Balyoz davasına bakan mahkeme, dün (28 Haziran 2011) Genelkurmay Başkanlığına, ‘‘İlk davaya konu olan ‘Balyoz Planı’nın doğru olup olmadığına” ilişkin bir yazı göndermiş.
Balyoz soruşturması açılalı bir buçuk sene oldu. İddianame tam bir sene evel hazırlanıp, kabul edildi. Bu iddianameye dayalı olarak 195 sanık yargılanıyor ve bunların büyük bir kısmı tutuklu. Davanın 40’dan fazla celsesi geride kaldı. Bu arada Gölcük’te ve Eskişehirde “yeni” Balyoz belgeleri bulundu. Başka subaylar tutuklandı. İkinci bir iddianame hazırlandı ve kabul edildi.
Üstelik mahkeme’nin elinde bir sene evel hazırlanıp savcılara teslim edilen 3,000 sayfalık bir askeri bilirkişi heyet raporu var. Bu rapor, Balyoz belgelerinin sahte olduğunu, Balyoz planının hayali olduğunu detaylarıyla anlatıyor. Gölcük’ten çıkan belgelerle ilgili Hava Kuvvetleri ve Donanma tarafından hazırlanan bilirkişi raporları da aynı sonuca varıyor.
Ve mahkeme şimdi Genelkurmay Başkanlığına yazı yazıp, Balyoz planı doğru mudur diye soruyor…
29 Haziran 2011 17:45
Maksat üzüm yemek değil ki ,bağcı dövmek.
30 Haziran 2011 00:48
🙂
29 Haziran 2011 23:55
AKP, neden darbecileri destekliyor?
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın, İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’e mektup göndererek “Suriye’nin artık Türkiye ve Katar’a karşı hiçbir yükümlülüğü kalmamıştır. Birkaç ay önce Suriye’nin yakın dostu olan ülkelerin maskeleri düştü. Bu ülkeler, Batı’yı mutlu etmek için her şeyi yapar” diye yazması, İsrail istihbaratına yakın Debkafile adlı İnternet sitesinin, “Suriye sorununun, 21 Haziran’da yapılan Barack Obama-Tayyip Erdoğan görüşmesinde ABD -Türkiye ortaklığıyla çözülmesi kararına varıldı. İki lider, Esad’ın 4 ila 6 ay içerisinde düşeceği kanısına vardı. Ortaklaşa hazırlanan planda Türkiye’ye düşen esas rol ise Suriye ile ’askeri gerilimi tırmandırıcı’ adımlar atmak olarak belirlendi” iddiasında bulunması, Türkiye’yi yönetenlerin, ABD adına Orta Doğu’da nasıl bir taşeronluk üstlendiğini bir defa daha gösterdi.
***
Eş zamanlı olarak, Türkiye’de tutuklu milletvekilleri üzerinden uygulanan “kontrollü kaos” un hedefinin ne olduğu net bir şekilde ortaya çıktı: Kaosu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel ilkelerini değiştirmek için kaldıraç olarak kullanmak!
Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de bu tespiti yaparak tutuklu milletvekillerinin tahliyesinin reddi, BDP’li Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi kararlarının ardında, partileri “Türkiye’yi, bölünmeye götürecek yeni anayasa yapımına zorlamak” planının yattığını söyledi. Bahçeli, “Bileşik kaplar gibi. Birine ’evet’dediğinizde öbürüne de ’evet’demeniz istenen gizli bir gündem ve hukuki tuzaklarla karşı karşıyayız” dedi.
Bahçeli “Ben buna, gelecekte dikilecek olan ’yeni anayasanın teğeli’diyorum. Yani teğel biliyorsunuz, tam birbirini tutmaz, sonra üzerinden dikiş geçilir. İşte burada da bu tartışmalarla teğel tamamlanmış olacak. Teğel başarılı olursa, üzerinden çifte dikiş geçecekler” diye konuyu zihinlerde canlandırmaya çalıştı ve “Ortada AKP ile PKK arasında inkâr edilemeyecek seviyeye ulaşan bir rol paylaşımı bulunmaktadır. Yandaş basında köşe tutarak nasıl bir misyon üstlendikleri malum olan şahsiyetsiz kalemler, PKK-AKP ittifakıyla alt yapı çalışması sürdürülen yeni anayasa projesine lojistik ikmal sağlamaktadırlar” dedi.
