41. Celse duruşma tutanağını okumak için buraya tıklayın. Bu celsede Yurdaer Olcan’ın çapraz sorgusu yapılıyor ve sırasıyla İhsan Balabanlı, Emin Küçükkılıç ve Kasım Erdem savunmalarını yapıyor.
Çapraz sorgularda soruların, delillerin tümünün 11 no.lu CD’de yer aldığı Balyoz iddialarına değil, seminerde konu edilen egemen harekat planına yoğunlaşması üzerine Avukat Şener Atılgan (sayfa 18):
“egemen harekat planı çalışması, iddianamenin konusu da değildir. Balyoz darbe planıdır. Sayın Üye Ali Efendi Peksak, tabi ki soru yöneltecektir ama sorularının tamamı egemen planına yöneliktir. Bu yargılanmıyor. İddianame konusu değil. Muradım, balyozla ilgili sorular varsa, bu balyoz iddiası ile ilgili müvekkilime bununla ilgili soruların yöneltilmesi ve bu balyozun neresinde olduğunun ortaya konmasıdır”
Savcı Savaş Kırbaş Balyoz iddiaları ile ilgili maddi gerçekleri ortaya çıkarmak için canla başla aydınlatıcı sorular sormaya devam ediyor. Yurdaer Olcan’a yönelttiği soru şu (sayfa 22):
“Şimdi avukatınızın söylediğine göre, hep birinciliklerle terfii etmiş bir komutansınız, zaten belli oluyor. Benim sizin kanaatinizi öğrenmek isteğim bir sorum var. Yani isterseniz açıklayabilirsiniz. Yani, olasılığı en yüksek tehlikeli senaryonun 2003 yılında oynanması için Türkiye’de bir durum var mıydı? Siz karar verme makamında olsaydınız bu senaryoyu oynar mıydınız?
İhsan Balabanlı’nın vekili müdafii Avukat Ramazan Bulut seminer ile ilgili şu açıklamaları yapıyor (sayfa 40):
“(…) seminer iddianamede belirtildiği gibi özel seçilmiş, sınırlı sayıda personel katılımıyla icra edilmemiştir. Eğer böyle olsaydı bugün burada seminere katılan 162 kişinin tamamının sanık olarak yer alması gerekecekti. [Seminere katılanlardan sadece 48 kişi sanık durumunda.] Malumlar üzerine plan seminerine icracı olarak 147, gözlemci olarak da 15 personel kalmıştır, katılmıştır. Kaldı ki bu durumda plan seminerine katılanların sınırlı sayıda ve özel olarak seçilmiş ve sanık sandalyesine oturtulmuş kişiler olduğu görülmektedir. Yani tam tersine, iddianamenin tam tersine sanki plan seminerinden sınırlı sayıda katılanlardan sanık yaratılmış gibi bir intiba vardır.
(…)
Efendim, plan seminerinde sarf edilen bir takım konuşmalardan bütüne bakılmaksızın, adeta cımbızca ayıklanırcasına bazı ad ve isimlerin, ön plana çıkartılarak suç yaratılması çabalarını da anlayabilmiş değiliz. Zira bazı konuşmalarda yer alan hususlar olsa olsa bir lüzumsuzluğun veya bir densizliğin eseri olabilir.
(…)
Dolayısıyla biz burada plan seminerini sanki gelenekselleşmiş bir zihniyeti yargılarcasına buradaki, o zihniyeti bütün sanıkların üzerine yıkmaya çalışıyoruz. Lüzumsuzluk olabilir, maksadı aşmış ifadeler olabilir. Ama bunlar çerçevelendirilirken, bunların sınırları çizilirken ya etik sınırlar içerisinde değerlendirilir ya da efendim maksadı aşmışsa görevi kötüye kullanmadır. Yani buradaki artık plan semineri konusunda Sayın İddia Makamının veya Sayın Üyelerin tutup da halihazırda üstü kapalı mıydı açık mıydı, gizli miydi değil miydi bunlara gerek yok. Bir plan semineri yapılmış ve bunlar ses kaydına alınmış, herkeste söylediği lafın arkasında. Orada maksadı aşmış lüzumsuzluklar, densizlikler ve hata hatta diyorum densizliklerde olabilir. Fakat bunun bir darbe ile yani o sözde balyoz harekat planı ile ne alakası var.”
