.
Cumhurbaşkanı seçimi kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.
Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.
Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor.
Cuntalardan söz ediliyor.
Peki, darbe olursa ne olur?
Yaşam tarzı Batı’ya daha yakın olan grup orduyla birlikte iktidara gelir ve Batı’nın desteğini kaybeder.
Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar.
Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika’nın önünde de ciddi bir engel var. “Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki “darbeyi” niye desteklediğini açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir “zorlamayı” gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.
Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak?
Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını buldular.
Türkiye’de darbe olursa, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak dünya.
Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve İran’la ortaklık kurmak isteyecek.
Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak.
Rusya’yla İran’ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi bir süreliğine de olsa ayakta tutmaya yeter.
Ama Rusya, Türkiye, İran bloku dünyanın bütün dengelerini değiştirir.
Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.
Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder.
Kafkaslar’ı, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar.
Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar.
Petrol kaynaklarına egemen olur.
Çin’le işbirliği yapabilir.
Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan “Batı”nın dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir biçimde azaltır.
Yeni blok asker, enerji ve para açısından çok güçlenir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.
“Asla böyle bir şey olmaz” diyebilirsiniz… Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.
Ama, ya olursa… Ki bana çok mümkün geliyor.
O zaman ne yapacaksınız?
Bugün Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların da…
Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla çok görkemli, bir yanıyla çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine “başöğretmenlik” yapmaya kalkan Avrupa’nın da…
Türkiye politikasında “ikili” oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın da…
Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.
Hiç unutmayın ki ilk dünya savaşı tek bir tabancanın patlamasıyla başlamıştı.
7 Mayıs 2007, Pazartesi
gazetem.net “
18 Ağustos 2011 15:36
Trekking,
Haklısınız bu ve benzeri konuları ucundan kıyısından zaman zaman tartışıyoruz,ama tabii detaylı ve uzun bir konu.Yer yer değinebiliriz,bloğu meşgul etmeyelim.
Bu arada ben de size Almanya’nın ya da Portekiz’in bugünkü konumlarını hatırlatayım.Ayrıca ‘Ağır Abi’nin bu ve benzeri devletler için de ‘zamanında ve halihazırda’ planları olduğunu düşünüyorum.Ama konumumuz itibariyle tabii bizim ülkemizin değeri ve stratejik önemi daha büyük,o nedenle planlar devamlı canlı ve güncel tutuluyor.
Türk halkını küçümsemeyelim,örnekleme yaparken genellikle ‘çokbilmiş ama aslında hiçbirşeyden haberi olmayan aydın bozuntuları’ tarafından eğitimsiz,göbeğini kaşıyan,bidonlar olarak adlandırılsalar da emin olun kuşbeyinli,obez ,cahil ve depolitize Amerikan halkı kadar siyasetten bihaber değiller.Bu söylemi asla Avrupa ,Rusya , eski komunist blok veya uzakdoğu halkları için kullanamam ama okuduklarım ve anlatılanlar çerçevesinde yenidünya için kullanabilirim.Kimbilir belki de bu süper güç aslında tüm gücünü bu halkın böyle olmasına borçlu.Bilemiyorum açıkcası.
Ahmet Altan’ın katıldığım ve katılmadığım çok yazısı oldu,bu da asla katılmadığım yazılarından biri olacak.Tesbit ve teşhislerinde çok yanıldığını düşünüyorum.Türk halkını bu şekilde iki boyuta indirgemesi ve bu böyledir demesi çok basit ,eksik algı ürünü.Benim çevremde bu iki kalıba da girmeyecek yüzlerce örnek varken bu basitliğe kendimi inandırmam saçma olur.Eğer bu ayırımı daha ciddi ve görsel örneklere dayandırıp detaylandırabilseydi belki,ama maalesef o sosyolojik birikime sahip değil.Zaten bunlardan sözedebilmesi için elinde veriler olması gerekir,en azından o sözettiği kesimlere yakın olması gerekir ki,dışardan okuduğumuz kadarıyla asla böyle bir insan değil,ayrıca bohem ve burjuva yaşantısı sürdüğünü de okuyoruz yer yer.
Mesela şu yaşadığımız dönemde,dindar,iyi eğitim görmüş,kapalı,kısmen ataerkil,lükse meraklı ve dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmaya meyilli bir kesim var ki bu kesim asla onun birinci bölümde kastettiği gruba dahil değil.Bunun dışında gene iyi eğitimli,kapitalizmin tüm nimetlerinden faydalanmış,80 dönemi sonrası yolunu bulan (çocukları da dahil) ,tamamen maddi çıkarlara kanalize,siyaseti sadece kendi çıkarı için alet olarak kullanan bir çeşit Türkiye’ye özgü küçük burjuva sınıfı var ki,yine yazıda sıralanan hiçbir gruba sokamıyorum.Mesela entellektüel düzeyi yüksek bir muhafazakar grup oluştu.Bunun dışında yine entellektüel düzeyi yüksek ama yoksulluk sınırlarında dolaşan ,bu nedenle de varolan hiçbir siyasi gruba yönlenmeyen bir kesim var.İkinci gruba sokabileceğimiz nispeten zengin ,siyeset umurunda olmayan,
dünya yıkılsa bana birşey olmasın zihniyetinde alaturka-pop-disko gençliği var ki ne zaman görsem hayallerimi karartıyor ,bunlar da var.Çözümlemeye devam etsek daha çok çalışmamız gerekecek o nedenle kısa keselim.Yani bence yazı ,görüneni ikiye ayırıp ana tema olarak tanzim edelim desek bile anlamsız kalıyor.Dolayısıyla arkasından yaptığı tahlil de anlamsız ve boş kalıyor.
Müziği çok severim ve ilgi alanımdır,yıllardır kaliteli müziğin takipçisiyim.Toplumun aynası olarak görüyorum.Buradaki eksikliği müzik alanında bile görmek mümkün.Medyanın bize pompaladığı basitliğin haricinde geçmiş yıllara oranla o kadar ciddi bir anlayış değişimi var ki,şaşıyorum bazan.Medyada devamlı yer alan o aşağılık ve banal pop-disco ya da arabesk müzik dışında pırıl pırıl gençler adam gibi müzik yapmaya çalışıyorlar ve bunu yaparken de kısa dönemde asla maddi kaygılar gütmüyorlar.Bakış açısı pratiği.Sirkeci’de dolaşırken düşündükleriniz biraz daha işin içine girince değişebiliyor yani.Geçmişe bakıyorum,gençliğimize bakıyorum;
asla bir ‘mor ve ötesi’,’maNga’,’gece yolcuları’,’kurban’,’şebnem ferah’ , ‘metropolis’,’badem’,’kolpa’,’84’,’Hayko’,’batı yakası’,’emre aydın’, ‘gripin’, ‘kaçak’ ,’makine’,’malt’,’TNK’,’çilekeş’,’duman’,’yüksek sadakat’, ‘vega’, ‘zakkum’, ‘model’, ‘multitap’,’bulutsuzluk özlemi’ (saysam yüzlerce var) sahip değildik.Bütün bunlar bir gelişim göstergesi değil mi?Üstelik bu çocuklar depolitize de değiller.Medya da adam olacak zamanla yani.Kısaca geriden de gelsek ülkede müzikal anlamda bir devrim olacak sanıyorum.Eskiden Türkiye’nin yerine bilmeyen gruplar artık mutlaka turnelerine bir Türkiye şehri eklemek zorunda kalıyorlar.Metallica,whitesnake,iron maiden,scorpions,Bon jovi,judas priest,slipknot,alice cooper, ramstein, mastadon, motorhead,limp bizkit vs vs.Bunlar rüya gibi gelişmeler gençlik için.Birçok ilde güzel sanatlar lisesi açılmış,çocuklar klasik müzik,halk müziği öğreniyorlarlisede.