***
Azerbaycan’da Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği yapmış Ramiz Mehdiyev, “Geçmişin Işığında Demokrasiye Giden Yol” eserinde “Üçüncü Dünya ve demokrasiden yoksun ülkelerde yapılan kadife devrimler, yeni Batılılaşma siyasetinin aletidir” diyordu.
Demek ki değişim, dönüşüm dedikleri hareket, dünyanın Amerikan egemenliğine girmesidir!
Zaten Soros devrimlerinden sonra “Arap Baharı” dedikleri, Orta Doğu’yu karıştırma operasyonlarının temeli de 30 Nisan-1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı’daki Eresin Otel’de düzenlenen “Uluslararası İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı” nda atılmıştır.
Aynı günlerde El Küdüs El Erabi adlı gazete, Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD’nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazmıştı.
Bugün açıkça görüyoruz ki, Mısır ve Suriye’de Amerikan desteğiyle iktidara getirilmek istenen örgüt, Müslüman Kardeşler’dir!
Bu gazeteler, Türkiye’deki toplantının aslında Büyük Orta Doğu projesi kapsamında AKP ile ABD arasında imzalanan gizli bir anlaşmadan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Demek ki bugün Türkiye’de darbe karşıtlığı çığırtkanlığı yapanlar, CIA’nın Arap ülkelerinde örgütlediği darbelerin hizmetçisidir..
Arslan Bulut
27 Haziran 2011
30 Haziran 2011 00:34
AKP, ABD’NİN YANINDA YER ALARAK, İSLAM ÜLKELERİNİ DÜŞMAN İLAN ETTİ…
ABD’nin desteğini arkasına alan AKP, 2002 yılında hükümet oldu.
Beklenmeyen bir sonuçtu bu.
Çünkü çoğunluk, İslamcı bir partinin seçimlerden başarı ile çıkıp, iktidarı ele geçireceğine inanmıyordu. Kemalist Cumhuriyet rejimi ile yönetilen, laik bir ülkede kimse şeriatçı bir yapılanmaya şans tanımıyordu. “Burası ne İran, ne Arabistan… Böyle bir değişime ordu, yargı, Cumhuriyet kurumları izin vermez” diyorlardı.
Ama göz ardı edilen iki önemli gerçek vardı; birisi, Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra neoliberal politikalarla Türkiye’nin adım adım emperyalizme daha bağımlı bir sürece sokulması; ikincisi, Refah Partisi içerisinde “yenilikçi” adı verilen bir grubun 1990’lı yıllarda, kapalı kapılar arkasında ABD ile gizli görüşmeler yaparak, anlaşma yoluna gitmesiydi…
CIA’nin yan kuruluşu Rand Corporation ANAP, DYP, MHP gibi düzen partilerinden umudunu kesmiş, yönünü siyasal İslamcı partilere çevirmişti. Çünkü o, Türkiye’deki dinci örgütlerin Osmanlıdan bu yana emperyalizmle işbirliği yapıp, kendi öz yurduna ve vatandaşlarına karşı nasıl savaşım verdiğini çok iyi biliyordu.
Rand Corporation, Ocak 1997’de bu konuda bir rapor hazırlamıştı. “Yenilikçi” grupla işbirliği yapılmasını öneriyor, ABD’nin Ortadoğu’daki geleceğinin buna bağlı olduğunu vurguluyordu.
Graham FULLER, Türkiye’nin rotasını, gideceği yönü çok önceden belirlemişti zaten.
“Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir ve bu devrimin karşısındaki tek güç Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve TASFİYE EDİLMELERİ gerekir…”
Bu nedenle, henüz milletvekili bile değilken Recep Tayyip Erdoğan, Amerika’ya çağrılmış, bir takım ön görüşmeler ve hazırlıklardan sonra taahhütlerde bulunulmuş; sözler alınıp, sözler verilmişti.
“Hükümlü” olması nedeniyle 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili seçilemeyen Recep Tayyip, ABD ile yapılan görüşmelerin ardından, sanki başbakanmış gibi birçok devlet yetkilileriyle bir araya gelerek, bir takım gizli anlaşmalara imzalar atmıştı.
Türkiye’nin resmi dış politikasında “gizli olan bir sürü gelişme” yaşanırken asla tutanak yapılmıyor, yetkili Türk diplomatları kapı dışında bekletiliyordu. Uluslar arası İlkelerimiz ayaklar altına alınıyor; Türkiye’nin Kıbrıs, Kuzey Irak, PKK, azınlıklar alanlarındaki kırmızı çizgileri görmezden geliniyordu.