Sahte olduğu ispatlanmış 11 no.lu CD’nin içinden çıkan imzasız, dijital Balyoz belgelerinde yer alan planları kimse kabul etmiyor. Seminerin baştan sona ses kaydı var, Balyoz’un B’si telaffuz edilmiyor. Savunmasının başında Emin Küçükkılıç Başbakan Erdoğan’ın “YGS’de maille torpil” iddialarına karşılık söylediklerine atıfta bulunuyor (sayfa 51):
“Sayın Başbakanımızın 12 Mayıs’ta Balıkesir mitinginde söylediği söz ve bu ifadesini tabi çok önemsiyorum. Ciddiye alıyorum. Aynı bu davada da balyoz sözde balyoz darbe planında durum bu şekildedir.”
Başbakan Erdoğan aynen şunları söylemişti:
“Yahu mail göndermek nedir ki? Senin adına bir çete mensubu çıkar, bir mail gönderir. Yahu bunlar çirkin teknoloji. Herkes adına buralardan her türlü ahlaksızlık yapılabilir.”
195 Balyoz sanığından (seminerle hiç ilgisi olmayan) 147si sadece 11 no.lu CD’deki dijital belgeler üzerinden yargılanıyor ve bunların çok büyük bir kısmı tutuklu.
05 Ağustos 2011 03:54
Ahmet Şık’ın Tutuklu Gazete’deki yazısı:
Okumayı başladığınız bu yazı canınızı sıkabilir. Eleştirilerin sivriliği belki sizi sinirlendirebilir. O yüzden sonda söyleyeceğimi baştan dile getireyim ki kimse alınmasın. Kızacak, alınganlık gösterecek olanlar da bu yazıyı okumaya devam etmesin.
Demem o ki sansürün kaldırılmasına özel bir anlam atfedip bunu balolarla “kutlamak”, tören düzenlemek kadar abes bir gün başka memleketlerde var mıdır merak içindeyim. Cehaletimi hoşgörün mutlaka bir yerlerde böyle “anlamlı” bir gün kutlanıyor olabilir. Ama o kutlamaların yapıldığı yerdeki gazetecilerden 70’ten fazlası cezaevinde midir? Dışarıda kendilerini özgür zannedenler sırasını beklemekte midir? Gazeteciler hakkında binlerce dava açılmış mıdır? En önemlisi sansürün ruhuna rahmet okutuyorken yine de böyle bir gün için kutlama yapılıyor mudur?
Sorular çok ve çeşitli. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Farkındaysanız “kitaplar henüz basılmamışken yok edilmeye çalışılıyor mudur?” gibi kişisel kaçacak soruları da sormaktan imtina etmiş durumdayım. Ama var olan durumun ne olduğu zaten bu yazının da yer aldığı gazetenin ismi ele vermiyor mu? TUTUKLU. İçeriğini sağlayanlarsa malum, ottan boktan konularla uğraşmaktansa sorunlu alanlara el atmaya çalışanlar. “Bu memlekette gazetecilik, sizin okuduğunuz, izlediğiniz ve nedense adına ana akım denilen medyada takip etmek zorunda kaldıklarınızdan ibaret değil” demiş ya da demek istemiş olanlar. Medyada çokça yer tutmuş olan gazeteciler sürüsüne dahil olmak istemeyenler diye de adlandırabilirsiniz.