Son olarak diyeceğim devrimci olmak olan bitene mutlak muhalefet anlamına gelmemeli bence,en başta kişi kendisine karşı daha sonra da,yaşama karşı dürüst olmalı(sakın öyle değilsiniz anlamı çıkarmayın,genel konuşuyorum).Bir de tutarlı olmalı diyeceğim,yani hani bir tarafı kötülerken,diğer boyutu da görmeli(CHP’nin de düzen partisi olduğu gerçeğini mesela),en önemlisi de militarizmle arasına mesafe koymalı. Tam zamanı aslında, rahmetli oldu ama,Mihri Belli gibi devrim olacaksa mutlaka askeri ayağı da olacak dersek ve burjuvaziyle ortaklık saçmalığını (milli demokratik devrim) yıllarca savunursak hiç bir yere varamayız.Tıpkı Yön hareketi basitliği gibi. Ahmet Altan’ı da kategorize edemiyorum şu yıllarda açıkcası.
Sevgiler.
19 Ağustos 2011 09:39
Sevgili Demokrat,
Yazınız için çok teşekkürler. Çok güzel bir yazı olmuş.Harika.
Ahmet Altan’ı buraya taşımaktaki maksadım sizden alıntıladığım bölümdü.
“Olaya geniş perspektifle baktığımızda bugün bu iktidar var yarın başkası olacak,bazıları bu yönü hiç düşünmeden yazıyor/çiziyor” demişsiniz bakın bunları yazan da var demek için.
Ve bu kadar keskin ifade kullananlar “bir daha iktidar olma şansları yok” demokrasi ye inanmış,özümsemiş kimseler oluyor aynı zamanda!!!!!!!!!!
Ancak bunu dile getiren sadece Altan değil.Aynı minvalde “Beyaz Türkler”. “Pagan Türkler” denilerek bir daha seçim kazanamazlar diyen bir çok yazı okudum ve tv de programda dinledim.
Ben oldum olası, zaten böyle sınıflandırmalara karşıyım. Ama bu kafalar son dönemde “ülke normalleşiyor”, “”ülke demokratikleşiyor” hareketinin içinde yer almıyorlar mı, işte o zaman kan beynime sıçrıyor.
19 Ağustos 2011 11:11
Bazı durumlarda aynı hataya düşüp bir daha asla iktidar olamazlar sözüne mail sözleri kah kızgınlıkla,kah sinirle söylüyoruz ama, illa ki sözlerimizin ya başında ya sonunda bir veya birkaç şart cümlesi yer alıyor.”Bu kafayla giderlerse…”,”yenilenme ve arınma sürecini yaşamazlarsa…” gibi.
Bizim gibi rönesanas yaşamadan bazı şeyleri başarmaya çalışan ülkelerde çok normal bir durum bana göre.Bu sancıları yaşamamız kaçınılmaz.Hani şey gibi uzun süre aç kalmışsınızdır,sonunda yemeklere saldırırsınız fakat yemek bittiğinde dayanılmaz bir karın ve mide ağrısı.
27 Şubat 2012 18:02
REZALET SİSTEMİ DEVAM EDİYOR.
İ. Tatlıses Kürtçe türkü söylemeye başlayınca ölüm kararı çıkmış.
Kürt değilsiniz. Tek başınıza düşünemezsiniz. Kendi dilinizde şarkı söyleyemezsiniz, doğruyla yanlışı ayırt edemezsiniz. Tek başınıza karar veremezsiniz, PKK ve KCK’ niz bile bizim tarafımızdan kurulup yönetilecektir. Varlığınızı yüce Türk milletin varlığına katarak, (Türk varlığına armağan ederek) eriyecek ve yok olacaksınız. İşte AKP’ nin de devam ettirmeye çalıştığı Türk-İslam sentezinin Kürtleri imha politikası.
TATLISES’İ VURAN SİLAH MİT’TEN:
Kürt sanatçısı İbrahim Tatlıses’e düzenlenen suikast için İstanbul’a gönderilen 2 Kalaşnikof tüfeğin MİT’in elemanı tarafından suikastı düzenleyen Abdullah Uçmak’a İstanbul’da teslim edildiği iddia edildi. MİT haber elemanının, saldırı ile ilgili kuruma hiçbir uyarıda bulunmadığı öne sürüldü. MİT paravan basına sızdırma yaparak olayda Irak Kürtlerinin parmağı olduğunu söylemişti. Siyasi hedef açık ve nettir. Ibrahim Tatlıses, Irak Kürtlerini ziyartte Kürtçe beste yapmış ve bestesi Kuzey Kürdistanda da büyük ilgi toplamıştı. Devlet 30 yıl boyunca milyonlarca Kürdü Türkleştiren İbrahim Tatlıses’e de acımadı.
MİT ELEMANLARI 50 OLAYA KARIŞTI:
Son 3 yılda MİT’in haber elemanlarının İstanbul’da yaklaşık 50 olaya karıştığı belirlendi. MİT haber elemanlarının karıştığı olayların büyük çoğunluğunun PKK-KCK eylemleri olduğu polis tarafından da tespit edildi. Kasım 2009’da Erzincan’da MIT’in binasi basilarak arama yapildi.Belgelere el konularak, MİT Şube Müdürü Şinasi Demir ile personeli Sadri Barkın İnce ve Kıvılcım Üstel”terör örgütü’ üyeliği iddiasıyla tutuklanmıştılar.., sonra herzamanki gibi tahliye edildiler. Birinci baskin Erzincan’da oldu ama Türkiye’nin agir gündeminde geri planda kalmisti.
Ayrica Erzincan MIT’in ince yeri. MİT bu alanda en az 14 000 kişinin katlinden sorumlu, çünkü Kürdistanda katledilen faili meçhul insanların kaderi buradan belirleniyordu, zalim Türk feleği en acımasız operasyonlarını buradan koordine ediyordu. Erzincan’da el konulan belgeler herzamanki gibi açiklanmadi, sonradan klikler arasi celiskilerde santaj malzemesi olarak kullanildi, devletin (itibari), güvenligi için hasir alti edildi, konusulmadi..
HAKİME KURŞUN:
Mart 2011’de Başak-şehir’deki adliye lojmanlarına gelen bir araçtan uzun namlulu silahla ateş açıldı. Kurşunlardan bazıları mahkemeye giden hakimin aracına isabet etti. Yakalanan saldırganların arasında bir MİT elemanı bulunduğu ortaya çıktı. Kayıtlara girdi.
Kemalist Askeri kanat denetimine giren PKK İmralı oluşumu Kürtler üzerinde otorite kuramayınca ve büyük oranda Kürt aydınları uyanıp halkına sahip çıkınca, seçimlerde de başarılar sağlanınca, TC devleti yeni bir atak yaparak KCK yapılanmasına girdi. Bundan amaç, Suriye sınırına kadar dayanan halk ayaklanmalarının Kürdistan’a sıçramasının önüne geçmek, ‘ MİT kontrolündeki PKK dışı Kürtlük’ şeklinde gelişebilecek ve dünya kamuoyunun desteğini alabilecek gerçek, bağımsız bir ayaklanmayı kontrol altına almaktır. Devlet böyle bir ayaklanmayı, ortadoğuda ki gelişmelere paralel olarak kesin derecesinde görüyor, MGK tarafından da savaş planları çerçevesinde KCK ve PKK örgütlerine görevler veriliyor.
Öcalan’ın avukatlığını yapan bir şüphelinin, savcılıkta açıkça MİT’e çalıştığını söylemesi, KCK denen yapılanmayı, aynen Devrimci karargah, DEV-SOL, Maoist Komünist partisi, Hizbullah ve benzeri paravanlar gibi deşifre etti.
TC devleti terör ögrütlerini ya kendisi kuruyor veya var olanları ele geçiriyor: Ovacık Mercan vadisinde 17 TİKKO elemanını yokederek kendi adamlarını MKP önderliği adı altında örgütlediler ve onları kısıtlı da olsa hala kullanıyorlar. Devlet içinde çelişkiler ortaya çıkmasaydı bu kan emici keneler daha ne kadar masum insanın kanına girecekti. Dikkat edilirse ölen kitlelerin hemen hemen hepsi de Kürt oluyor. Devletin KCK örgütlenmesi başarılı olsaydı daha ne kadar Kürt ölecekti. Seçimlerde bile olay çıkarııp Kürtlerin oylarını düşürme planlarını yapmışlar…
MİT belgelerinde ortaya çıkan diğer bir gerçek ise, TC nin PKK yi herzaman Kürtlerin esas temsilcisi olarak tutma hedefidir. Bu anlamda Kürtler dünyaya çapulcu eşkiyalar olarak tanıtılıp, tecrit edilecekler, halktan Kürt örgütü adı altında olduğunca fazla insan öldürtülerek Kürtlerin birliği engellenecek, haklı mücadele saptırılacaktır. Bugün yüzbinlece Kürdün dediği gibi eğer PKK olmasaydı Kürt devleti çoktan kurulmuş olacaktı.