Bunlar siyasal İslam’ın Türk toplumunu deneme girişimleriydi. Devrimcilerin, demokratların, Kemalist kurumların tepkisini, sabrını, direnme gücünü ölçüyordu.
Ne var ki, Kemalizm duvarında açılan bu gedikler karşısında devrimci ve demokrat kesim suskunluk içerisindeydi. Bazı yurtseverlerin karşı devrimci gidişe karşı çıkmaları ise “komploculuk” olarak değerlendiriliyordu.
AKP, toplumu alıştıra alıştıra dinci faşizme doğru ilerliyordu. Alıştıra alıştıra siyasallaştırıyordu PKK’yı. Tepki alınca duraklıyor, geriliyor, ortamı elverişli bulunca başını yeniden kaldırıp, yoluna devam ediyordu. Mehter takımı gibi, bir adım ileri, iki adım geri…
İktidarın bu dinci yürüyüşüne tepkiler cılız kalınca bu kez subaylar, sendikacılar, aydınlar, politikacılar, yazarlar çizerler tutuklanmaya başlandı. Bu tertip, bu komplo çok önceden, AKP iktidarından da önce ABD tarafından düzenlenmişti.
Eski istihbarat başkanı Sabri Uzun’un ifadesine göre 2001’de daha ortada fol yok, yumurta yokken Ergenekon tutuklama listesi getirilip önüne konmuştu. 2007’de Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra bu planın uygulamasına geçildi.
Emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları savcıların huzuruna çıkartıldı. Ordunun can evine baskınlar düzenlendi. Tarikat soruşturması yapan görevli savcılar, askerler ve mitçiler hakkında soruşturmalar açıldı.
Amerika, Fethullah Gülen ve Recep Tayyip üçlüsünün planı yürürlüğe girmişti. Recep Tayyip BOP Eşbaşkanı olarak atanmıştı.
Böylece Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilmesi için kollar sıvandı. Sevr haritaları sandıklardan çıkarıldı. AKP sayesinde, Batı’nın Kürdistan, Ermenistan hayalleri yeniden gerçeklik kazanmaya başladı. Batı, Atatürk’ten, Lozan’dan öcünü alıyordu şimdi.
AKP, Atatürk’lerin, İnönü’lerin, Ecevit’lerin “mazlum milletlerle dostluk ve dayanışma temeline dayanan, “bölge merkezli” dış politikasını bugün tümüyle terk etmiştir. Emperyalizmle bütünleşmiş, kaynaşmış, İslam ülkelerinin parçalanıp bölünmesi ve haçlı ordularının ayakları altında ezilmesi için elinden geleni ardına koymamaktadır. AKP, Amerika ile birlikte İslam ülkelerini düşman ilan etmiştir.
Irak’ta, Afganistan’da 2 milyon insanı katleden, kadınların, kızların ırzına geçen, Libya’yı bomba sağanağına tutan Amerika’nın yanında yer almıştır.
Özgürlük, demokrasi, insan hakları getireceğiz bahanesi ile Irak’a saldırıp 1,5 milyon insanın ölümüne neden olan ABD’nin şimdi hedefinde Suriye vardır. Amerika, Suriye ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır.
AKP’li milletvekili ve parlamentonun Dışişleri Komisyonu sözcüsü Metin Yılmaz bu çatışmanın sinyallerini şu sözlerle vermişti:
“Biz en önemli komşumuz Suriye’deki gelişmelere sessiz kalamayız. Şuanda burada her kes seçimlerle uğraşmakta ama seçimden sonra Suriye konusunda daha etkili, daha kesin ve net oluruz. Türkiye olarak, Suriye’nin iyi geleceğe, demokrasi ve insan hakları özgürlüklerine ulaşmasını isteriz.”