24 Temmuz Türkiye’de basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü. Ne kadar heybetli, insana ne çok gurur veren bir gün değil mi? 70’ten fazla gazeteci cezaevindeyken, geri kalanları sırasını beklerken, herkesler hangi konuda ne kadar yazıp söyleyebileceğinin sınırını biliyorken. Biraz eskilere, çocukluğumuzun masallarına, efsanelerine bir bakalım. O masallarda, efsanelerde sıkça rastladığımız, kahramanların karşılaştığı ejderhalar, canavarlar vardı. Çakmak çakmak gözleri, çatal dilleri, alevler saçtıkları ağızları ve burunları olurdu. Krallığının sınırlarına yaklaşanları bir lokmada yutarlardı. İnlerinde bolca kemik ve kurukafalar, kendisini yok etmeye çalışanların iskeletleri vardı. Kendisine biat edenler, düzenli olarak içlerinden birini kurban olarak sunardı o canavara. Kurulu düzen bozulmasın, canavar saldırıp hepsini birden yok etmesin diye.
Şimdilerde bu memlekette ejderhaların, canavarların özü de o masallardakinden farksız aslında. Tek farkı var. Görüntüsü. Bu canavar insan kılığında. Normal bir vücudu, ikişer eli ve ayağı, herkesi görebilen gözleri, her şeyi duyabilen (tele) kulakları var. Ağzından çıkan alevlerin yerini ise bolca safsata ve yalan almış o kadar. Kimi zaman takım elbiseler giyer kimi zaman üniforma görürüz üzerinde. Yeri geldiğinde cüppesiyle çıkar karşımıza. Bürokrat, politikacı, asker, polis, hakim, savcı gibi sıfatları vardır. Elbet gazeteci diye anılanları da.
Sıfatları ve kıyafetleri ne olursa olsun, artık gizlenemez hale gelen sahtelikleriyle, demokrat maskeleri ve iddialarıyla her birinin temsil ettiği şey aynıdır: güç ve vesayet. Mutlak iktidara sahip olmak istedikleri güç budalasıdırlar. Bazen vatan millet; bazen dil, din, bayrak; bazen de demokrasi derler. Yasalar, hukuk, yargı, bağımsızlık, çağdaşlık, kalkınma, adalet, zenginlik, eşitlik sık kullandıkları sözcüklerdir. “Sivilleşme” çığlıklarıyla, en kutsal kıyafetler içinde çeşitli şekiller ve sıfatlar altında gizlenen bir gücün, vesayetin temsilcisidir her biri. Öyle bir güçtür ki bu emirler yağdırır, yönetir. Aldatır. Kandırır. Şantaj yapar. Suçlar. Hedefine koyduğunu “terörist” diyerek hapse tıkar. Yani o masallardaki efsanelerdeki canavarların yaptığı gibi bir lokmada yutar. Pençelerinin arasında parçalar. Yeri geldiğinde asker, polis; kimi zaman hakim savcı ama hiç şaşmaz bir şekilde her zaman medyadır o pençelerin adı.
Anlayacağınız gücün bilinen öyküsüdür bu yaşadıklarımız. Güç ebediyen var olur. Zayıflamış gibi göründüğü zaman bile güçlüdür. Değişiyor gibi göründüğü zaman bile değişmez. Değişen sadece sahipleridir. Temsilcileridir. Sözcüleri ve yorumcularıdır. Ve elbet zulmünün, baskısının niteliği ve niceliğidir değişen. Tarihin şaşmaz doğrusudur bu: Böyle gelmiştir, böyle gidiyor ve gidecektir. İnsanlık tarihi boyunca anlatılan hep, devrildiği halde hiç değişmeden kalan iktidarların öyküleridir. Çünkü eskisini, kendinden öncekini alaşağı eden her güç, içinde, devirdiği gücün tohumlarını barındırır. Baskıcıdır, şiddettir, zulümdür, sansürdür, hapisliktir bu tohumların adı. Zamanla devirdiğinin devamı haline gelen bu güç; demokrasi, eşitlik, kardeşlik, sivilleşme, hoşgörü gibi yalanlarıyla herkesi zehirler. Kabuslar ve zulümler denizi çıkar ortaya. Ayrıcalıklar eski ayrıcalıklardır. Kimlerin bundan faydalanabileceği değişmiştir o kadar.