Özal- Evren kliğinin temellerini attıkları devlet politikası ortada sırıtıyor: sontaları dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan’a, Kürtleri bölmek için kullanılan sol va sağ hareketlerin artık yetersiz kaldiklarini itiraf ederek bu kaygı nedeniyle devlete yakın ve önemli Akademisyen bir Alevi şahsiyetini çağrılarak Alevileri toparlaması (!) için görevlendirdiklerini söylemiştir. Sayın Özcivan bu itirafları bir Alevi Dergisinde yazmıştır. Görevlendiren şahsiyette gerekeni yapmıştır ve de yapmaya devam etmektedir. Bu şahsiyetin ve kurduğu Vakfın birincil görevi Alevilerle Kürtleri birbirinden uzaklaştırmak olmuştur. Arabistan-kerbela kökenliliği, Kürt olmayan Alevi, Alici Alevi, Öz Türk – Öz Müslüman ve Alevi İslam kavramları bu dönemde türetilmiştir. Alevilerin Kürt olamayacağı tüm Alevilerin Türk olduğu da bu dönemin ürünüdür. Bu şahsiyet kendi ardıllarını da yaratmıştır ve Alevi Kamuoyunda bu ardıllar ve türevlerle bir hayli etkin olmuşlardır. Yani büyük oranda Devletin istediği olmuştur.
Aleviler devletin katil çeteleri için birer arka bahçe oldular.
Aleviler oluşturulan Arap- Türk – İslamcı yapılarıyla Aslında birer çete bahçesi olmuşlardır. Askeri kanatta yapıştırılmış, kandırılmış ve yokoluş sürecine sokulmuşlardır. İP nin de katıldığı yeni devlet örgütlenmesi çerçevesinde, basına yansıyan çeşitli raporlara ve haberlerle Alevi kurumlarında sistematik toplantılar yapıldığı ve alt yapıların gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Dikkat edilirse çoğu dernek yöneticileri Alevilikten ziyade Türk Müslüman ırkçılığı için çalışmakta, devletten para almaktadırlar. Sözde cem yapılırken, kamufulaj yapıldığı ortada kendisini sırıtıyor.Paramiliter unsurlar sahtelikle ağlıyor, yobaz kılığına girerek kendini yerden yere vuruyor, gerçek kimliklerini gizlemeye çalışıyorlar.
MİT – kontrgerila Alevileri kullanarak Kürtleri bölme siyasetini yürüttüyor..Ancak bütün bu haberlere ve raporlara rağmen Alevi kurumlarından hiçbir şahsiyet Ergenekon kapsamında gözaltına alınmadı, ifadesine dahi başvurulmadı. Aynen MİT -HAKAN FİDAN- kanunu ile uygulanmak istenen dokunulmazlık işlevi gibi. Bunun bir nedeni olmalıydı. 1993 Türkiye’sinde Aleviler Kürtlerden nasıl uzak tutulması gerektiği düşünülmüşse bugünün iktidarı için bunun dışında bir şey daha gereklidir; o da Alevilerin top yekun bir nüfus olarak Ergenekon operasyonlarının karşıtı değil de müdahili olması gerekliliğidir. Bu nedenle “Ali Balkız ve Kazım Genç” suikast planı ortaya çıkmıştır. Suikast planı ve verilen ifadeler incelendiğinde özellikle Ali Balkız suikastının bir düzmeceden ibaret olduğu çok net anlaşılmaktadır. (Kazım Genç’le ilgili suikast planı ve ifadelerini henüz göremedim.) Suikast planı yapıldığı tarihte Ali Balkız ABF nin Genel Başkanı değildir. Dahası Alevi örgütlenmesinde hiçbir rolü de yoktur ve hiç de bilinir biri değildir. Ali Balkız daha sonra Genel Başkan seçilmiştir. Ali Balkız’ı bilinir yapan ise bu suikast planlarının ta kendisidir. Ayrıca suikast planlarının Ali Balkız’ın aylar öncesinden boşalttığı bir eve yapılması da dikkat edilmesi gereken bir husustur. Ali Balkız suikast planı yapıldığı tarih itibariyle Alevi Kamuoyunda sansasyon yaratmak isteyen bir örgütün hedefi olabilecek birisi değildir. O tarihlerde daha bilinir insanlar vardır. (Bu yazıdan bu düzmece planda Ali Balkız’ın bir rolü olduğu anlamı çıkartılmamalıdır. Kastettiğimde bu değildir.)
Peki bu neden yapılmıştır. Alevilerin iki kanadı vardır. Bu kanattan birsi görevlendirilen şahsiyetle birlikte Devletin ve Sistemin yedeği haline gelmiştir. Bu kanat da bunu inkar etmemektedir. Diğer kanat ise muhalif karakterini korumaktadır. Sokağa çıkıp eylem yapabilmektedir. İtiraz yetisini kaybetmemiştir. Böylelikle bu kanadın Ergenekon sürecine müdahil edilmesi ve olası karşıtlığının önlenmesi sağlanmıştır.
Ergenekon operasyonlarıyla da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kurumlar ortadan kaldırılmaya, Ahmet Şık, Nedim Şener gibi isimlerde susturulmaya devam etmektedir. Bunlarda Ali Balkız’ın olası suikastçıları olarak yargılanmaktadır. Ali Balkız’da davanın müdahilidir. Bu isimlerde İbrahim Şahin ve Veli Küçük’le beraber Ergenekon örgütünün üyesi olmakla suçlanmaktadırlar. Alanlar farklı olsa da örgütün bir bütün olduğu söylenmektedir…
Artık, dostumuzu, düşmanınımızı tanımanın, ideolojik saplantıları bir tarafa bırakmanın zamanı geldi. Bugün için bize sağ-sol, Türk Arap dostluğu-kardeşlikleri gibi saçmalıklar bir fayda getirmez. İslamın bize vereceği bir şey olamaz. Irak devleti yakında 3 parçaya bölünecek, orada ki sahte kardeşlik-birlik dirlik yalanlarının da sonu gelecektir. Müslümanlık adına AKP de 130 Kürd milletvekili var, Müslümanlık adına 9 milyon Kürt kendini Türk olarak görüyor. Ama bu Müslümanlar için, Kürd bir kafirdir ve ona bir nebze de olsa hak verilemez. Yaklaşık 10 senelik AKP iktidarında tek bir Kürt köyünün okulunda Kürtçe serbest bırakılmamıştır. Tek bir Kürt ismine bile hala izin verilememiştir.Türklerin Başbakanı, tarihsel geleneklerine uymaya devam ediyor: 1930’lu yıllardan itibaren regüler devlet politikası haline gelen halka yabani sistem aralıksız devam ediyor…O yıllar Faşizmin dünya çapında zirvede olduğu yıllar. Faşizm gençliğe, gençliğin eğitimine ve endoktrine edilmesine çok önem veriyor. Azınlıkların yokedilmesi bu endoktrinasyonun hedefi olarak görülüyor. İtalya’da anaokullarına kadar inen faşist örgütlenmeler ortaya çıkıyor. Hitler, Mussolini’den öğrendiği kitlesel gösterileri inanılması güç devasa boyutlara çıkartıyor. Mussolini ise Atatürk’ ten çok şey öğrendiğini açıkça söylüyor. Almanya’da faşizmin ‘ein volk, ein reich’ (tek millet, tek devlet) sloganı, Kemalistlerin attığı bir slogan ve bu politika Kürtlerin sistematik imhasına parallel geliştiriliyor. Kemalistler dünya faşizminin öncülleri olarak Rum ve Ermenleri acımasızca ellemişlerdi ve Kürtlerin sırası gelmişti. Yüzbinlerce aptal, kriminal vahşi insan, bir gösteri alanında tek bir komutla disiplinli ve uyumlu bir şekilde aynı hareketleri yaparak varlıklarını uyduruk bir millete ve Paşa’ya adamış oluyorlar. Bu eylemler, özelliklede Dersim Kürt soykırımı arifesinde bütünüyle kitlesel ve adeta dinî bir havaya büründürülmüş ritüeller oldu. Çünkü Dersim soykırımı ile, baş paşanın dediği gibi ‘çıbanbaşı’ Kürtlerin hak ve hukuk talepleri en az 100 sene geriye atılmıştı.