Sözün burasında sorulması gereken soru şudur: Suriye’de gerçekleşecek ya da gerçekleştirilmeyecek bir reform Türkiye’yi neden bu kadar çok ilgilendirmektedir? Türkiye’nin başka sorunu kalmamış mıdır? Adama demezler mi, “Önce sen kendi ülkene bak. PKK saldırısında her gün bir vatandaşın can veriyor. Hapishanelerin esir subaylarla, politikacılarla, yazarlarla çizerlerle, bilim adamları ile dolu. Millet iradesi ile seçilen milletvekillerini hâlâ dört duvar arasında tutuyorsun. Önce sen kendi ülkene demokrasiyi, insan haklarını getir…”
Şunu bir kez daha vurgulayalım: ABD, Türkiye’nin komşusu değildir. ABD bir gün bu bölgeden defolup gidecektir ve biz yine bin yıllık komşularımızla baş başa kalacağız. Onun için Türkiye, Kemalist dış politika geleneğini sürdürerek, çevresindeki uluslarla “Yurtta barış, Dünyada barış” ilkesi temelinde iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Aklımız, vicdanımız, yüreğimiz bunu emrediyor.
Aklımız, vicdanımız, yüreğimiz bunu emrediyor ama AKP hükümeti ile bu mümkün değil. Olamaz da. Çünkü Suriye’nin iç işlerine karışma emri, yüksek yerden, yani Amerika Birleşik Devletlerinden verilmiştir…
Emir demiri keser. Siz bunu bilmiyor musunuz?
30 Haziran 2011 00:40
CHP milletvekili, Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay 847 gündür tutuklu, 122 gündür hücrede tek başına.
Bilindiği gibi; Balbay’ın tahliye edilmemesine “delileri karartma ihtimali” en önemli gerekçe olarak gösteriliyor.
Şimdi herkes bunu konuşuyor.
Yandaşlar ağız birliği yaparcasına mahkemenin bu gerekçesini öne sürüyor: Ya delileri karartırsa?
Balbay’ı savunan ve tahliyesini doğru bulanlar ise Balbay’ın uzun tutukluluk süresine dikkat çekiyor.
Tüm bunlar tartışılırken çok önemli bir nokta gözlerden kaçıyor.
Balbay ilk gözaltına alındığı 1 Temmuz 2008 günü, tüm bilgisayarlarına el konuldu.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 134. Maddesine göre; el konulan bilgisayarların imajı (kopyası) Mustafa Balbay’a verilmeliydi. Ancak verilmedi.
Yani…
Yanisi şu; Balbay’ın cezaevinde olmasına neden olarak gösterilen belgelerin bulunduğu bilgisayarın hard disk kopyaları, Balbay’a gösterilmedi, verilmedi. (Tıpkı Odatv’ye yapıldığı gibi…)
Balbay, hakkındaki suçlamaları ve o “günlükleri” iddianamede öğrendi. Öğrendi ve şaşırdı ki; Balbay’a ait olduğu ileri sürülen 10 yıllık notları, yüzlerce sayfa, 2 dakika 33 saniyede oluşturulmuştu!
Bakınız, Balbay’ın “günlükleri” Casper marka bir bilgisayarda bulunmuştu. Bahsi geçen notlar MAC sisteminde hazırlanmıştı. Ancak gelin görün ki; söz konusu bilgisayar Windows tabanlıydı ve bu da o notların dışarıdan o bilgisayara yüklendiğini kanıtlıyordu.
Ve…
Balbay’da el konulan tüm bilgisayarların hard disk numaraları tutanağa geçirilmesine rağmen, bir tek o Casper marka bilgisayarın hard disk numarası tutanağa yazılmadı!
Bakın şu rastlantıya ki; o günlükler de o polis tutanağına numarası yazılmayan hard diskin içinde bulundu!
Yazılacak daha çok nokta var…
Mustafa Balbay kendisine atfedilen günlüklerin, kendisine ait olmadığını, montaj olduğunu bilirkişi raporlarıyla kanıtladı.
Tüm bunlar duruşma tutanaklarında yer alıyor.
Yani…
Hani herkes Balbay’ın uzun tutukluluk süresinden bahsediyor ve bu yüzden tahliye edilmesi gerektiğini söylüyor ya…
Mesele o değil.
Balbay’ın tutuklanma nedeni olarak gösterilen tüm iddiaların komplo olduğu, duruşmalarda ortaya çıktı.
Ve ne yazıktır ki kimse, -Cumhuriyet Gazetesi dahi- buna dikkat çekmiyor.
Türkiye’de Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla tam bir dijital terör uygulanıyor.