Güç sahibi bu vesayet budalalarını korkutan kendileri gibi olan diğerleri değil, maskelerinin ardına gizlediklerini görüp müesses nizamlarına itaat etmeyenlerdir. İşte tam da bu yüzdendir bu zulüm. Bilirler ki; saltanatları korkuttukları müddetçe vardır. O yüzden safsatalarını türlü çeşitli şarlatanlıklarıyla anlatırlar. Anlattırırlar. Maskelerinin ardındaki görünmesin isterler. Bunun için vesayetlerine soytarılara benzeyen çakallar- sırtlanlar istihdam ederler. Önlerindeki çanağa yem konulduğu sürece bu kokuşmuş düzeni, zulmü, demokrasi diye allayıp pullarlar soytarılar. Hatta padişah tek olsa da ortalıkta kelle kesme meraklısı soytarıdan geçilmez. Amiyane, eski püskü küf kokulu olsa da her devirde geçerli bir sloganı düstur bilir bu soytarılar “Eğer sonunda çıkarın varsa her şey mübahtır.”
Biliriz açgözlüdürler her zaman. Ellerindekilerle yetinmez, asla doymazlar. Hep daha fazlasını isterler. Her teslimiyetten faydalanmaya çalışırlar. Demagoji sultanları, ideoloji despotları, vesayet demokratları, sahte sivillerdirler. Öyledirler, böyledirler…
Çok uzattım farkındayım. Konuyu da dağıtmış gibi görünüyor olsam da aslında tam da bugüne dair bir yazı bu. Neydi? Basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü değil mi?
O halde bir alıntıyla noktalayalım bu yazının meramını. Arjantin’de diktatörlük döneminde Buenos-Aires valisi olan General Iberico Manuel Saint-Jean bakın ne demiş: “Önce tüm bozguncuları öldüreceğiz. Sonra işbirlikçilerini, ardından da sempatizanlarını, daha sonra da tarafsızları. En sonunda da korkakları.”
Ahmet Şık
Silivri 2 No’lu Cezaevi
05 Ağustos 2011 09:13
Arjantin’de diktatörlük döneminde Buenos-Aires valisinin ”Önce tüm bozguncuları öldüreceğiz,sonra işbirlikçilerini,ardından sempatizanlarını,daha sonra da tarafsızları” sözü bana papaz Martin Niemöller’in o çok bilinen sözünü anımsattı.”Önce komünistleri götürdüler ses çıkarmadım,çünkü komünist değildim,sonra sendikacıları götürdüler ses çıkarmadım,çünkü sendikacı değildim,sonra yahudileri götürdüler ses çıkarmadım ,çünkü yahudi değildim,sonra beni götürmeya geldiler ,kimse ses çıkarmadı çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı”.
05 Ağustos 2011 20:46
Ergenekoncu olmakla suçlanan sanık: Bana molotofu polis verdi!
Dördüncü yılını tamamlayan “İddia edilen Ergenekon Terör Örgütü” soruşturmasında bugüne kadar çok sayıda gazeteci, yazar, akademisyen, hukukçu, emekli ve muvazzaf asker, sivil toplum örgütü yöneticisi örgüt üyeliğiyle suçlandı…
Neredeyse bütün mesleklerden birer-ikişer kişi gözaltına alındı ya da tutuklandı.
Kapsam dışı kalan tek meslek, polislikti…
İşte; dün Birinci Ergenekon Davası’nda 27’si tutuklu 108 sanığın yargılandığı davanın 191. duruşmasında çok önemli bir gelişme oldu:
İlk kez bazı polisler (isimleri verilmeden de olsa) bu örgütü “icat etmekle” suçlandı.
Cumhuriyet Gazetesi’ne molotof atmakla suçlanan Bedirhan Şinal, bazı polislerin Cumhuriyet Gazetesi’ne atması için kendisine önce el bombası verdiklerini öne sürdü.