Türkler kadar cümle başı, ‘baş’ kelimesi kullanan bir millete rastlanamaz. ‘başbuğ’, ‘başhakim, başvekil, ‘başkan’, etc.. etc..İradesiz, şuursuz,soysuz, sopsuz insanların zayıf noktalarına vurgu yapılarak, 10 çocuğu da ölürse, adama ‘ başın sağolsun’ diye ekstra işkence etmeye gidilir. Burada ‘baş’ diye kastettikleri, ‘çoban’ kılığında, kan döken, baş kesen bir işgalci olması gerek!!
Dünyada kendi meclisine ‘büyük’ adına takanlar göçebe Türklerdir: neden normal bir millet meclisi değil de ‘büyük millet’ meclisi oluyorlar?
Kaldi ki ‘büyük’ denilen bir millet bu şekilde göçebe olamaz. İyi milletler doğdukları topraklara sadık ve onu en iyi kullanabilen toplumlardır. Almanlar’ın Amerikaya, Türkiyeye gideni olmuş ama bu Türklerin dakikada bir yaptıkları gibi sürü şeklinde oradan oraya yığınak yapıp onun bunun memleketini bozmaları, yakıp yakmaları şeklinde değildir. ‘Büyük Türk’ denilen Rum+Arap+Fars+Türkmen kırmaları bu defa da Avrupanın ortasına yığılmaya başladı. Nasıl bir büyüklük ki, dünyanın en güzel topraklarından biri sayılan Akdeniz, Marmara ve Ege alanlarını ceheneme çeviriyor, bu yetmiyormuş gibi bu defa da başkalarının topraklarına yığılıp onu onu da bozmaya çalışıyor? Türk resmi ideolojisi beşikteki bir çocuğu dahi Orta Asyalı olduğuna ikna etmeye çalışır, 7 göbek sonrasında dahi Anadolu’nun yerlisine, onun Orta asyalı olduğu, Kurt sürüsünü takiplen buraya kadar geldiğini temel alan resmi devlet doktirini, okuldan işe kadar her yerde sistematik uygulanıyor ve insanların beyinleri çelinerek, kendilerine yabancı, doğdukları yere düşman birileri olduklarına inandırılıyorlar. Bu şekilde yetiştirilen göçebe sürüsü hangi ülkeye varsa oraya da yabancı kalmaya devam ediyor. Büyük göçebe kendisini hiç bir yerin yerlisi olarak göremiyor! Dünya üzerinde sadece Türkiye’de, halka oranın yabancısı oldukları devlet okullarında okutulur, sadece Türkiye’de,Türkiye’nin yerlisi olmayan Türklerin, ‘türkiye devleti’ denilen bir oluşuma sahip oldukları kendi resmi kurumlarında doktirine edilir.
‘Fert yok cemiyet var, hak yok vazife var’ düsturu bugün bütün okullarda küçük çocukların her sabah söylediği andımızda ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’, ‘ ne mutlu türküm diyene’, ‘bir türk düyaya bedeldir’ sözleriyle tekrarlanıyor. Bugün onbinlerce Kürt okulunda bu ritüeller aralıksız devam ediyor. Kürt çocuklarının beyinleri acımasızca yıkanarak Türkleştirilip kendilerine yabancı, ‘üstün ırk’ denilen Orta asyalı bir kavmin ‘, anadoluyu işgal etmiş fertleriymiş gibi yetiştiriliyorlar. Faşizm, ferdin bağımsız bir kişilik olarak var olmasını reddeder. Aslolan Paşa’nın, başkanın, Şef’in, Führer’in, Duçe’nin, Cadillo’nun liderliğinde, onun gösterdiği istikamette milletin yücelmesi için ferdin her şeyini feda etmesidir. Aslında Atatürkçülük, ‘Ebedî Şef’ kültü etrafında, kalıcı bir faşist tahakküm arayışıdır. Bu kült, bütün katiller, kan emiciler için ayrıcalıklarını sürdürecekleri bir sığınak vazifesi görmektedir.
Kürt soykırımlarının sonu, AKP tarafından da devam ettirilen bu sistem ayakta olduğu müddetçe devam edecektir. Esas soykırım Kürdün geleceğini sistematik şekilde yokeden, eğitimiden dine kadar uzanan Türk-İslam sentezidir. Sahte laiklik adına 5.3 milyon Kürt kandırılp kimliğine yabancılaştırılmış durumda. Alevilik, Kemalizm adına kürtleri kandıran sahte modernistler de, İslamcılardan farklı değildirler. Maoist komünistlerden, Devrimci karargah, Halk kurtuluş cephesine, solcu sendikalardan, masum dinseverler adı altında Kürtlerin beyinlerini yıkayan, özel harb dairesince ayakta tutulan ve göbekten Türk ordusuna bağlı Hizbullah gibi örgütler Kürt çocuklarının asimile edilmesinde birer yan araçtan başka bir şeey deüillerdir. Türk devletinin terör örgütlenmesini, özel harp dairesininin yeni yapılanmalarını, doğal Kürt hareketini bloke etmek, onu saptırıp dünyadaki tabii desteklerinden koparmak için, kendisine bağlı olarak örgütlendirdiği belgelenmiş durumda. Erdoğan kliği bu belgeleri sadece kendisine direkmen karşı olan askerleri tasfiyede -şantaj anlamında- kullanırken bu olşumun devamında ise diretmektedir. Evren-Özal-Demirel-Çiller-Ağar-Ecevit den kalan miras devam ediyor: AKP Kürdistandan tek bir Türk askerini bile geri çekmemiştir, masum köylüleri katleden tek bir köy koruyucusunu bile azaltmamaıştır.
Asker-polis elbiseli Türkler kesilen Kürt kafaları ile fotoğraf çekmeye devam ediyor, imamın ordusu ‘fahişelere’ asker elbisesi giydirerek türkü söylettirmeye devam ediyor.
Kürt değilsiniz. Tek başınıza düşünemezsiniz. Doğruyla yanlışı ayırt edemezsiniz. Tek başınıza karar veremezsiniz. Varlığınızı yüce Türk milletin varlığına katarak, (Türk varlığına armağan ederek) eriyecek ve yok olacaksınız. “Ne mutlu Türküm diyene” “Bir Türk dünyaya bedeldir” “Türk, öğün, çalış güven.” gibi şiarlar, yaygınlaşan bayraklar ve heykeller birlikte, ulusun belleğine bir daha silinmeyecek şekilde yerleşmiştir. Peşpeşe gerçekleşen yenilgilerin yarattığı çöküntüyü ve suskunluğu yaşayan Kürt, kabuğuna çekilmiş, Türklüğüne razı olmak zorunda kalmıştır. Şentürk, hastürk, yıldırımtürk, öztürk, aslantürk, kahramantürk gibi soyadları alan Kürt, köylerinin değişen, Türkleşen isimlerine de pek karşı çıkamamıştır.Koyunlar gibi o basit hareketleri okul ve kışlalarda hep birlikte yaparak kıvama geleceksiniz. İşte o zaman sizin yerinize düşünen, karar veren, sizi yöneten bir azınlığa sorgusuz sualsiz teslim olacaksınız. Bir komut gelecek elinizi kaldıracak, bir başka komutla indireceksiniz. Bir sürü gibi. Anaokulundan başlayarak hazırol ve rahatta durmayı, uygun adım yürümeyi nasıl olsa öğrenmiş bulunuyorsunuz. Çocuklar ve gençler, sizler birer küçük Türk koruyucu askersiniz. Komutanlarınızı dikkatle takip edeceksiniz. Onlara Paşa diye hitap edceksiniz. Sakın düşünmeye, dilinizi konuşmaya, onunla düşünmeye, kendi kendinize karar vermeye kalkmayın. Sadece denileni yapın. Dünyada faşizmin en çiğ ve kaba haliyle varlığını sürdürebildiği yerler Türkiyenin okulları, Türklerin bayrak salladıkları, kendi toprakları diye saydıkları bütün Kürt şehir ve köyleridir.