Mustafa Balbay bir ceviz ağacı, Silivri Cezaevi’nde. Kimse bunun farkında değil ama polis farkında…
(Oda Tv)
30 Haziran 2011 12:36
Direk konuyla ilgisi yok ama size bugün, okuduğum bir kitapdan bahsetmek istiyorum. Konuyla ilgili olarak da söyleyeceklerim var ancak şimdilik bu kitaptan kısa bir alıntıyı affınıza sığınarak aşağıya alıntılıyorum. Yaşadığımız günleri aydınlatan bir kitap.
Project Democracy
21 Adım’da Bir Ülke Demokratikleştiriliyor diye Nasıl Bölünür? Sömürgeleştirilir?
Kaynak: Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy, M. YILDIRIM, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2004
1. İktisadi ortamı denetleme: Borç ekonomisinde dalgalanmalar yaratmak üzere, para piyasalarının dışardan gelen uluslar arası vurkaç tefecilerine sonuna dek açılması.
2. Ulusal bunalımlar yaratılması: Ülkede sık sık iktisadi dalgalanma yaratılarak bunalım aralarının azaltılması. Ulusal devlet merkezinin elindeki en önemli güç olan para kaynaklarının, bankaların, devlet şirketlerinin kapatılması, yabancı şirket egemenliğine geçirilmesi.
3. Merkez devlete güvensizlik yaratma: Kritik dönemlerde iktisadi bunalım yaratılmasıyla umutsuzluğa düşürülen yerel sanayicilerle ve üreticilerle konferans, sempozyum adı altında doğrudan ilişkiye geçilerek, devlet merkezine karşı güvensizlik aşılanması.
4. İşadamlarını örgütleme: Yerel işadamı örgütlerinin ve ilişki bürolarının kurulması; başına buyruk, devlet denetiminden giderek uzaklaşan “serbest ekonomi” ve “serbest pazar” düzeninin kabul ettirilmesi.
5. Yolsuzluk kampanyaları: “Yerinden yönetim” taleplerini yükselterek, devletin egemenliğinin zayıflatılması, yolsuzluk olaylarını abartarak topluma aşağılık duygusunun yerleştirilmesi, halkın çaresizliğe itilmesi.
6. Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devredilmesi: Yerel yönetimi güçlendirme adı altında, toplumsal hizmetlerin “karlılık” esasına oturan şirketlere devredilmesi, su-elektrik gibi kentsel işletmelerin yabancı şirketlere devredilmesi için gerekli düşünsel alt yapının oluşturulması.
7. Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması için toplum ile devlet arasında çatışmayı da içerecek biçimde çevreci akımların, örgütlerin desteklenmesi ve ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynakları işletmeciliğinin ulusal egemenlik alanının dışına çıkarılması.
8. Kamuoyu oluşturucuları -bizdeki adlandırmalarıyla, aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına- yönelik içerde ve dışarıda, masrafları karşılayarak, konferanslara çekmek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgütlenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini benimsetmektir.
9. Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzaktan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması.
10. Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması.
11. İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi, gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi.
12. Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokulması. Bilimsel ve magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması.
13. Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi.
14. Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubeleriyle yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, eğitim-konferans-gezi düzenleyerek yerel medya ile kalıcı bağlar oluşturulması.
15. Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini tahrif ederek, yeni kimlikli topluluklar yaratılması.
16. Etnik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması, ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin azımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması.
17. Kültürel kaynaşmanın yıkımı: “Çok kültürlülük” propagandasıyla toplumsal ortak kültürün temellerinin yıkılması. Uluslararası karşı kampanyalar ile ulusal kurtuluşun simgesi olan anma günlerini ve toplumun tarihten kalma bağımsızlık ve onur simgesi özelliklerini sözde dostluk adına silikleştirerek güdülebilir bir topluluğa dönüştürmek. Din kültürünün parçalanması, geleneksel akışın kesilmesi ve ulusal dayanışmayı pekiştirici etkisinin yok edilmesi için, “medeniyetler/dinler arası diyalog” programıyla, Batı’nın dinsel kurumlarının güdümünde eritilmesi. Böylece azınlık din kurumlarıyla, ulusal egemenliğin karşısında ortak, dinsel cephe oluşturulması
18. İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi: Liderlik programlarıyla, güdümlü yeni dünya düzenine tapınan ultra-liberal önderlerin üretilmesi ve yeni partiler kurulması, varolanlara yeni liderler yerleştirilmesi; parti programlarının rejimle hesaplaşmaya yönelik, birer kışkırtma programına dönüştürülmesi.