***
Cumhuriyet’e molotof kokteyli atılması olayına ilişkin davanın, Birinci Ergenekon davasıyla birleştirilmesinin ardından duruşmada ilk kez ifade veren Bedirhan Şinal gerçekleri ilk kez açıklayacağını belirterek şöyle konuştu:
“Bugüne kadar davanın diğer sanıkları hakkında haksız suçlamalarda bulundum. 2007 yılında Organize Şube’ye bağlı ekipler beni baskı altına aldılar ve bazı olaylarda beni kullanmaya başladılar, bazı olayları üstlenmemi istediler. Polisler, aslında 1992 olan doğum yılımı 1988 olarak değiştirdiler ve yaşımı büyüttüler. Yaşım büyütüldükten sonra cezaevine girmem gerekiyordu. Organize Şube tarafından bana bir silah verildi. Ben bu silah ile Haydarpaşa Garı’nda yakalandım. 16 yaşındayken tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderildim. Daha sonra tahliye edildim. Polisler her şeyi planlamıştı, sadece dosyada bir oyuncu eksikti. Oyuncu olarak da ben seçildim. Tahliye olduktan sonra irtibatlı olduğum polisler benimle irtibata geçerek tehditler ederek Bayrampaşa’daki bir bombalama olayını üstlenmemi istediler. Olayı üstlendim, polisler bana olayın detaylarını anlattılar. Ancak soruşturmaya bakan savcı olay yerini tespit etmemi istedi. Olay yerini tespit edemediğim için savcı, ‘Sen bu olayın içinde değilsin’ diyerek beni serbest bıraktı. O olay öylece kapanmış oldu.
Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atmam için bana baskı yapıldı. Sivil polisler el bombası verdi. Daha sonra bomba atarsam oradaki insanlara ne olacağını düşünerek böyle bir işi yapamayacağımı söyledim. Bunun üzerine tekrar plan yapıldı ve molotof kokteyli atmamı söylediler. Olay günü mahalleden 13-14 yaşında iki çocuğu da yanıma alarak Cumhuriyet Gazetesi’ne gittim, molotofu attım. Evime gidip yattım. 5 saat sonra polisler tarafından gözaltına alındım. Emniyette avukatımla görüşmeme izin vermediler. TEM Şube Müdürlüğü’nde bana öğrettikleri şekilde olayı üstlenmemi istediler. Bana para yardımları da geliyordu. İlhan Selçuk’u tehdit ettim ama ben onu tanımam. İlhan Selçuk’a tehdit mektubunu bana yazdıranlar bu komployu bana kurduranlardır. Veli Küçük’ü, Muzaffer Tekin’i işin içine sokmamı istediler. Ben birkaç defa polisle yaptığım anlaşmadan caymak istedim. Bundan endişe ettiler. Davanın sanıklarının burada olmasının nedeni, Türkiye Cumhuriyeti emniyeti içinde örgütlenmiş çetenin üretimidir. Size bunları anlattıktan sonra benim can güvenliğimin de olmayacağını biliyorum!”
***
Bu sözler doğru mu, güvenilir mi; orasını bilemem…
Sahte Haham Tuncay Güney’in iddialarını ciddiye alarak yüzlerce kişinin tutuklanmasına karar verenler, elbette bu iddiaları da ciddiye almak ve araştırmak zorunda…
Ve hiç kuşkum yok ki; tüm bunları söyleyen sanık, kendisini kullandıklarını iddia ettiği polislerin adlarını vermekte de tereddüt etmeyecek…
Mevcut sanıkların avukatları da elbette Şinal’ın sözlerinin peşini bırakmayacak…
***
Bedirhan Şinal’ın bu sözleri; Ergenekon Davası’nın gidişatını kökten değiştirebilir…
Şimdi adalete düşen en önemli görev, Şinal’ın can güvenliğini sağlamak…
Çünkü o, dünden itibaren bu tarihi yargılamanın en önemli ve kilit adamı haline geldi.
Umarım başına bir şey gelmez…
Gelirse, olası suçluyu size şimdiden söyleyeyim mi?
Elbette “bazı polisler” değil…
Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan!
Ne de olsa; Roma’yı da onlar yaktı…
***