Kürdistan’ da koşullandırılan yaklaşık 450 000 i resmi ve 128 000 ni de paramiliter koruyucu, Irkçı, Alevici, Şiici, Maocu Komünist partisi, Devrimci karargah-kurtuluş cephesi, Müslüman Hizbullahçı kılığında örgütlenmiş askeri güç, din adı altında örgütlenmiş Hizbullah-Diyanet-Nurcu-Süleymancı-Bektaşici-Fetullahçı-kontralar bir bütün olarak AKP diktatörlüğü altında da geleneksel süreci devam ettirmektedirler.
Varlık koşulunu geleneksel bir düşman algısı üzerinden inşa ederek ifade eden Türk kimliğinin 20. yüzyıldan bugüne kadarki en büyük düşmanları, Ermeniler, Kürtler ve Anadolu Rumlari olmuştur. Bizanslılarla iç içe geçen göçmen Orta asyalılar ve ortadoğulular yeni bir millet oluşumuyla, Anadolu’da geriye kalan toplumlara karşı büyük bir kin ve nefret dalgasının temellinide sağladılar: işte ‘türk’ denilen ucube budur. Zira Mustafa Kemal’in Nutuk’unda, meziyetlerinden (!) ötürü övmekle bitiremediği Nurettin Paşa’nın, “Bu ülkede ‘zo’ diyenleri (Ermeni) temizlediler, ‘lo’ diyenleri (Kürt) de ben temizleyeceğim” sözü, o güne dek yapılmış ve sonrasında yapılacak olanları, devlet ricali ağzıyla özetleyen ciddi bir itiraftır. İttihatçıların, doğrudan veya dolaylı yollardan (deportation) Ermenileri katletmesiyle başlayan bu süreç, Nurettin Paşa’nın Koçgiri’de Kürtlere karşı giriştiği ilk katliam denemesi (1921) ile sonrasında kurulacak olan Cumhuriyet’e de miras bırakılacaktır.
“Annem Kürt ama babamın ailesi Ermeni. 12 Eylül’de öğrendik Ermeni olduğumuzu, kendimizi Kürt sanıyorduk, devlet biliyormuş, biz bilmiyorduk. O zaman Ankara’d a çalışıyordum, eşimin, ailemin yanına köyüme gidemiyordum. Gelsem de tokat yemeden dönemiyordum. Sonra ailemi yanıma aldırdım, annem babam kaldı bir tek. Zaten köylerde sadece yaşlılar kaldı. Ama onlar Ermeniliğini söylemiyor baskıdan, buradan göçen gençler söylüyor özgürce.”
Resmi adıyla Tunceli’nin Alanyazı, halkın diliyle Dersim’in Xozun köyündeyiz. Bir zamanlar Ermeni kilisesinin olduğu alanda, kiliseden kalan tek taşın üzerine oturmuş Hasan Polat böyle anlatıyor hikâyesini. Alanyazı köyünde doğan, Ankara’da köy hizmetlerinden emekli olan Polat, başkentte sorun yaşamamış, çünkü kimliğinde “İslam” yazıyormuş. “Beş çocuğum henüz kimliğimizin tam farkında değil” diyen Polat aslında Türkiye’de ilk kez konuşulmaya başlayan bir topluluğun üyesi: Dersim Ermenileri. Bugüne kadar 1915 Ermeni tehcirinde Dersim bölgesine sığındıkları söylenen, 1937-38 Dersim olaylarında bölgede yaşanan acılara ortak olan Dersim Ermenileri, 12 Eylül’de ve 90’lı yılların terör ortamında da büyük travmalar yaşadılar. … “Tarihi travmalarla dolu bir bölgede, hele Ermeni olmanın hâlâ “küfür” addedildiği, basında “Türkiye’de yaşayan ‘gizli Ermeniler’ bölücülükte önemli rol oynuyor” gibi cümlelerin kolayca sarf edildiği düşünüldüğünde, neyle karşılaşacağımızı tahmin ediyorduk aslında. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşı” dediği Dersim’de ilk gün, Munzur nehrine tepeden bakan bir kahvede uzun süre sohbet ettiğimiz Ermeniler, katliamları, acıları yaşadıklarını anlattılar; yıllardır Ermeni kökenli oldukları için dışlandıklarını söylediler ama ses kayıt cihazını açmamızı veya fotoğraf çekmemizi istemediler. Kimi “Ben gencim, büyüklerim kökenini söylemedikten sonra ben bir şey demem” dedi, kimi “kimliğimize sahip çıkalım ama acele etmeyelim, burası Türkiye’nin başka hiçbir bölgesine benzemez” diyerek uyardı. …”(Agos)
O günden bugüne kadar meydana gelenleri anlatmaya sayfalar kâfi gelmeyeceği için, şimdilik bu tarihi değerlendirmeyi okuyucunun takdirine bırakıyoruz.
Türk resmi tarihçiliğinin Ermeni katliamı karşısındaki yok sayma ve reflekse dayalı tutumu, geçmişte uygulanan vahşetin, bugün dilin aşağılayıcı kelime hazinesinden devşirilen ‘piç’likle meşrulaştırılıyor olmasında da büyük emeği geçmiştir. 2 Türk yan yana gelse piç kelimesi kullanmadan normal bir kominikasyon yapamazlar. Piç kelimesi Türklerin ruhuna işlemiş: ‘vay ermeni piçi’, ‘rum piçi’ en çok kullandıkları takıştırmalardır. Türkiyede her türk mutlaka bunu başka bir Türk’e söylemiş ve kendisi de bu piçlik yakıştırmasına maruz kalmıştır. Bu kadar insan Rum veya Ermeni piçi ise ‘türk’ denilen fenomenin ne olduğu ortaya çıkar! Bu yüzden de tarihçiliği arşiv belgesi okumakla eşdeğer gören bu garabet zihniyetin, bugün toprağın altından çıkan toplu mezarlar ve süngü zoruyla uçurum boşluklarına itilen insanların yaşadıklarıyla empati kurmasını beklemek, en yalın anlamıyla safdillik olur. Zaferden zafere koşarak tanıtılan bir neslin, bu zaferleri kime karşı ve nasıl elde ettiklerini sorgulamadan dile getirmek, Türk tarihçiliğinin sefaletini de gözler önüne sermekte.
1921Kocgiri, 1938 Dersim ve 1925 Şeyh Sait katliamlarinda Kürtlere yaşatılanları bir arşiv düellosuna çeviren hükümet ve ana muhalefetin, bu topraklarda katledilen halkların gerçeğini dahi kendi tekelinde bulunan arşiv belgeleriyle izah etmesi, acınası bir durum. AKP’ nin Kürt politikası, 1945’te İtalyan ve Alman faşizminin çöküşünden tam 67 yıl sonra, Türk faşizminin sona ermeyeceğini ifade ediyor.
Şimdi artık bu Kürt düşmanı sürece son vermenin, esaret zincirlerini kırarak, özgür bir halk olmak, her halk gibi devlet sahibi olmanın yolunu açmanın zamanı gelmiştir.
İlk olarak, bütün Kürt örgütleri, 1 Mart tarihinden itibaren bütün Kürtlerin çocuklarını Türk okullarına göndermemeleri için bir bildirge yayınlayarak zorunlu adımı atmaları gerekiyor. 14 milyonun üzerinde Kürd hali hazırda Türk yapılmış, adları değiştirilmiş kendilerine düşman bir toplum haline getirilmiştir. Kürtlerin düşmanı AKP nin de devam ettirdiği Türkleştirme politikasıdır… Askeri anlamda Kürtleri yoketmenin imkanı yoktur. TC bunu iyi biliyor ve bu yok etmeyi İslamcılar ve Kemalistlerin ortak paydası olan devlet okullarında devam ettiriyor.