19. Silahlı gücün zayıflatılması: İktisadi bunalımı bahane ederek, toprak bütünlüğünü koruma aracı ulusal ordunun, silah donanımlarında, komuta kontrol ve iletişim sistemlerinde yenilenme alımlarının kısıtlanarak, zayıflatılması ve ulusal sınırların gevşetilmesi.
20. Orduları ulusal savunma kimliğinden koparma: Güvenlik güçlerinin ulusal yapıların korunmasına yönelik müdahalelerini önlemek için, profesyonelleştirmek. Devlet egemenliğine sahip çıkmaya çalışan orduları geriletmek için, kışkırtmalara başvurularak, ordu yönetimlerinin günlük siyasete çekilmesi, ordu içinde politik tartışma, ordu ile halk arasında cepheleşme yaratılması.
21. Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş olursa, yaygın ve sürekli kitle gösterileri düzenlenmesi. Bu sürecin hızlandırılması için halkı ikna edici etnik çatışmaların düzenlenmesi, ölümle sonuçlanan kışkırtmalarla etnik yada mezhepsel kimliklerin kemikleştirilmesi.
…”Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarının eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülkelerin insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi. Bu nedenlerle, “hür dünya” işlerinden, “insan hakları” ve “din hürriyeti” bekçiliğine evirilen operasyon ile ABD’nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıydı.
Demokrasi ihracını konu edinen bu incelemenin amacı, adı “Project Democracy” olarak Reagan tarafından konulan ve 1980’lerin başından bu yana 92 ülkede uygulanan ve yeni-mandacıların işbirliğiyle örülen AĞ’da, yani “örümcek ağı” içinde çırpınmakta olan Türkiye’de olan bitene az da olsa ışık tutmakta ve toplumsal-siyasal yaşamın yabancılar tarafından ele geçirilişini bir parça olsun sergilemektedir.”…
…“Yabancı bir devletin, bir ülkenin içinde örgütler kurmasının, eski örgütleri, sendikaları, odaları yönlendirmesinin, onlardan raporlar almasının, bu raporlara göre o ülkeye yön vermesinin bir tek anlamı olabilir. O da, ülkede varolan devlete paralel, merkezi dışarıda bir yönetim oluşturmak. Bunun tek sonucu da operasyon nesnesi olan devletin egemenliğinin örtülü olarak yok edilmesidir.”
…”İçine sızılan devletin bürokratlarının da yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “entelektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların “manifacturing public perception” dedikleri ‘kamuoyunun algılama dizgesini üretme’ sürecinde, aşamalar bir bir geçiliyor. ‘Algılama dizgesi üretimi’ sonucunda, o ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, eyleme geçiyorlar.”
…”Ülke yasalarının ve anayasalarının çok etnikli, federatif bir yapı oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesi, operasyonun temel aşamaları arasında, küçük yada büyük, kanlı yada kansız olaylarla testler yapılarak, oluşumun düzeyi ölçülerek hız ayarlanması ve küçük program değişikliklerinin gerçekleştirilmesi asıldır…”
…”Aşamalar birer birer geçilirken, ülke dışında da paralel süreç yürütülür. Çok kültürlülük propagandasıyla etnik ayrıştırma ve çatışma sürecinin güçlendirilmesi için, insan hakları raporları giderek etnik azınlık hakları raporlarına dönüştürülür. Avrupa ve Amerika’da etnik ve dinsel ayrılıkçı “diaspora”ya parasal ve siyasal destek verilir. Küllenmiş tarihsel çatışmalar, acılar yeniden ateşlenir. Ülkede özgüveni sarsılmış halkın, gün geçtikçe yabancı kültürüne, yabancı düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.”
…”Yıllardır barış içinde yaşayan toplumlar inanılmaz bir hızla önce ayrışır, sonra da çatışır. Sonuç, ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada bağımsız karar verebilme yetkinliğini yitirmiş, yabancıların dayattığı kararlara mahkum olmuş bir devlet ve tarihsel-kültürel kimliğini yitirmiş Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk topluluğu…”
”Her ülkede olduğu gibi, şirketler için esas olan devlet politikalarına ve kararlarına yön vermektir. Yön verilecek olan devlet yönetimi ve yasama organları olunca, yönlendirici elemanların niteliği de önem kazanıyor. Bu nedenle elemanların büyük çoğunluğu, devlet deneyimine sahip eski ve yeni görevlilerden seçiliyor. İkinci eleman kaynağı ise, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir…”
“..dış ülkelerde izlenecek ABD çıkarlarına uygun ayarlama işlerine denk düşen araştırma, inceleme, değerlendirme çalışmalarını gerçekleştirecek olan dernek, vakıf, enstitü adı altında kurulan, eski memurları, akademisyenleri, şirketlerin seçkin yöneticilerini bir araya getiren örgütlenmeler “think tank” ( düşünce topluluğu ) adı altında toplanıyorlar. Bu sivil örgütlerin ( diğer adı ile NGO ) Amerika’daki merkezlerinde, emekli dışişleri ve istihbarat elemanları, Amerika’ya yerleşmiş üçüncü dünya elemanları, operasyonlarda dünya deneyimli CIA eski istasyon şefleri ve akademisyenler görev alıyor.
“Think tank” örgütlerinin en önemli yararı, ABD yönetimini sorumluluktan kurtarmalarıdır. ABD resmi organlarının başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması, o ülkelerce, şimdilerde pek kullanılmayan eski deyimle “casusluk” etkinliği olarak değerlendirilebilir ve devletler arası anlaşmazlıklara neden olabilir. Teslim edilen raporlar, ABD resmi belgeleri olarak ele alınıp, casusluk suçlamalarına yol açabilir”
“Project Democracy” adı altında sürdürülen bu operasyon için CIA eski Direktörü William Colby: “CIA’nın örtülü olarak yaptıklarını açıktan yapıyoruz.” demiştir.
“Türkiye’deki sivil toplum kuruluşu ,think tank, enstitü veya vakıf adı verilen dernek, yani genel adıyla örgüt, Türkiye’de gerçekleştireceği araştırma, çalışma veya proje için bu iş yada bu işleri bitirince bir rapor, bir kitap, radyo yayını, televizyon belgeseli, hatta roman hazırlayıp, size sunacağım; şu tür bir ekiple çalışacağım ve paraları şöyle harcayacağım. Bu işler için, sizden şu denli dolar/sterlin/euro istiyorum diyerek, başvuru özet-raporu hazırladığında, bu ön rapor ABD’nin Dışişleri Bakanlığı’na, hem de siyasi işler bölümüne verilmektedir. İşin bir başka yönü daha yakıcı olabilir. Para verilmeden önce, ABD Dışişleri’ne ön rapor sunulmasının öteki yüzünde, ABD Dışişlerinin yada ABD NSC (National Security Committee/Milli Güvenlik Kurulu) ‘nin isteği doğrultusunda “project” hazırlanması olasılığıdır.
NED (National Endowment for Democracy/Demokrasi için Ulusal Fon)’e bağlı olan bu örgütler Türkiye’de yürütecekleri projeler için paraları da NED’ten almaktadırlar. Aslında para kaynağı doğrudan ABD hazinesi, yani devlettir. NED ise paranın kasasıdır. NED ile ABD Dışişleri Bakanlığı, şu konularda anlaşmışlardır:
a) NED herhangi bir “project” işine girişip para vermeden önce ABD Dışişleri’ne bilgi verecektir.
b) NED yönetim kurulu’nun onayına sunulan tüm “project” önerilerinin bir kopyası, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Yardımcılığı’na verilecektir.
Yüzlerce bağıştan birkaç örnek: (1988’ten bugüne diğer bağışlar için 56-69 arası sayfalar)
1991- Parayı veren: NED / Bağış alıcı: CIPE (Centre International Private Enterprise) / Alt bağış alıcı: Türk Demokrasi Vakfı (TDV) / Konu: İş ve Ekonomi / miktar: 80.000 $ / TDV’nin, Türkiye’de özelleştirme için 18 aylık programı desteklenecek.
1997- Parayı veren: NED / Bağış alıcı: CIPE / Alt bağış alıcı: Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) / Konu: İş ve Ekonomi / miktar: 61.710 $ / Serbest piyasa ekonomisinin İslam diniyle bağdaştığı anlatılacak.
– Bu sivil toplum örgütlerinin ne kadar sivil olduğunun yorumu size kalıyor.
“…Kendi ülkelerinin iç düzenine muhalif olan gruplar, ABD gibi bir kurtarıcı bulmuş olmaktan mutlu olduklarından, yaşadıkları ülkelerini bu sivil örgüt adı altındaki Amerikan misyonerlerine / istihbaratçılarına ihbar etme fırsatını kaçırmamalarının yanında, dünya egemeni olarak gördükleri ABD devlet aygıtı tarafından desteklenmekten de son derece hoşnut kaldılar.”