İşte şimdi bu okulları boykot, TC nin Kürd’ü esaret altına almak için yaşam borusu olarak kullandığı bu mezarlara gereken cevabı vermenin zamanı geldi. En az %35 nin üzerinde Kürt vatandaşımız bu çağrıya uyup, çocuğunu asimile etmekten başka bir şey yapmayan bu Türk okullarını protesto ederse TC’ nin bölgedeki bel kemiği kırılacaktır. Böylesine bir olay dünya çapında büyük yankılar yapacak ve AKP nin sahte maskesi de düşecektir. Kürt özerkliğine giden yol, Kürt halkının ortak iradesi onun gerçek temsilcilerinin böylesine küçük bir çıkışla, aklı selimle işe başlamalarından geçiyor.
Devletin saldırısı büyük olacaktır ama eskisi gibi başarı şansı yoktur.
1 milyon Kürd ayağa kalktığında ise işleri Suriye gibi olacaktır.
Şimdiden biliyoruz ki TC de o gün, PKK adı altında kendi askerlerine karşı vahşiyane bir saldırıda bulunarak, mümkün olduğunca çok askeri öldürerek, geri kalmış cahil halkı ayağa kaldırarak bu haklı eylemi sabote etmeye çalışacaktır. TC’ nin değişmez Kürt politikasını devam ettiren yeni AKP-Asker ittifakı, Kürt Hareketi nezdinde bir kırılmayı amaçlıyor; talep ve istemlerin, Müslüman-Kemalist kırmızı hattının içine çekilmesini, güney Kürtlerini de tehdit ederek, zorunlululuk azmeden Kürt Birliği’nin sağlanmasının önünü almaya her zamanki gibi hedefleyeceklerdir. Benzeri olay en son Kürt özerkliğinin ilan edildiği gün yaşandı, MHP yandaşı yeni patron Necdet Özel’in Jandarma istihbaratından hareketle, PKK adına askerlerin yaptığı bu provakasyona resmen sahip çıkıldı.
Kürtler ortak iradeleri ile özerkliği ilan etmiş durumdadır, geriye dönüş olamaz ve bu yeni adım ile de onu gerçek yaşam alanına sokacaklarıdır.
Kürt çocuklarına,’Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ sloganını dayatanlara cevap verme zamanı geldi: 1 marttan itibaren çocuğunu Türk okuluna gönderme.
Kürtler olarak hep beraber, Kürtlere mezar haline gelen Türk okullarını terk edelim!
1 Mart’ tan itibaren Türkleşmeye son!
Kürdün mezarı olan Türk okulunu değil, anadilde Kürtçe eğitim sağlayacak Kürt okulunu istiyoruz.
Kürtler için anadilde eğitim komitesi.
Saygılarla,
Şemso Lazwan Kurmesh
========================================================
Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main
Soykirim Karsitlari Dernegi (SKD); Kontakt: Ali Ertem Tel.: 0049/69/5970813 E-Mail: skd@gmx.net
Soykırım inkârcılarından Cezayir halklarına dost olmaz!
TC devleti yetkilileri, kendi insanlık suçlarını inkâr etmek için Cezayir halklarının kanını, masum kurbanlarının anılarını istismar etmeye kalkışmaları ters tepti. Sahte din kardeşliğini, sahte Cezayir dostluğunu gün ışığına çıkardı.
Neden?
1. Türkiye Cumhuriyeti (TC) devleti genel anlamda soykırım kurbanlarını, özellikle de 1915 soykırımı kurbanlarını, onların geride kalan çocuklarını ve torunlarını hedef alan kin ve nefreti, sınırsız iftirayı, fiili saldırı önleyebilecek hiçbir engelle karşılaşmak istememektedir. Soykırım mağduru halkların, özellikle de Ermeni halkının, dünya çapında yürüttüğü onlarca yıllık mücadelenin harekete geçirdiği kamuoyu, tanınmış uluslar arası kurumları ve birçok devleti soykırımın inkârına karşı tavır almaya zorlamıştır. Fransa’nın bu konuda bir adım daha atarak, sadece Ermeni soykırımını tanımakla kalmayıp, inkârını da yasaklamayı kanunlaştırmak istemesi, TC yetkililerinin sadece başını değil, karnını da fazlasıyla ağrıttığı anlaşılmaktadır.
Tepkilerini ırkçı bir gövde gösterisine dönüştüren yetkililerin, Fransa’ya Ermeni soykırımı ile değil, sömürgeci geçmişindeki “Cezayir soykırımı” ile ilgilenmesini “tavsiye” etmeleri de bundan ileri gelmektedir.
Fakat bunu yaparken, Cezayir’in Fransa’ya “hibe” edilmesinde ve bağımsızlığın Cezayir halklarına bu kadar ağır bedellere mal olmasında, Osmanlı imparatorluğunun ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin taşıdığı tarihi sorumluluğu ve suç ortaklığını, her ne hikmetse, hiç hatırlamak istememektedirler.
Eğer Osmanlı imparatorluğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Mezopotamya ve Kafkas halklarının bağımsızlık, hak ve özgürlük taleplerine uygarca cevap vermiş olsaydı, Cezayir’in Fransız sömürgesi olması mümkün olmayacaktı. Kendileri de tıpkı Fransız sömürgecileri gibi ezilen halkların bağımsızlıklarına ve özgürlüklerine düşman olduklarından, egemenlikleri altında bulunan halkların, her türlü hak ve özgürlük istemlerini kana buladıklarını, hatırlamak istememektedirler. Bin bir güçlük ve ağır bedellerle bağımsızlıklarını elde eden halklara karşı hala besledikleri intikam duygularını, her “uygun” ortamda açığa vuran, ilhakçı, fırsatçı (Antakya’nın ilhak edilerek Türkiye sınırları içine alınması ve Kıbrıs’ta TC kulası bir devletin kurulması gibi) politikalarını dün olduğu gibi bu günde devam ettirmelerine kimsenin ses çıkarmasını istememektedirler.
Demokrasiye, özgürlüklere, hiçbir yerde ve hiçbir koşul altında şans tanımadıklarını sanki kamuoyunun bilmediğini sanmaktadırlar.
Cezayir’den Yemen’e, Suudi Arabistan’dan Suriye’ye, yüz binlerce Arap yurtseverin, aydının kanına girdiklerini, kamuoyunun, özellikle de Müslüman kamuoyunun bilmediğini sanmaktadırlar. Müslüman Arap aleminin, genç dimağları zehirlemek için Türk tarih kitaplarına hala “Osmanlı’yı arkadan hançerleyen ihanetçiler” olarak işlendiğinin bilinmediğini sanmaktadırlar.
Fransa’yı Müslüman soykırımı ile suçlayanların, önce kendi ellerinin kanını temizlemeleri, yani kedi katliamcı geçmişleri ile yüzleşmeleri gerekir. Türkiye toplumunun tarihinin karanlık geçmişi ile yüzleşmesi önündeki bütün engelleri kaldırmaları gerekmektedir. Bu anlayışlarla taban tabana zıt Türk devlet politikasını bilen demokratik kamuoyu, kendi tarihleri ile yüzleşmekten kaçan soykırım inkârcılarının, Cezayir katliamını “ucuz” bir çıkar malzemesi yapmaya kalkışmalarından hiç şüphe duymayacaktır.
Nihayet Cezayir Başbakanı Ahmed Uyaha’nın, Türk devlet yetkililerini açıktan uyarması, Cezayir halklarının kanını istismar etmekten ve ucuz Cezayir dostluğundan vazgeçmeye davet etmesi, bunun en açık göstergesidir. (Bakınız: http://haberpan.com/haber/cezayir-soykirim-tartismalarinda-turkiyeyi-uyardi )
2. Bir nebze etik kaygısı olan, vicdani sorumluluğu büsbütün terk etmeyen bir devlet yöneticisi, bir insanlık suçunu örtbas etmek için bir başka insanlık suçunu kullanmaya kalkışmaz. TC soykırım inkârcıları, yakın tarihimizde devlet egemenliği altındaki Ermenilere, Helenlere, Asuri-Süryanilere ve Ezidilere karşı işlemiş oldukları soykırım suçunun üstünü, Fransız sömürgecilerinin geçmişindeki insanlık suçları ile örtmeye kalkışıyorlar. Akılları sıra Fransa’ya “misilleme” yapıyorlar. Fransa Parlamentosu’nun, Holocaust inkârını yasaklayan „Loi Gayssot“ kanunun çerçevesini genişletme ve Ermeni soykırımının inkârını da aynı yasa kapsamında cezalandırma girişimine karşı “soğuk seferberlik” ilan ediyorlar.
Kanlı karanlık geçmişini inkâr etmeye alışmış ırkçı kalkışmanın sahipleri, dünyanın her yerinde soykırım mağdurlarına iftira atma, hakaret etme, takibat altında tutma, mabetlerine mezarlarına saldırma, fiili sataşma ve hatta mağdur halkların hak ve adalet için direnen aktif unsurlarını katletme özgürlüğü istiyorlar. Bir başka ifadeyle onlar, 1915’ten bu yana gündemde olan soykırım politikasının, devletin ihtiyaç duyduğu her zaman, her yerde istediği gibi uygulamasına, hiçbir gücün ve kamuoyunun, ses çıkarmamasını istiyorlar. Böylesine pervasız soykırımcı ırkçılığın çirkin yüzünü de “düşünce özgürlüğü” örtüsü ile maskelemek istiyorlar. Cezayir’i ise sadece kullanılacak bir malzeme olarak görüyorlar. Sahte Cezayir dostluğu bundan başka hiçbir amaç gütmemektedir.
Bu nedenle TC devlet yetkilileri, insanlık suçlarına karşı çıkmayı, ne ahlaki ne de vicdani bir sorun olarak görüyorlar.
3. Cezayir halkları, Fransız sömürgeciliğine karşı farklı tarihi dönemlerde savaşmaya başladıklarında Türk egemenliği, ne Osmanlı devleti olarak, nede TC devleti olarak, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne hiçbir destek vermemiştir. Tam tersine Türkiye, Cezayir halklarının bağımsızlık mücadelesinin bastırılması için Fransa’nın ihtiyaç duyduğu her türlü desteği sağlamakta hiçbir sorun görmemiştir. Özellikle de 1954’ten 1962 yılına kadar Fransa’nın Cezayir halklarının bağımsızlık mücadelesine karşı topyekûn bir imha savaşı başlattığında Türkiye, Fransa’ya her bakımdan (diplomatik, politik, lojistik) tam destek vermiştir.
► Türkiye, Cezayir Bağımsızlık hareketinin imhası için sömürgeci Fransa’ya, lojistik (silah ve cephane ulaşımına) destek vermiştir.
►Türkiye, Cezayir’in Birleşmiş Milletler Cemiyetinde bağımsızlık oylaması gündeme geldiğinde, Fransa lehine tavır belirlemişlerdir.
►Türkiye, Cezayir Ulusal Bağımsızlık savaşının lideri olan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FNL) meşruiyetini hiçbir zaman tanımamıştır. Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığını Fransa’dan sonra tanımıştır.
►Türkiye, Cezayir’in ebediyen Fransız sömürgesi kalmasını savunan sömürgeci güçlere bağlı, tescilli katillerden, dönemin “korucu başlarından”, Cezayir halkına ihanet etmiş lejyonerlerden kurduğu kukla hükümeti tanımıştır.
►Türkiye, Fransa’nın Cezayir Sahrasını açık hava atom denemeleri ile bir radyoaktif çöplük haline getirmesine hiçbir zaman karşı çıkmamıştır.
Bütün bu gerçekler ortada iken TC yetkilileri meclisten “Cezayir soykırımı kararı” çıkarmanın “yaralarını” tartışıyor. Bu ne “yerinde” tavır; bu ne “parlak” zekâ! Bu ne “dahiyane” diplomatik atak! Kelimenin tam anlamı ile “kendi kendini rezil etmek”, bir başka ifade ile “kaldırdığı taşı ayağına düşürmek” buna derler.
TC devlet politikasının, 1915 soykırımını inkâr etmek için ne bayağı yöntemlere başvurduğu gün gibi ortadadır. Eğer ki, “dostluk” buysa, “düşmanlık” denen kavram neyi ifade eder?
4. İflas Eden inkar Politıkası ve koparılan kof, kuru gürültü
TC devleti, hem ülke içinde hem de ülke dışında, soykırım mağduru halklara düşman ettiği ne kadar kalabalık varsa, ayağa kaldırmaya çalıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Loi Gayssot” kanununun engellenmesi için ırkçı içgüdüleri kışkırtılmış öfkeli kalabalıklara, soykırımın inkarını sıradanlaştıran, popülist mesajlar sunarak, rolünü “iyi” bir şekilde oynamaya çalıştı. Başbakan, kendini öylesine kaybetti ki, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’yi “tepelediği” gibi, hızını alamayıp birde baba Sarkozy’ye çarptı! (Bakınız: http://www.ispartanews.com/haber/9018-soykirimi-bilmiyorsan-git-babana-sor.html )
Sarf edilen sözler, Başbakan’ın sadece bilgisizliğini değil aynı zamanda diplomatik nezaketten de yoksun olduğunu açığa vurdu.
Baba Sarkozy, Başbakana, hiç sinirlenmeden, kendini kaybetmeden, kibarca bir cevap verdi. (bakınız: http://www.hurriyet.com.tr/planet/19532102.asp ) O, sadece kendi elinin temiz olduğunu anlatmaya çalıştı. Başbakan Erdoğan’ın, “benim ecdadım soykırım yapmaz, yapmamıştır” diye Mehmet Talat, İsmail Enver, Dr. Bahattin Şakir ve daha nice soykırım katillerini aklamaya kalkıştığı gibi[1], Fransız sömürgecilerini aklamaya kalkışmadı.
Bu, meselenin bir yanı.
Fransa ile boy ölçüşmeye kalkışıldığında, meselenin çok daha farklı ve önemli başka boyutlarının da varlığı şüphe götürmez bir gerçektir. Bu açıklamanın çerçevesini fazla zorlamadan da meselenin bu yanına da kısaca değinmekte yarar görüyoruz.
Fransa Cumhuriyeti: Avrupa, Avrupa olalı o topraklar üzerinde var olan, farklı çağların farklı koşullarında, bazen üzerlerine çöken kölelik boyunduruğunun zulmü altında, bazen orta çağ zorbalarının aç bıraktığı, uzadıkça uzayan savaşların getirdiği yıkımın, yoksullukların çıkmazında, yaşam mücadelesi veren, yenilgilerin acısını, zaferlerin sevincin birlikte paylaşan, çürümeye yüz tutmuş kendi despotlarını vakti geldiğinde tarihin çöplüğüne kendi elbirlikleri ile atan; “özgürlük, “eşitlik”, “kardeşlik” için bedel ödenmekte hiç imtina etmeyen; cumhuriyet sözleşmesini kendi aç gözlü ihtirasları uğruna bozan burjuvalarına haddini bildirme cüretini göstermekten çekinmeyen; her ne kadar Prusya militarizminin yardımı ile yenilmiş olsalar da, yine de insanlığın ortak tarihine mal olmuş Paris Komüncüleri geleneğini hala benliğinde, yüreğinde taşıyanları da içinde barındıran toplumsal taban üzerinde durur.
Eski sömürgecilikten, emperyalist yeni sömürgeciliğe evirilen sistem, hassas toplumsal dengeler üzerindedir. Eğer ki, iktidar sahipleri haddini aşar pervasızlaşırlarsa, cevapsız kalmayacağını bilirler. Cezayir meselesinde de Fransa halkının bir duruşu vardır.
Cezayir halklarına topyekûn savaş ilan eden Fransız burjuvazisi, Cezayir’e egemen olmak için her yolu denemiştir. Fakat çizmeyi aştığında yangın Paris sokaklarına sıçramıştır. 200 insanın hayatına mal olan 17 Ekim 1961 kanlı Paris protestosu, Cezayir kurtuluş savaşının Paris’e taşındığının bir göstergesi olmuştur. Cezayir halkının öz gücüne dayanan direnme savaşına başlangıçta kayıtsız kalan Fransa muhalefeti, utanç verici durumu eleştirici bir tavırla yeniden değerlendirmeyi başarmıştır.