…”Dünyada yerleştirilmek istenen yeni düzenin, demokratik bir düzen olacağı sonucuna varılabilir!? Bu düzen içinde dünyanın tüm ülkelerinde devletler merkezi otoritelerini yitireceklerdir. Olabildiğince etnik ayrıma uğramış küçük eyaletlere ayrılmış ülkelerde (not:dünyada 1000 adet ülke olması öngörülmektedir, şuan sayı 200 civarı, 1980’lerdeki sayı 182 adet) tarihsel partiler eriyecek, vakıflardan, düşünce topluluklarından, ticaret odalarından, insan hakları denetim örgütlerinden oluşan bir siyasal yapı oluşacaktır. Bu oluşumlar, doğrudan doğruya ABD’nin siyasal partilerine bağlı enstitülere, konseylere, ABD şirket vakıflarına bağlanacaktır. Ülkelerdeki eğitim kurumları da vakıflaşacak ve ABD akademik dünyasıyla organik bağlar kuracaktır.
Merkezi otoritesini yitirmiş, salt denetleyici kurullara dönüşmüş devlet örgütlerinin yanı sıra ordular da ulusallığını yitirmiş devletlerin savunma gücü olmaktan çıkacak ve ortak güvenlik güçlerine katılacaklardır. Herhangi bir bölgesel başkaldırıya (bu bağımsızlık uğruna bir başkaldırı da olabilir) karşı anında silahlı müdahelede bulunulması…”
Bu son derece ileri projeye engel olabilecek en önemli kurumlardan biri de dinsel kurumlardır. Dünya egemenliğinin kurulmasında engel oluşturacak dinsel çatışmaların önlenmesi için ‘dinlerarası diyalog’un geliştirilmesiyle birlikte kurumsal yapının da oluşturulması gerekir. En yaygın ve güçlü dinsel kurumlardan başlayarak, tüm dinlere bir yeni merkezi eşgüdüm gereklidir. Eşgüdümün merkezi elbette Washington’da bulunacaktır. Öncelikle Amerikalılardan oluşturulan bu kurumsal yapı, IRFC (International Religious Freedom Committee / Uluslararası Din Hürriyeti Komitesi)’dir. Bu komitede belli başlı dinlerin ve mezheplerin temsilcileri bulunmaktadır.
“Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki , şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden, destek almak değil, Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. (..) Bu realite kabul edilmeli. Amerika gözardı edilerek şurada, burada bir iş yapmaya kalkılmamalı.”
Fethullah Gülen, (Fethullah Hoca ile NewYork Sohbeti-4, Yeniyüzyıl, 23 Temmuz 1997)
Kasım 1996’da, ABD’nin devlet sekreteri Warren Christopher, “Din ve inanç hürriyetini yaygınlaştırmanın Birleşik Devletler’in çıkarlarının arttırılmasını sağlayacağı” gerekçesiyle ACRFA (Advisory Committee on Religious Freedom Abroad / Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi) ‘yi oluşturdu.
Bu yeni kurumlaşmanın gerekçesi olarak “ABD’nin kuruluşunun temelinde dinsel kurumların bulunduğunu ve Birleşik Devletlerin dünyada din hürriyetini gözetleyerek yaptırımlarda bulunma hakkı olduğu belirtildi.”
23 Ocak 1998’de, “Din ve inanç hürriyetinin yayılmasının ABD dış politikasında birincil önceliğe sahip olmasını,” Dışişleri bakanlığı bünyesinde bir “Uluslararası Din Hürriyeti Bürosu” kurulmasını sağlayacak yasa taslağı hazırlandı.
Aynı yıl Ulusal Kongre’de çıkarılan yasa:
“Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altında tutulmasına karşı çıkma görevi temel (olarak) Amerikan değerleri içindedir ve Birleşik Devletler’in (politikalarına) uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir. Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan, dinlerin tamamıyla ilgili haklardan (da) sorumludur.”
“Dinsel özgürlük taahhüdümüz Amerikan ideallerinin ifade edilmesinin de üstündedir ve dünyadaki gücümüzün temel kaynağıdır.”
Madeleine Korbel Albright, ABD Dışişleri Bakanı
Kaynak: Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy, M. YILDIRIM, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2004, 597 sf.