Her ne kadar farklı bakış açılarına sahip olsalar da dönemin, Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Giséle Halimi, Henri Alleg, Albert Camus, Boris Vian, Jean-Luc Godard gibi medeni cesaretin simge isimleri, (aydın, yazar, sanatkar, gazeteci), meslekten men edilmeyi, yıllarca hapis yatmayı, işkenceyi, ölümü göze alarak, demokratik, devrimci kuruluşlarla, insan hakları ve meslek kuruluşları ile el ele vererek, Fransa halkının büyük çoğunluğunu esarete direnen Cezayir halklarının tarafına kazanmayı başarmışlardır. Hiç tereddütsüz, sömürge Rejiminin kirli savaşına, çok farklı mücadele yöntemleri ile karşı çıkarak, Cezayir’in bağımsızlığını savunmuşlardır.
Cezayir’in statüsünü belirlemek için hem Fransa’da hem de Cezayir’de olmak üzere iki ayrı referandum yapılmıştır. Cezayir’de halkın %99’u, Fransa’da ise Fransız halkının %75’i, Cezayir’in bağımsızlığından yana tavır koymuştur.
Cezayir’de daha büyük çaplı katliamların, hatta Ermeni soykırımına benzer bir soykırımın yapılmasını, Fransa halkının çoğunluğu, sömürgeci esarete karşı savaşan Cezayir halklarına dost elini uzatarak, birlikte engellemiştir.
Bu dayanışmayı kırmak, ne pahsına olursa olsun Cezayir’in sömürge kalması için Fransa ordusu içindeki Vichy rejimi artığı faşist generaller, özel harekâtçıları, işkencecileri, komandoları, Cezayir halklarına ihanet etmiş yerli köy korucularını ve lejyonerleri yanlarına alarak, başarısız bir darbe girişiminde bulunmuşlardır. Fransa halkının büyük çoğunluğu buna karşı çıkarak darbecilerin, hak ettikleri cezalara çarptırılmalarını talep etmiştir.
Kaba hatları ile sahte Cezayir dostu ırkçılarımızın boy ölçüşmeye kalkıştığı Fransa gerçeğinin kısa özeti böyledir.
Fransa ile boy ölçüştürülen TC ve toplumuz
Biz Kimiz? Hangi zemin üzerine oturtulmuştur TC?
Kimlerden oluşur bu cumhuriyetin toplumsal tabanı? Hangi ortak irade anlaşmasına dayanır toplumsal varlığımız? Nerelerden geldik? Nereye varmak istiyoruz?
Sorular çoğalıp, ayrıntılar dallanıp budaklandıkça, cevapları da zorlaşmaktadır. Zira ne bu Cumhuriyetin ne de onun öncesi olan Osmanlının objektif gerçeklere dayanan tarihi olayları yazma diye bir sorun olmamıştır. Zaten yazabilecek ne kendine ait bir alfabesi nede ortak bir dili olmuştur. “Ulus” için kabul ettiği alfabe, henüz 80 yaşındadır. Ortak dilimizin yaşı, ondan da küçüktür. Cehaletin ve yoksulluğun peçesinde kaderine terk edilmiş Anadolu köylüsü, dilini bile bilmediği egemenlerine meramını anlatmaktan acizdir.
Benliğimize işlenen bir kimlik varsa o da, girdiği her yeri kasırga gibi yıkıp dağıtan, taç için, taht için, iktidar ve mevki için kardeş kafası koparmayı gelenek haline getirmiş asker bir milletin, “asker doğmuş” çocukları olmamızdır. Buna karşılık toplum olarak, halkın inisiyatifine dayanan her türlü devrim sürecine yabancı oluşumuz ise, bizi Fransa toplumundan ayıran “takdire şayan” önemli bir özelliktir.
Çağının yüzlerce yıl gerisinde kalan iktidar erkinin tapındığı devlet denen aygıtın, iflah olmaz bir çürüme sürecine girdiğinde, onun restorasyonu için soyup soğana çevirdiği, adeta çarmıha gerdiği halkların “biraz insaf, biraz merhamet!” hatırlatmasına, soykırım ve sürgünlerden başka bir cevabın bulunamaması, bir başka kayda değer özellik olara görülmelidir.
Bunca ilkelliğe, bunca zorbalığa rağmen egemenliğin, cehaletin karanlığına gömdüğü İslam dinine mensup halkları soykırım suçuna alet etmeyi başarmış olması, “bizim” egemenlerimizi, Fransız sömürgecilerinden ayıran önemli bir özelliktir. Bunda tarihten gelen soygun ve çapulculuk geleneğinin, rolü nasıl yadsınabilir? Bir yanda derin bir sefalet, yoksulluk, diğer tarafta Müslüman olmanın “avantajı” halkı kolayca insanlık suçuna alet etmenin de bir avantajı sayılarak sonuna kadar kullanılması, Fransa sömürgecilerine karşın, bir başka “üstünlük” olarak teslim edilmesi gereken bir farlılıktır.
Ne Osmanlıda nede Cumhuriyet Türkiye’sinde farklı inançlara ve farklı etniklere mensup halkları, gönüllü olarak bir arada tutan ortak irade antlaşması söz konusu değildir. Sadece ve sadece her dönem kaba kuvvetin egemen olduğu esaretin “birliğinden” söz edilebilir. Cehalet ve uygarlığa düşmanlık, esarete başkaldırıyı asla içine sindirememiştir. Bu nedenle ezilen halkların kurtuluş hareketleri, egemen zihniyetin “ayak takımından” hiçbir dönem, onların kaderlerini değiştire bilecek kitlesel bir destek görmemiştir. Tersine daima düşman görülmüştür. Bu nedenle ne Osmanlı ne de onun mirasçısı olan TC, hiçbir zaman hiçbir yerde herhangi bir halkın hak ve özgürlük talebine barışçıl çözüm şansı tanımamıştır. Hiçbir ülkeden el sıkışarak ayrılmamıştır. Ya kafası kırılarak kapı dışarı edilmiş ya da halkların hak ve özgürlük istemleri kana bulanmıştır. Bu gün ulusal haklarını en alt düzeyde talep eden Kürt halkına, TC devletinin beslediği düşmanlık ve hala muhatap kabul etmemesi, bu geleneğin doğrudan bir devamı olarak değerlendirilmesi gerekir.
TC inkâr cephesinin Fransa’ya “ateş püskürerek” tepinmesi bizi yanıltmamalıdır. 2001de soykırım kararı alındığında durum bundan farklı değildi. O günden bu güne Fransız sermayesi ile OYAK ağırlıklı Türk sermayesi ilişkileri görülmedik bir işbirliği ve yoğunluk kazanmıştır. Bundan sonra da durum daha farklı olmayacaktır.
Her şeye rağmen insan olmanın tüm içtenliği ve cesareti ile bu tarihsel varoluş biçimlerini, yöntemlerini sorgulamak, sorunlu olan, insanlık dışı olan ne varsa reddederek, geleceğimizi ortak insanlık mirası üzerinde yeniden inşa etmekten başka çıkar yolumuz yoktur.
——————————————————————————–
Not: Bu yazının hazırlanması için Wikipedia’nın “Algerienkrieg, Simone de Beauvoir, Jean Paul Sartre, Albert Camus ve Der schmutzige Algerienkrieg (Von Werner Balsen und Karl Rössel 1986) yazılarınd yararlanılmıştır.
[1] Başbakan Erdoğan’ın farklı vesilelerle yapmış olduğu konuşmalarda tarihi geçmişimize ilişkin fikir beyanının temelini Ermeni 1915 soykırımının inkârı oluşturmaktadır. Bu noktada zihniyet olarak ittihatçılardan farklı olmadığını göstermektedir. Bakınız: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=968108&CategoryID=81 http://www.turkishny.com/headline-news/56/26384-erdoan-1915te-canakkalede-savaan-bir-millet-soykrmla-yarglanamaz